Mandela’nın Geride Bıraktığı Güney Afrika: Kapitalizm için Cennet, İşçi Sınıfı İçin Cehennem – Emre Güntekin

8 Aralık, 2013

Güney Afrika’nın efsane lideri Nelson Mandela 95 yaşında yaşamını yitirdi. Güney Afrika tarihine damgasını vuran ve özellikle ırkçı Apartheid rejimine karşı siyahların yürüttüğü mücadelenin liderliğini üstlenen, bu nedenle yaşamının 27 yılını hapishanede geçiren Mandela’nın yaşamı çıkarılması gereken siyasi dersle doludur.
18 Temmuz 1918’de Güney Afrika’nın Trenskei bölgesinde yaşayan Thembu kabilesinde dünyaya gelen Mandela’nın siyasi hayatı üniversitede hukuk okuduğu yıllarda başlar. Okul yıllarında da siyahlara yönelik ayrımcılığa karşı durması nedeniyle cezalarla karşı karşıya kalan Mandela, 1943 yılında Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’ne katılır. 1944 yılında ANC’nin gençlik teşkilatının kurulmasına öncülük eder.
Avukatlık kariyeri onun siyasal mücadelede önemli bir yer kazanmasını sağlar. Britanya destekli ıIrkçı rejimin siyahlar üzerindeki baskılarına karşı Mandela ve arkadaşı Olivier Tambo’nun birlikte kurduğu avukatlık merkezi siyah haklarının savunulması açısından önemli bir ilgi toplar. Kitlesel mücadelenin örgütlenmesi için çabalarken, diğer yandan giderek ANC’nin etkin bir ismine dönüşür. 1950 yılında ulusal yürütme komitesine üye olur.
Mandela siyahların özgürlüklerini kazanması için çabaladığı kadar, bu mücadelenin bir kimlik hareketinin ötesine taşmasına, emekçi sınıfların özgürlük mücadelesine dönüşmesinin de önünü tıkamıştır. 1950’lilerin başlangıcında yaşananlar Mandela’nın burjuva milliyetçi bir liderden ileriye gidemeyeceğini gösterdiği yıllar olmuştur.
1950 yılında Johannesburg işçi sınıfı 1 Mayıs kutlamaları için genel greve çıkarken, Mandela Komünist Parti’nin örgütlediği eylemlere karşı çıkar; Ancak eylemler Mandela’nın sandığından daha güçlü bir biçimde gelişirken, bu hareket onu Komünist Parti ile ilişki kurmaya zorlar.

Aslında 1940’ların siyasi ikliminde Mandela için sosyalist alternatife yönelmek çok da zor değildir. Nitekim Güney Afrika’da bile Troçkizm var olmaktadır, ancak Troçki’nin ülkede ulusal kurtuluş için mücadele yürüten ANC’den beklentisi çok düşüktür. 1935 yılında Güney Afrikalı yoldaşlarına yazdığı mektupta “Kongre (ANC)’nin uzlaştıcı ve yüzeysel politikalarının onun kendi programını gerçekleştirme konusunda bile yeteneksizliği”nden bahseder.

Mandela’da 1948 yılında 4. Enternasyonal’in Güney Afrika’daki lideri Isaac Tabata ile görüşür. Ancak Mandela, daha sonra biyografisinde de anlatacağı üzere, Tabata’nın öne sürdüğü Troçkist argümanlarla başa çıkamayacak kadar geri bir siyasal pozisyonda durduğunu görür ve onun fikirleriyle başa çıkamayacağını anlar. Mandela’nın Devrimci Marksizm’le ilk teması çok kısa bir sürede sona erer.

Öte yandan, Moskova güdümlü Stalinist Komünist Parti’nin yönelimi Mandela açısından daha dikkate değerdir. Birincisi Troçkistler’in aksine Komünist Parti sürekli devrim, proletarya enternasyonalizmi gibi “aşırı” yönelimlerin değil, aşamalı devrimin ve yurtseverliğin temsilcisidir. ANC öncülüğünde yürüyen milliyetçi mücadele ile ittifak o dönem birçok ülkede daha gerici rejimlerle ittifak yapmaktan çekinmeyen Stalinizm için oldukça makul görünmüştür.

İşbirliği ilerleyen yıllarda sürer. Öyle ki ANC’nin 1956 yılında yayınladığı Özgürlük Bildirisi’nin ilk taslağını bir Komünist Parti üyesi olan Rusty Bernstein yazar. Bu bildirgede bankaların ve madenlerin kamulaştırılması ele alınırken, Mandela bunun kapitalist bir önlem olarak hayata geçirileceğini ifade eder. Bu kafa karışıklığının sebebi de malum: Devletleştirme birçok ülkede neredeyse Stalinizm’in sosyalizm anlayışı ile eşdeğer bir anlam kazanır ve Mandela’da bu noktada bir sınır çizme ihtiyacı hisseder: “Bu ülke tarihinde ilk kez Avrupalı olmayan bir burjuva sınıf kendi markasına, atölyelerine ve fabrikalarına sahip olma fırsatını yakaladı ve ticaret ve özel girişimcilik daha önce olmadığı kadar büyüyüp gelişecek.”

Nelson Mandela’nın aklının köşesinde yatan gerçek Afrika’da siyah bir kapitalizmin gelişimini sağlamaktı ve bunda da ciddi bir ilerleme yaşanacaktı. Ancak bu o kadar kolay olmadı. Kendi halinde sıradan bir düzen adamı olabilecek bir siyah hakları savunucusu, Apartheid rejimin insan mantığının sınırlarını zorlayan ırkçı politikaları Mandela’yı önemli bir dava adamına dönüştürdü. Mandela 1961 yılında rejim tarafından yapılan vatana ihanet suçlamasıyla karşı karşıya kaldı.

Mandela’ya karşı açılan davalar ve bu davalar sırasında Mandela’nın yaptığı savunmalar onun ANC içindeki kariyerinin yükselişe geçmesine neden oldu. Mandela siyah hareketi içerisinde ciddi bir popülarite kazandı. Mandela ve bir grup arkadaşı 1964 yılında vatana ihanet, komünist faaliyet ve sabotaj gibi suçlamalar nedeniyle müebbet hapse mahkûm edildi.

Mandela ömrü boyunca tabandan yükselen bir sınıf mücadelesiyle arasında mesafe bırakmasının ödülünü yaklaşık 30 yıl sonra alacaktı. 1980’lerde patlak veren sınıf mücadelesi ve Apartheid rejime karşı yükselen hoşnutsuzluk Güney Afrika’nın ırkçı egemenlerini zor durumda bırakırken, Mandela burjuva sınıflar gözünde değeri giderek yükselen bir figür haline dönüşüyordu. Gerilen siyasi atmosferi ancak Mandela gibi kitlelerde illüzyon yaratabilecek bir liderlik yumuşatabilirdi. Ortalama siyasi fikirlerin adamı Nelson Mandela’nın önüne siyahlardan ziyade bu kez Güney Afrika’da burjuva düzenin kurtarılması konulacaktı.

Irkçı Apartheid rejim 1985 yılında ANC ile müzakereleri başlatma kararı alırken, bu süreç 1990 yılında Mandela’nın serbest bırakılmasını sağladı. 1994 yılında yapılan çok partili seçimlerde ANC oyların % 62’sini alırken, Nelson Mandela Güney Afrika’nın ilk siyah devlet başkanı oldu.

“Özgürlük savaşçısı Mandela veANC’nin ilk icraatı bütçe açığını kapatmaya çalışmak, faiz oranlarını yükseltmek, ekonomide dışa açılımı sağlamak ve IMF ile yakın ilişkiler geliştirmek oldu. Artık siyahlar kurtulmuş ve sıra neoliberal bir Güney Afrika’nın yeniden inşasına gelmişti. Yeni Mandela siyah işçi sınıfını artık özgürlük savaşına değil, kemerleri sıkmaya ve düşük ücretlerle çalışmaya razı olmaya çağırıyordu. Mandela ise kapitalistlerle sıkı bağlar geliştiriyor; onlardan farksız bir yaşam sürüyordu.

Mandela ve liderliğini yaptığı ANC’nin ülkede iktidara gelmesiyle birlikte çözülen kimlik çelişkisi açık bir sınıfsal çelişkiye dönüşmüştü. Belki seçme ve seçilme hakkı gibi temel demokratik haklar kazanıldı; ancak Güney Afrika bugün dünyada eşitsizliğin en şiddetli şekilde yaşandığı, nüfusun resmi rakamlara göre neredeyse yüzde 70’inin açlık sınırında yaşadığı ülkelerden birisi haline geldi. Geçtiğimiz yıl hatırlanacak olursa Marikana’da manden işçilerinin grevi sırasında kitlenin üzerine ateş açılmış ve 34 işçi yaşamını yitirmişti. Geçmişin ezilenleri bu 20 yıllık süreçte nasıl bugünün ezenleri haline dönüştü, bunu incelemek gerekmektedir.

Siyah Kapitalizmin 20 Yılı

Geçmişte siyahların özgürlük mücadelesinin içerisinde yer alan birçok ismin bugün Güney Afrika’ya egemen olan siyah elitlerin arasında yer tutmuş olduğunu görüyoruz. 1990’da Mandela hapisten çıkarken onu Ulusa Maden İşçileri Sendikası lideri olarak karşılayan kişi Cyril Ramaphosa bugün 700 milyon dolarlık servetiyle Güney Afrika’nın en zengin insanlarından birisi olmasının yanısıra, Afrika’nın 29. Zengini olarak göze çarpıyor. Ramaphosa 2012 Aralık’ında ANC ve Güney Afrika başkan vekilliğine seçilmişti. Forbes’da yer alan kişisel tanıtımında kendisi hakkında şu ifadelere yer veriliyor: “Bu seçimler onun Apartheid rejimi karşıtı bir aktivist ve işçi liderliğinden, iş adamlığına ve teknokrat bir politikacıya dönüşümünü tamamladı.” (http://www.forbes.com/profile/cyril-ramaphosa/)

Daha mütevazı bir servete sahip olan Nelson Mandela hakkında ise bugünlerde ailesinin serveti üzerinde verdiği miras mücadelesi konuşuluyor. (http://www.dailymail.co.uk/news/article-2519040/Nelson-Mandela-death-How-family-war-10m-fortune.html) Kaldı ki Mandela’nın 10 milyon pound gibi “mütevazı” servetini paylaşamayan çocuklarının ülkede yaklaşık 200 şirketle bağlarının olduğu belirtiliyor.

Esasında Mandela’nın ve ANC’nin çelişkili geçmişi bu yaşanılanları şaşırtıcı kılmıyor. 1956 yılında yayınlanan Özgürlük Bildirisi’nde bahsedilen Avrupalı olmayan bir kapitalizm yaratma çabasının sonucu böyle ortaya çıkmıştır.

1993 yılında Forbes’a verdiği bir röportajda Mandela ekonomi ile ilgili perspektifini şu şekilde aktarır: “Bizim ekonomimiz 1975 yılından bu yana düşük performans gösterdi. Büyüme, nüfus büyümesinin gerisinde kaldı. Doğal olarak yabancı yatırıma ihtiyacımız var. Hiçbir şirket için kısıtlama yapmak istemem. Birincil olarak ilgilendiğimiz şey iş olanakları yaratmak, çünkü nüfusun yüzde 48’i işsiz. Ve bu yüzden yabancı şirketlerin yatırım yapması için, insanlarımıza istihdam yaratacağı ve zenginlik üreteceği, çok istekliyiz. Bütün yabancı şirketler kamulaştırma ve ulusallaştırmaya karşısında garanti altına alınacaktır. Bütün hepsi karlarını ve hisselerini geri kazanabileceklerdir. Yatırım yapacak olan bütün yabancı şirketlere bunu garanti ediyoruz.” Bu röportajın bütün geri kalanında Mandela’nın en çok tekrarladığı konu yabancı sermayeye kapıları sonuna kadar açmak, özellikle şirketlerini daha önce Güney Afrikalılara satan ABD’li kapitalistleri davet etmek olur.

Elbette on yıllardır ezilen bir ulusun iktidara geldiği anda Mandela’dan büyük beklentileri vardır, özellikle de ekonomik ve demokratik haklar anlamında. Mandela’nın bu konudaki çözümü ise şu sözlerle daha açık bir ifade kazanıyor: “Beklentileri karşılamak için Marshall Planı gibi bir yardımı Batı demokrasilerinden talep edebiliriz. Washington ziyaretimde Başkan Clinton’la görüşeceğim konulardan birisinin bu olacağını ümit ediyorum. Birleşik Devletler demokratik dünyanın lideri, ve Amerikalıların bu yönde liderlik etmelerini arzuluyoruz. Mr. Clinton’la üçüncü kez görüşeceğim ve önceki görüşmelerim onun bu talebi duymazdan gelmeyeceğini gösteriyor.”

Forbes’a verdiği röportaj adeta Batı’yla uzlaşma manifestosu gibidir:. Colgate Palmolive, Johnson & Johnson gibi Apartheid rejim destekçisi şirketlere nasıl davranılacağı konusunda en ufak bir ileri adım atmaz, IMF ve Dünya Bankası’nı yeni Güney Afrika’nın inşasına davet eder (tabi ki çok güvendiği başta Mr. Clinton olmak üzere Amerikalı dostlarıyla birlikte)…

Peki sonuç?

Siyahlara yönelik ayrımcılığının ortadan kalkması, siyahların ekonomiye katılımında değişim yaratsa da bugün hala % 25 işsizlik oranıyla dünyadaki en kötü işsizlik oranlarından birisi ülkenin en büyük sıkıntılarından birisi. Ülkedeki 20 milyon işsizin büyük çoğunluğu genç nüfustan oluşmaktadır.

Mandela’nın siyah kapitalizminde ülkenin gelirlerinin % 60’ının nüfusun % 10’luk bir kesiminin elinde toplandığı görülmektedir. Nüfusun % 50’si ise gelirden ancak % 8 pay alabilmektedir.

Bu kadar keskin bir eşitsizliğin yürümesi tabi ki Mandela’nın yumuşak yüzünü bu kapitalizmin perdesi haline getirmekle olmuyor. Güney Afrika’da devlet emekçi sınıflar üzerinde Apartheid rejimi aratmayan baskılar da uygulamaktadır.

1960 yılında Apartheid rejimin Sharpheville’de 69 kişiyi katletmesine benzer bir vaka, siyah kapitalizm eliyle maden ocaklarında greve giden 34 işçinin katledilmesi şeklinde tezahür edebiliyor.

2010 yılında kriz altında boğuşan ve resesyona girmesi an meselesi olan ülkeye Dünya Kupası verilmiş ve kupa nedeniyle cari açığın artması bir yana işçi sınıfının ve yoksulların çekmediği eziyet kalmamıştı. İşin trajikomik yanı ise imaj pazarlama adına Afrikaya verilen kupanın biletlerinin normal bir yoksul siyah işçinin neredeyse birkaç aylık gelirine denk düşmesiydi. Statların inşası sürecinde birçok işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmişti. Bunu da geçelim, dünyanın en yüksek suç oranlarına sahip ülkede Dünya Kupası nedeniyle her yer polisiye önlemler donatılmış, grevler yasaklanmış, seyyar satıcılık yapma ihtimali bulunan yoksullar zor yoluyla kent dışına sürülmüş ve spor komplekslerinin inşaatı sürecinde görselliği bozduğu gerekçesiyle kent yoksulları kentlerin dışına itilmişlerdi.

Yazıyı bitirirken Mandela’dan bir aforizmaya yer vermek uygun olacaktır: “Ben ne bir kapitalist ne de bir sosyalistim. Ben bir pragmatistim.”

Sonu dünyanın en çelişkili rejimlerinden, en istikrarsız ve çelişkili ekonomilerinden birisiyle noktalanan, işçi sınıfının yaşam koşullarının cehennemden farksız kılan bir eşitsizlikle noktalanan bir ülke geride bıraktığı için biliyoruz ki birçok siyah Madiba’ya teşekkür etmeyecektir.

Aslında çıkarılması gereken temel sonuç şudur: Sosyalist bir programa sahip olmayan ulusal kurtuluş hareketleri böylesi bir trajedi yaratmak zorundadır. Böyle bir sonu engelleyecek olan tek şey işçi sınıfının kendi bağımsız devrimci öncüsünü inşa etmesi ve burjuva milliyetçileriyle arasına bir ayrım çizgisi çekmesidir. Bu koşullar altında karşılarına çıkacak tek özgürlük yolu sürekli devrim bayrağı altından geçecektir.

KATEGORİLER
ETİKETLER