Made in China – V.U. Arslan
Piyasa yanlısı çevrelerden dünya ekonomisinin mali krizden sonra girdiği “uzun durgunluktan” çıkmaya başladığına dair iyimser öyküler dinliyoruz. ABD’deki zayıf toparlanma ve oluşmakta olan yeni balon, Avrupa’nın sürmekte olan durgunluğu, Rusya’nın içinde bulunduğu kriz, “gelişmekte olan” ekonomilerdeki tıkanma belki gözardı edilebilirdi, ama Çin’deki ekonomik yavaşlamanın hızı, piyasa yanlılarını bile gerçeği kabule zorluyor. Kimilerine gerçekten şaşırtıcı gelebilir, ama dünya ekonomisindeki büyümenin motoru olan Çin, artık %10’u aşan büyüme rakamlarını mumla arıyor. ÇKP’nin %7’lere çektiği hedefler de bir hayli yüksek kaçıyor, gerçekler %4’leri işaret ediyor.
Çin’de Devalüasyon
Çin Merkez Bankası, geçtiğimiz Ağustos ayında ulusal para birimi Yuan’ın değerinde üst üste iki kez devalüasyona gidince kapitalist ekonomide büyük çalkalanmalar meydana geldi. Çin borsası %40 oranında değer kaybetti. Bahsi geçen miktar, yaklaşık 3 trilyon dolar (Haberturk, 13/8). Tabii Çin borsalarını dünya piyasaları takip etti. Bütün bu “düzeltmeler” reel ekonomideki gerçek trendlerle ilgili. Çin’deki devalüasyon deprem etkisi yarattıysa bunun sebebi Çinle beraber dünya ekonomisindeki irtifa kaybı beklentisidir. Ne de olsa Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisi, küresel büyümenin motoru, emperyalist sistemin ucuz emek cenneti, dev fabrikasıydı…Zaten Rusya’da ciddi bir kriz hüküm sürüyor, gelişmekte olan kapitalist piyasalar FED’in faiz arttırımı kararını kara kara düşünüyordu… Zaten güney Avrupa ekonomileri kapitalist krizi insani boyutlarıyla derinlemesine yaşıyor, ABD’deki toparlanma zayıf kalıyorken…
Çin’in Yeri
Çin 2009’dan beri mal ticaretinde bir numaralı ihracatçı haline geldi. Artık, toplam dış ticarette de (ihracat+ithalat) 4159 milyar dolarla, ABD’yi (3809 milyar dolar) geride bıraktı. Yılda AB’ye 356 milyar dolar, ABD’ye 324 milyar dolarlık ihracat yapıyor. Japonya’dan ithalatı 195, Güney Kore’den ise 163 milyar doları buluyor. Piyasa ölçüleriyle 11,2 trilyon dolarla ABD’nin arkasından dünyanın ikinci, satın alma paritesi temelinde de birinci ekonomisi unvanını taşıyor. Doğaldır ki böyle devasa bir ekonominin parasındaki küçük dalgalanmalar bile küresel ekonomiyi sallayabiliyor. Zaten mevcut durum oldukça kırılgan. Dünya genelinde düşük büyüme, yüksek işsizlik, yoksullaşma ve deflasyon hüküm sürüyor. Bu koşullarda dünya ekonomisinin yeniden ayağa kalkması söz konusu değil elbette. Şimdilerde kapitalizm yanlısı akıl hocaları da dünya genelinde yaşanacak bir Çin kaynaklı resesyondan söz etmeye başladılar (Citygroup başekonomisti Wiillem Buiter, 9/9).
Çin aynı zamanda yüz milyonlarca işçinin biraraya gelip yoğunlaştığı, vahşi sömürüye karşı sık sık eylem ve grevlere sahne olan bir ülke. Buradaki en büyük sıkıntı olarak ÇKP rejiminin işçi sınıfının siyasal bilinç geliştirme konusunda oluşturduğu engel öne çıkıyor. Zira işçi sınıfının geneli, komünist bir rejim altında yaşadıklarını düşündüğünden yanlış bilinç, doğal bir zemin kazanıyor. Ama eylemler de eksik olmuyor. Çin’de aylık ortalama grevdireniş olayları 2011-2014 arasında 50-70 arasında seyrederken Ağustos 2014-2015 arasında 200’ün üstüne çıkmış durumda (China Labour Bulletin),
Çin’de Büyüme Yavaşlıyor
Çin’den gelen Temmuz ayı verileri, sanayi üretiminin, büyüme hızının, ihracatın, sabit sermaye yatırımlarının, perakende satışların düşmekte olduğunu gösteriyor. Ekonomik büyüme, ÇKP’nin öngördüğü %4’lere doğru çekiliyor. Son 15 yılda dünya ekonomisindeki toplam büyümenin üçte biri Çin tarafından gerçekleştiriliyordu. 19792014 arasında Çin ekonomisi (GSYH) düzenli olarak %10 büyüyerek her 8 yılda bir iki katı büyüklüğe ulaşıyordu. Kısacası Çin’deki krizin dünya kapitalizmi açısından belirleyici sonuçlarının olacağı açıktır. Zira Çin için dünyanın fabrikası demiştik. Ucuz işgücü sayesinde yüksek sömürü oranları yakalayan ÇKP rejimi, Çin’i yüksek teknolojili ara malların ithal edildiği büyük bir ihracat üssü haline getirmişti. Dünyada üretilen her 100 bilgisayardan 90’ı, her 100 cep
xtelefonundan 70’i, her 100 kameradan 50’si, her 100 tv ve klimadan 80’i ve her 100 çamaşır makinasından 25’i, her 100 ayakkabıdan 63’ü, her 100 birim çimentonun 61’i, her 100 birim domuz etinin 50’si, her 100 birim kömürün 45’i Çin’de üretiliyor. Uzayıp giden bu liste sayesinde ucuz Çin malları, düşen fiyatlar nedeniyle dünyanın geri kalanında göreceli bir refah artışı anlamına geliyordu.
Bu haliyle Çin 2010’da dünyanın en büyük sanayi üreticisi haline gelmişti. Ama gelgelelim 2008’den beri dünya ekonomisinin içinde bulunduğu ekonomik bunalım Çin’in eskisi gibi mal satamaması anlamına geliyor. Yani
karşımızda bir aşırı üretim bunalımı var. Neticede Çin’in ihracatı gerilerken Çin Merkez Bankası ihracatı yeniden toparlamak için kur silahına sarılarak Yuan’ın değerini düşürerek Çin mallarını dünya pazarında daha ucuz hale getiriyor. Ama dünyanın genelinde seyreden durgunluk nedeniyle bu çabanın sonuç alması konusunda burjuva iktisatçılar oldukça karamsar. Nitekim aşırı üretimin eritilmesi kolay olmayacağı gibi Çin’deki büyümenin %3’ler seviyelerine kadar gerilemesinden endişe ediliyor. Çin’deki devalüasyon ÇKP’nin istediği sonucu vermese bile kaçınılmaz yan etkilere sahip olacak. Örneğin diğer ihracatçı ülkelerin daha rekabetçi olmaya çalışan Çin’in baskısına maruz kalması gibi.
Çin aşırı üretim bunalımına çözüm bulmak için klasik metodu denedi: Tüketimi kamçılamak için krediyi yani borcu devreye soktu. Halk borçlandırıldı, borsa şişirildi, spekülatif köpükler oluştu; bunlar şimdi patlarken mali bir kriz tehlikesi Asya piyasalarını derinden sarstı. Çin’de batık krediler ilk çeyrek dönemde gayrisafi yurtiçi hasıladaki genişlemenin yavaşlaması ile 140 milyar yuan (23 milyar dolar) ile rekor seviyeye ulaştı. Şirket ve hane halklarının borçları, Haziran ayı sonunda gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 207’si seviyesindeydi. 2008 yılı borç/GSYH oranı yüzde 125 seviyesindeydi (Bloomberght).
Çin Gerilerken Gerileyecek Olanlar
Çin’in ihracatı düşerken kaçınılmaz şekilde ithalatı da düşüyor. Çin Japonya, Güney Kore gibi ülkelerden yüksek teknolojili ürünler satın alırken Çin ekonomisinin eğilimlerinin asıl etkisi dünya emtia piyasasında görülüyor. Dünyanın en büyük sanayicisi olan Çin’in büyümesi, dünya emtia fiyatlarını belirliyor. Çin sırasıyla küresel alüminyum, bakır ve nikel tüketiminin yüzde 45, 43 ve 48’ini tek başına gerçekleştiriyor (Hayri Kozanoğlu, Birgün). Çin’deki büyümenin gerilemesi, emtia ürünlerine olan talebin kısılması anlamına gelecek, dolayısıyla fiyatların düşüşü hızlanacaktır. Yani Brezilya, Arjantin, Bolivya, Şili gibi emtia satan Latin ekonomilerinin başı ciddi dertte demektir. Avustralya, Kanada, Güney Afrika gibi emtia satan diğer ülkeler için de aynı durum geçerli. Petrol fiyatları, hem ABD’de üretilmeye başlanan kaya gazı petrolü, hem de ekonomik büyümenin yavaşlaması nedeniyle düşen talep yüzünden 40 dolar seviyelerine kadar geriledi. Bu da Venezuela ve Rusya gibi krizle boğuşan ekonomileri iyice ateşin içerisine atıyor. Rusya’da Putin’in koltuğu sağlam gözükse de Latin Amerika’da kazan kaynıyor. Brezilya ve Venezuela başta olmak üzere bütün ülkelerde sınıf mücadelesi sertleşiyor. Ulusalcı-reformist liderlerin maddi zeminleri ayaklarının altından adeta kaymakta. Petrol fiyatlarının ABD ile anlaşan İran’ın petrollerinin de devreye girmesiyle düşme eğilimini sürdüreceğini hesap edebiliriz.
Yükselen Piyasaların Balonu Sönerken
Aralarında Türkiye’nin de olduğu bir dizi çevre ülke ekonomisi, yükselen piyasalar olarak pohpohlandı ve kapitalizmin başarı öyküleri olarak sunuldu. Oysa bu piyasaların temel yakıtı sıcak paraydı, yani dünyadaki ucuz kredi bolluğuydu. Başta ABD Merkez Bankası FED olmak üzere gelişmiş merkez bankaları, ucuz kredi için elverişli politikalar izliyor ve bu sebeple yükselen ekonomiler olarak adalandırılan ülke ekonomilerine yüksek miktarda para girişi oluyordu. Oysa şimdilerde bu ülkelerden çok büyük miktarlarda yabancı sermaye çıkışı gözleniyor. Bu durumda da dolar, bütün para birimleri karşısında değer kazanırken devalüasyon yaşayan ülkelerde halkın alım gücü düştüğünden ciddi boyutlarda yoksullaşma yaşanıyor.
Ekonomik yavaşlama sebebiyle işsizlik yaygınlaşırken, kredi bolluğunda alışkanlık yaratan tüketim harcamalarının devam ettirilmesi imkansız hale geliyor. Neticede bu ülkelerdeki ekonomik bozulma siyasi iktidarları çok güç durumda bırakmaya başladı. Bunun en bariz örneğini Brezilya’daki İşçi Partisi iktidarı yaşıyor.
Türkiye de Resesyona Girebilir
Dolar 3 TL psikolojik sınırını aşarken AKP’li bakanlar hala ucuz TL’nin – 3 TL sınırının normal olduğunu dillendirebiliyorlar. Güya TL değer kaybettikçe Türkiye’nin ihracatı artacak. Artmaz, çünkü Türkiye ekonomisi üretimde yoğun bir şekilde ithalata bağımlı. TL değer kaybettikçe, girdi maliyetlerindeki artış nedeniyle Türkiye ihracatta ‘ucuzcu ülke’ olamaz. Yani ithalattaki azalma beraberinde ihracatta da azalmayı getirecektir. Nitekim olan da budur, ithalatla beraber ihracat da gerilemektedir. Neticede ekonomi küçülecektir.
Ekonomik durgunluk yani resesyon bizi bekliyor. İçinden geçtiğimiz dönemde dünya ekonomisinde daralma söz konusu. Amerikan Merkez Bankası’nın Eylül veya Aralık ayında alacağı faiz artırımı kararı bu tabloyu tamamlayacaktır. Zira faiz artırımı olursa dünyadaki finansal sermaye akımları, yeniden ABD’ye yöneleceği için ya da bu yönde de beklentiler olacağı için döviz kuru daha da yukarı gidecektir. ABD’li yatırım bankası Morgan Stanley, doların Türk Lirası karşısında 2016 ikinci çeyreğinde 3,85 liraya kadar yükseleceğini öngördü. Bu da dört başı mamur bir kriz anlamına gelecektir.
Kurdaki artış Türkiye’de şirketlerin ve bankaların bilançolarını bozuyor, borç ödemelerini bir hayli zorlaştırıyor. Özel sektörün kısa vadeli borcu 130 milyar dolar civarında. Borçların yüzde 80’i dolar iken şirketlerin geliri ise büyük oranda TL cinsinden.
Bunun dışında artan dövizin enflasyonu arttıracağı ortadadır. Nitekim ekonomik yavaşlamaya rağmen enflasyon düşmemektedir. Artan işsizlik ve hayat pahalılığı emekçi sınıfları sıkmaya devam edecektir.
Türkiye egemen sınıfları, oldum olası devlet eliyle gelen kolay yoldan voleyi vurma fırsatlarıyla ihya oldular. AKP döneminde de bu değişmedi. Tek fark AKP’nin kendi kapitalistlerini yaratmasıydı. Aslında bizdeki kapitalistler hep devletten beslendiği için yeni türedi zenginler farklı iktidarlarda ortaya çıkıvermiştir. AKP döneminde bu biraz hızlı ve ideolojik kaygılarla olmuştur. Yine de pastanın en büyük dilimlerini başta Koç olmak üzere TÜSİAD aktörlerinin kaptığını belirtelim.
Peki kaçırılan fırsat nedir? Türkiye ekonomisinin yapısal dönüşümleri için çok elverişli şartların mevcut olduğu şu son 12-13 yıl AKP’nin ve kapitalistlerin dar görüşlülüğü nedeniyle değerlendirilememiştir. Bu acı gerçeği şimdilerde bir çok kapitalizm yanlısı dillendiriyor, ne de olsa şartlar değişti, araba tökezliyor. Maharet bunu her şey yolunda gidiyormuş gibi gözüküyorken söylemekti. Bu uygun dönemde tüm toplumsal artı, TOKİ vb ile toprağa gömülmüş, konut sektöründe spekülatif yatırımlarla kısa yoldan zenginleşmenin yoluna bakılmıştır. AKP sadece günü kurtardığı için, ekonomi büyüdüğü için, insanlar borçlanarak ev sahibi olduğu için, seçimlerde avantaj sağladığı için değil, bu vurgunculuktan kendileri ve yandaşları beslendiği için de bu saçma ekonomi politikasını sürdürmüştür.
Oysa bugün Türkiye teknolojik atılımın çok gerisindedir, net ihracatçı olunan sektör hemen hemen yok gibidir. Nitelikli bir üretimden bahsetmek çok zor, bu yüzden de doğru düzgün bir iş bulamaz bu ülkenin evlatları. Türkiye kapitalistlerini ayakta tutan, uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve neticede gerçekleşen yoğun emek sömürüsüdür. Ne var ki rüzgarlar aksi yönde esmeye başlarken buradan çıkış yapmak artık imkansız hale gelmektedir. Kısacası Türkiye AKP döneminde çok elverişli bir dönemi kaçırmış ve uzun uzun yıllar yükselen ekonomiler zırvası bir yana “dar gelirli” bir ekonomi olmayı garantilemiştir.