Kürt Ulusal Hareketinin Üç Ayağı – Emre Güntekin

12 Aralık, 2012

 

Marksist Bakış dergisinin 27. sayısında yayınlanmıştır.

Kürt sorununda kritik bir aşama daha geride kaldı. PKK’nin Suriye’deki gelişmelerden ilhamla başlattığı Şemdinli-Yüksekova bölgesindeki alan hakimiyeti denemesi ve 68 gün süren açlık greviyle birlikte sıcak bir yaz ve sonbahar geride bırakıldı. Marksist Bakış dergisinin geçtiğimiz sayısında Kürt ulusal davasının tarihi bir süreçle karşı karşıya olduğu üzerine gözlemlerimizi aktarmıştık. Özellikle PKK’nin kardeş örgütü PYD ve YPG’nin Qamışlo gibiSuriyeli Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde özerkliğe doğru adım atması, Kürt meselesinin uluslararası alanda daha fazla tartışılır hale geleceğinin bir göstergesiydi ve öyle de oldu. Öte yandan bu sürecin Türkiye’de de Kürt ulusal hareketine bir moral ve motivasyon kaynağı olacağı açık bir gerçekti. Nitekim cezaevlerinde yaşanan açlık grevleri direnişi Kürt ulusal hareketinin bu moral üstünlüğünün gerçekliğini kanıtladı. Ne var ki acı gerçek, yani savaşın halen sürüyor olması gerçeği kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmeye devam ediyor. Yeni süreçte AKP iktidarı da ne baskıcı ve savaş yanlısı tutumundan ne de bırakalım Kürt ulusal hareketini, Kürt sorununun bile gerçekliğini tanımamaktan vazgeçmiş görünüyor. Dolayısıyla belki de Marksist Bakış’ın bir sonraki sayısında da bu savaşın yarattığı gündemi tartışmaya devam edeceğiz. Ancak, son iki ayda gelişen süreçleri ayrıntılı bir incelemeye tabi tutmanın gerekliliği karşımızda durmaya devam ediyor.

Açlık Grevleri: Kürt Hareketinin Kadro Başarısı

Ekim ve Kasım ayları hepimizin yakından takip ettiği üzere, açlık grevlerinin belirlediği gündemle geçti. 12 Eylül’de başlayan açlık grevleri, direnişe katılanların bedenlerindeki yıkım kendisini hissettirmeye başladıkça kamuoyunu daha fazla harekete geçirmeye başladı ve 2000’lerin başındaki cezaevi direnişinin ardından demokratik, sol kamuoyu yeniden cezaevleri meselesiyle yaşamaya başladılar. Ancak bu kez temelden bir farklılığın söz konusu olduğunu belirtelim. Genelde cezaevlerinde yaşanan açlık grevlerinde temel mesele bugüne dek cezaevleri koşulları üzerine olurken, bu kez Kürt halkının temel talepleri açlık grevi direnişçilerinin gündemindeydi. Talepler Kürtçe’nin eğitim, mahkemeler gibi kamusal alanlarda, bir halkın anadili olması sebebiyle serbestliğinin tanınması, Abdullah Öcalan üzerinde yaklaşık bir yıldır uygulanan tecritin kaldırılması ve ev hapsine alınması, ayrıca devletin müzakere sürecini yeniden başlatması üzerine kuruluydu.

Peki, gelinen noktada açlık grevlerinin bitirilmesinin ardından bugüne kadar bu taleplerin ne kadarının karşılandığı üzerinde duralım. Özellikle binlerce Kürt siyasetçinin KCK operasyonlarıyla cezaevlerine atılmasının ardından gündeme gelen anadilde savunma hakkı verildi! Ancak AKP’nin yaptığı düzenleme içler acısı: Anadilde savunma hakkı yargılanan kişiye sadece iddianamenin okunması ve esas hakkındaki savunmasını yaparken, hakimin izin verdiği ve yargılanan kişinin tercüman ücretini ödediği koşullarda tanınıyor. Ezgi Başaran’ın çok yerinde bir şekilde tanımladığı gibi verilen hak güvercinin önüne atılan plastik mısır tanesine benziyor. Yemeye çalışanın dişini kıracak cinsten. Öte taraftan Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecritin ve açlık grevinin taleplerinden birisi olan Öcalan’ın ev hapsine alınmasının şimdilik Türkiye egemen sınıflarının ve iktidarın gündeminde yer bulamadığını, önümüzdeki üç yıllık seçim dönemeci düşünüldüğünde bulamayacağını da öngörebiliriz. Dolayısıyla açlık grevlerinden çıkışta AKP’nin göster ama verme politikasının geçerli olduğu görünmektedir. Bu açıdan bakıldığında açlık grevleri harekete geçirdiği potansiyelin imkanlarını kazanıma dönüştürme konusunda çok geri bir noktada kalmıştır. Açlık grevlerinin ardından AKP’nin hem tutuklama teröründe hem gerillaya yönelik operasyonlarında hem de BDP milletvekillerinin dokunulmazlığına yönelik saldırılarda görüldüğü üzere baskı noktasında geri adım atmadığı görülmektedir.

AKP bu yönüyle açlık grevlerinin ardından kendisini şanslı görebilir. Ancak AKP’nin daha büyük bir şansı Öcalan’ın açlık grevlerini, hem de ölümlere artık belki de saatler kala, en kritik safhada bitirme çağrısı yapmış olmasıdır. Açlık grevlerinde yaşanacak olası ölümler Türkiye’de onarılması zor bir toplumsal kutuplaşmanın önünü açabilirdi ki bunun örneklerinin Bursa gibi milliyetçiliğin ve faşist unsurların güçlü olduğu yerlerde yaşandığını belirtelim. Öte taraftan Batı’da Kürt halkına yönelik düşmanlık, Kürt bölgelerinde de Kürt halkının ölümlere karşı yükselteceği öfkenin AKP’yi nasıl bir mengene içine alacağı, o çokça övülen istikrar söylemlerinin nasıl kırılgan bir toplumsal zemine yaslandığı tüm çıplaklığıyla ortaya serilebilirdi. Bu varsayım, Kürt sorunu bu haliyle el değmeden bırakıldığı müddetçe iktidarda kim olursun olsun bir sopa olarak başının üzerinde dönmeye devam edecektir. AKP ise virajın ucundaki uçurumu görmüş olmasına rağmen, yeni süreçte BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarına gözünü dikmiş durumdadır. Böylesi bir durumda da yaşanacak en iyimser senaryonun yukarıda bahsettiğimiz durum gibi olacağı tartışma götürmez bir gerçektir.

Açlık grevlerinde Kürt hareketinin asıl kazanımına dönecek olursak… Kürt tutsakların açlık grevi Türkiye tarihinde yaşanmış tek örnek olmasa bile, katılımın genişliğiyle başarılı bir örnek olarak tarihe geçmiştir. Açlık grevlerinde bugüne kadar hem en fazla şehidin verildiği hem de en geniş katılımların yaşandığı ülke olmakta herhalde Türkiye’nin bir kaderi olsa gerek. Açlık grevleri tarihinde böylesi bir örnek 1923 Ekim’inde iç savaşın bitişinin ardından IRA üyeleri tarafından, Bağımsız İrlanda Cumhuriyeti hapishanelerinde, 8000 kişinin katılımıyla gerçekleştirilmişti. Türkiye’deki örnekteyse Kürt ulusal hareketine yakın kaynaklar açlık grevlerine katılım sayısını 10 bin sayısına kadar telaffuz etmekteler. Bu istatistiksel bir konunun ötesinde Kürt ulusal hareketinin kadro gücünü de açığa vurmaktadır. Kürt ulusal hareketi Kürt bölgelerinde ve İstanbul gibi metropollerde yaşayan milyonlarca kişilik bir toplumsal tabana, dağda savaşan binlerce gerillaya sahip bir hareketti. Ancak AKP’nin Kürt siyasal aktivistlerine yönelik dizginsiz tutuklama terörünün, savaşta yeni bir cephe açtığını herhalde açlık grevi öncesinde kimse düşünmezdi. Öte taraftan açlık grevinde ölümün vicdanlarda yarattığı kanama hem Türk hem de Kürt kamuoyunda daha önce Kürt sorununda çemberin dışında kalmayı yeğleyen önemli bir kesimi de sürecin içerisine çekti.

Öte taraftan yukarıda bahsini ettiğimiz üç bileşimin Kürt ulusal hareketine pratik bir esneklik getirdiğini de vurgulamak gerek. Siyasetçi, gerilla ve sıradan bir Kürt vatandaşın bileşimi ulusal harekete önemli bir avantaj sağlamaktadır. Siyasetçilerle birlikte demokratik kamuoyuna hitap etme, gerektiğinde ve özellikle seçim süreçlerinde bu kamuoyunu şemsiye altına toplama şansı Kürt hareketi tarafından sıkça kullanıldı. HDK ve Çatı Partisi gibi girişimler, Kürt ulusal hareketinin arkasındaki milyonlarca kişilik toplumsal taban düşünüldüğünde özellikle sol hareket açısından da bir çekim merkezi yarattı. Ayrıca bu kitlenin bileşimindeki ideolojik heterojenlik mücadelenin yöntemlerine de dönem dönem yansımaktadır. Bir yanda daha laik yönelimli BDP kadroları sivil Cuma namazları gibi muhafazakar Kürt kamuoyunu işin içine sokacak pratikleri yaratırken, diğer taraftan bu kadrolar açlık grevleriyle bağlı oldukları hareketin gücünü yansıtabilmektedirler. Bu denklemde PKK’nin silahlı gücü de Kürt ulusal hareketinin taşıyıcı unsuru ve hatta sigortası olarak hareket içerisindeki belirleyici gücünü korumaktadır.

Kürt Ulusal Hareketi’ni Koruyan Coğrafya ve Demografik Yapı

Kürt ulusal hareketinin somut kitle gücünden ve bunun pratiğe yansımasından bahsettik. Kürt hareketinin bir diğer önemli avantajına daha eğilmek gerekiyor. Bu da Kürt hareketinin bulunduğu coğrafyanın baskıcı bir güce karşı mücadele yürüten bir toplumsal hareket için büyük olanaklar tanıyor olmasıdır.

Bilindiği gibi PKK ilk ortaya çıkış sürecinde her ne kadar Türkiye topraklarına dayansa da 12 Eylül askeri darbesinin hemen öncesinde Öcalan’ın dağ kadrolarını Bekaa Vadisi’ne çekmesinden günümüze kadar, silahlı hareket fiziki varlığını Türkiye toprakları dışında korumuş ve geliştirmiştir. O dönemde atılan bu adım aynı zamanda henüz kısıtlı bir örgütlü güce sahip ulusal hareketin, darbenin yıkıcı etkisinden korunmasını sağlamıştı.

Ayrıca Ortadoğu’da 20. yüzyılda güçlü devrimci hareketlerin ve Filistin örneğindeki gibi ulusal kurtuluş hareketlerin yarattığı gelenek sadece Kürt ulusal hareketine değil, dünyanın birçok farklı noktasından gerilla hareketlerine, silahlı devrimci unsurlara önemli bir eğitim üssü ve barınacak alan yaratmıştı. Hareketin 30 yıllık sürecinde de elbette bu coğrafi konumlanışın olumlu etkisi oldukça fazladır. Sadece coğrafi açıdan düşünsek bile dağlık Kürt coğrafyasının, Kürt ulusal hareketini Sri Lanka’da Tamil Kaplanları’nın başına gelen temizlikten koruduğunu belirtmek gerek. Bir gerilla hareketi için bundan daha uygun bir iklim düşünülemezdi.

Öte yandan Kürt halkının Ortadoğu coğrafyasında önemli bir nüfusu kapladığını da unutmamak gerekmektedir. Yaklaşık 30 milyonluk nüfusuyla Kürt halkı Ortadoğu coğrafyasında birçok dengeyi sarsabilecek bir potansiyele sahiptir. Bugüne kadar ne Filistin, ne Sri Lanka ne de Çeçenistan gibi ülkelerdeki ulusal hareketlerin böyle bir nüfus potansiyeline hitap edebilme şansı vardı. Ancak bu devasa nüfusa rağmen geçmişinde şimdiye kadar bir bütün olarak uluslaşma gibi bir şans hiçbir zaman Kürt halkına tanınmamış, kaderleri Ortadoğu’nun yeniden şekillenişinde her bir parçasında ayrı bir baskıyla karşılaşacakları dört parçaya bölünmek olmuştur. Türkiye’de Kürtler bugüne kadar ne yaşadılarsa, İran, Irak ve Suriye’de de benzeri koşullarda yaşamaya terk edilmişlerdir. Bugün Kürt sorunun uluslararasılaşmasının, Kürt ulusal hareketinin de bölgede önemli bir aktör haline gelmesinin arkasında yatan sebeplerden belki de en önemlisi budur.

Son on yıllık süreçte ise Kürt halkı açısından bölgede tarihsel fırsatlar ayağa geldi ve hala bu süreç devam ediyor. Öncelikle Kuzey Irak’ta Kürdistan yönetimi artık resmi bir devlet statüsü elde etme yolunda önemli bir adım attı. 1946’da kısa süreli Mahabad Kürt Cumhuriyeti deneyiminin ardından Kürt halkı ilk kez bir parçasında resmi bir kimliğe kavuşuyordu. Daha yakın süreçte ise Suriyeli Kürtlerin özerkliğe doğru adım attıklarını biliyoruz. Suriye’de yaşanan iç savaşta çözülen rejimin boşalttığı Qamışlo, Derik, İdlib gibi Kürt kentleri hızlı bir şekilde PKK’ye yakın Kürt örgütleri tarafından hegemonya altına alındı.

Şimdi dönüp sormak gerekiyor: Kürt çocukları her sabah Erbil’deki okullarında “Hey düşman, Kürt ulusu dili ile yaşıyor, bayrağı asla inmez.” diye marş söylerken, Türkiye’deki Kürtler anadillerinin, kimliklerinin, varlıklarının tekrar tekrar inkarla karşılaştığı ve baskıyla sindirilmeye çalışıldığı bir ülkeye ne kadar tahammül edebilirler? Böyle bir ortamda Kürt halkına karşı AKP’nin kullandığı havuç-sopa politikasının uzun vadede toplumu bir ayrıştırmaya götüreceği, Kürt halkının kendi soydaşlarına yüzünü daha fazla döneceği açıktır.

Diğer taraftan bölgede etnik çatışmaları, mezhepsel çekişmeleri göz önüne alalım. Son olarak Suriye’de yaşanan iç savaş, özellikle İslamcı hareketlerin diğer bütün etnik ve dini unsurlara yönelik saldırganlığın yarattığı tehdidi Kürt hareketi okumaya başlamıştır. Hatta bizzat bu saldırganlığın hedefinde yer almaya başladı desek daha doğru olacaktır. Kasım ayı sonunda özellikle Halep’i düşürmek için başlattığı saldırılar başarısız olan Özgür Suriye Ordusu, bu kez silahları Kürtlere doğrultmuştu. Kurban Bayramı sırasında ÖSO’nun Halep’in Kürt Mahallesi olan Eşrefiye’ye saldırısında PYD ile isyancılar arasında çatışma çıkarken, Kasım sonunda Resulayn’da Serekaniye Halk Meclisi başkanı öldürülmüştü. Serekaniye’de El Kaide’ye bağlı Nusra Cephesi’nin esir aldığı Kürtleri kurşuna diziş görüntüleri internette yayınlanmıştı.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Asıl meselemiz Türkiye cephesinde Kürt sorunu ile ilgili yaşanan gelişmelere dair bir sonuç çıkarabilmek. Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan PKK önder kadrosunun silah bırakması halinde Avrupa ülkelerine gidebileceğini açıklamış, Murat Karayılan’da buna cevap olarak “Bugün Ortadoğu çok karışık, biz niye silah bırakalım? Biz ne için silah aldık? Bugün niye bırakalım? Bugün Suriye Kürtleri önceden yaşananları tahmin etmeyip, silahlanmayıp savunma gücünü kurmasaydı perişan olurlardı. Böyle bir durumda biz niye silah bırakalım?” açıklamasında bulunmuştu. Bu cevap aslında, Kürt ulusal hareketi açısından meselenin artık bir Türkiye meselesi olmaktan çıkışının ve çözümünde sadece Türkiye’yle mümkün olmadığı görüşüne varıldığının bir göstergesidir.

AKP iktidarı bu noktada kendi kazdığı kuyuya düştü diyebiliriz. Kuzey Irak’taki Kürt varlığı bir nebzeye kadar Türkiye egemen sınıflarını rahatsız etmiyordu. Barzani ve Talabani hem geçmişlerinde Türkiye’ye olan yakınlıkları (İki Kürt lider de uzun yıllar Saddam rejiminden kaçarken Türkiye pasaportuyla hareket etmişlerdi.) ve bölgenin yeniden şekillenmesinde oynadıkları uysal rolle Türkiye egemen sınıfları cephesinde birer müttefike dönüşmüşlerdi. Bunun karşılığında da Özerk Kürt Yönetimi’yle önemli bir siyasal ve ekonomik ilişki geliştirildi. Ancak Suriye Kürtleri AKP’nin Ortadoğu ve özelde Suriye’ye yönelik planlarında can sıkıcı bir yara açmışlardır. Batı Kürdistan’daki aktörlerin PKK’ye yakınlıkları meseleyi daha yakıcı hale getirmektedir. Suriye’deki çatışma derinleştiği ve bu kıvılcımın bölgeye yayılma ihtimali ortada durduğu müddetçe AKP’nin PKK’yi tasfiye etme çabalarının kuru bir hayalden öteye gitmeyeceği ortaya çıkmıştır. Zaten Karayılan’ın daha fazla silahlanacaklarına dair açıklamaları da bunu doğrular niteliktedir.

Ortadoğu’da hiçbir etnik ve dini unsur Kürt halkı kadar yaygın bir örgütlülüğe sahip değildir. Dolayısıyla Kürtler Ortadoğu coğrafyasında yeni bir alternatif arayan unsurlar için önemli bir müttefik olacaktır. Ortadoğu’daki kriz derinleştikçe bunu daha net gözlemleme şansına sahip olacağız. Ancak bugünlerde Bağdat yönetiminin PKK liderleri ile görüştüğünün ortaya çıkması Kürt hareketinin örgütlü gücünün hareket alanı yaratmak isteyen her burjuva unsur için önemli bir fırsat oluşturduğunu göstermektedir. Kürt ulusal hareketi geçmişte böylesi ittifakları gerek Suriye’deki Esad rejimiyle gerekse dönem dönem İran’la gerçekleştirmişti. Türkiye ile arası açılan Maliki de PKK ile Türkiye’ye karşı dönemsel bir ittifaka girişirse bu şaşırtıcı olmayacaktır.

Elbette emperyalist güçlerin bölgeyi nasıl bir şekillenişe sokacakları da süreçte belirleyici olacaktır. Ancak bu yönde her ne olursa olsun Kürtler dikkate alınması gereken bir aktör olacaklardır. Geçtiğimiz aylarda, Özal döneminde ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olan ve o dönem devletin Öcalan’la yürüttüğü görüşmelerde de etkisi olan Morton Abramowitz “Suriyeli Kürtlerin ‘özerksi bir yapı’yla ortaya çıkmaları dış baskılara bir yenisini ekledi. Erbil ile Bağdat giderek uzaklaşıyor ve muhtemelen bu Irak’ın bölünmesiyle sonuçlanacak. Türkiye’nin Kürtleri, Suriye’deki olaylardan etkilenecek, Irak’ın bölünmesi durumunda ise daha da fazla etkilenecekler.” (The National Interest, 20 Eylül 2012) sözleriyle Kürt sorunu AKP’nin aşil topuğuna mı dönüşüyor tartışmalarında bir sayfa açmıştı. Bu yaklaşım ABD’nin de Kürtlere Türkiye’nin baktığı gibi bakmadığına işaret etmektedir ve özellikle Suriye, olursa da Esad rejimi yıkılırsa, yeniden şekillendirilirken Kürtler önemli bir aktör olarak kendilerini göstereceklerdir.

 

Kürt Hareketi ve Öcalan’ın Konumu

Kürt ulusal hareketi tartışma konusu yapıldığında artık şu durum su götürmez bir gerçek ki Öcalan hareket için kendi kişisel varlığının ötesinde bir anlam ifade ediyor. Kürt halkı Öcalan konusunda büyük bir hassasiyete sahip ve ulusal harekette Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği mesajları şimdiye kadar dikkate almaya devam etti. Son olarak açlık grevlerinde de bunun bir örneğini gördük. Herkesin kolay kolay geri dönüşün mümkün olmadığını düşündüğü bir anda Öcalan’ın çağrısı binlerce tutuklunun açlık grevini bitirmesine neden oldu.

Öcalan yaklaşık 12 yıldır İmralı’da cezaevinde tutuluyor. Bu süreç boyunca Kürt ulusal hareketinin talepler düzleminde üzerinde önemle durduğu noktalardan birisi de Öcalan’ın durumunun ne olacağıdır. Kürt halkının her eyleminde, Kürt siyasetçilerin her konuşmasında, Kandil’den verilen her mesajda bunu görebiliyoruz. Temmuz 2005-Mayıs 2006 tarihleri arasında yaklaşık 3 milyon 243 bin kişi “Öcalan siyasi irademdir” diye imza vermişti. Üstelik bu imzaların yaklaşık 1 milyon kadarı Türkiye sınırları dışındaki Kürt coğrafyasından toplanmıştı. Bugünde Öcalan’ın özellikle Suriye Kürtleri açısından da önemli bir siyasal figür olduğunu belirtmek gerek.

Öte taraftan Kandil içinde Öcalan tartışılmaz otoritesini koruyor ve devlete müzakerelerin birinci dereceden muhatabı olarak gösteriliyor. Murat Karayılan geçtiğimiz Haziran ayında kendisiyle röportaja gelen Avni Özgürel’e yaptığı “Bazı başka dostların da ziyaret talepleri oldu. Konuşmamızın pek uygun olmadığını söyleyerek geri çevirdik.. Genelde bu tür dönemlerde biz fazla öyle basınla çok yakın ilişkide olmuyoruz ama sizi uygun görmemizin nedeni açıkça belirtirsek sizin değerlendirmeniz konuya ilişkin değerlendirmelerinizin ekseninde önderliğinizin yani Başkan Apo’nun olmasıdır. Bu husus bizim için önemli. Çünkü esasında yani gerçekten sorunun çözümünde Başkan Apo’nun durumu gerçekten belirleyicidir.” açıklamasıyla bu mesajı açık bir şekilde iletmişti. Buradan da anlaşılacağı üzere Kürt ulusal hareketi açısından Öcalan’ın dahil edilmediği veya onun onay vermediği bir çözüm planı mümkün görünmemektedir.

AKP açısından Kürt ulusal hareketiyle bir uzlaşma sağlanacaksa bunun Öcalan ile gerçekleştirileceği, yalnızca belirsizliği koruyan etkenin bunun zamanının olduğu son açlık grevlerinde iyice açığa vurmuştur. AKP Kürt ulusal hareketinin siyasi alandaki yüzü BDP’ye alerjiyle yaklaşmakta ve BDP’yi bir muhatap olarak görmeme konusunda özel bir tavır geliştirmektedir. Zaten KCK operasyonlarıyla fiili olarak BDP çalışamaz hale getirilmek istenmiştir.

PKK liderliği ile görüşmek ise Oslo görüşmelerinin sızdırılması ve bu olayın MİT Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden Tayyip Erdoğan’a karşı bir kampanyaya dönüşmesinin ardından ihtimal dahilinde gözükmemektedir. Ancak AKP iktidarı bütün seçenekleri devreden çıkarmak istememektedir. Bu noktada Öcalan AKP açısından görüşülebilecek en makul muhatap olarak öne çıkmaktadır. Hüseyin Çelik’ten, Sadullah Ergin’e, Bülent Arınç’a kadar birçok bakan Öcalan’la görüşmenin normal olduğunu dile getirirken, AKP’ye yakın medyada da Öcalan’a akil adam yaklaşımı gözlemlenmektedir. Bu durumun temelinde Öcalan’ın Kürt sorununda vagonun raydan çıkmasını engellemeye dönük adımları yatmaktadır. Son açlık grevleri deneyiminde de Öcalan’ın çağrısıyla eylemin bitirilmesi ve olası bir çatışma sürecinin durdurulması AKP’yi oldukça rahatlatmıştır.

AKP ise Öcalan’ın bu işaretini ne zaman okuyacak ve adım atacaktır bilemiyoruz. Malum 2013-2014-2015 AKP açısından çok kritik bir dönemeç. Yerel seçimler, Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hesapları ve 2023’e kadar aksamadan ulaşma isteği AKP’yi büyük olasılıkla Kürt sorunun çözümünde adım atma, Öcalan’la görüşme gibi gözünü diktiği milliyetçi oylardan uzaklaştıracak hamlelerden kaçınmaya itecektir.

Kürt Sorununun Çözümü Nasıl Mümkün?

Bugüne kadar Kürt sorununun çözümüne dair egemen sınıflar katından birçok farklı öneri yükseldi; Kürt ulusal hareketinden de yine aynı şekilde çözümün nasıl mümkün olacağına dair çağrılar yükseldi. Özal zamanından beri egemen sınıflar öyle ya da böyle bu sorunun silahlı mücadele boyutu dışında çözümü noktasında birtakım çözüm önerilerine sahipler. Yılların işkencecisi Mehmet Ağar bile Kürtlerin dağda silahla gezeceklerine, düz ovada siyaset yapmaya çağrılmaları gerektiğini ifade etmişti.

Ulusal sorunların çözümüne dair fikir oluşturan International Crisis Group (ICG) Eylül ayında Türkiye ve PKK üzerine hazırladığı raporda, daha önce TÜSİAD eksenli liberal sermaye tarafından da dile getirilen önerilere paralel bir şekilde sorunun çözümünde dört temel noktaya değinmişti: “BİR: Seçim barajı düşürülecek. İKİ: Anadilde eğitim hakkı verilecek. ÜÇ: Anayasada eşit vatandaşlık tanımına halel getiren maddeler temizlenecek. DÖRT: Yerel yönetimler güçlendirilecek.” (Aktaran Ezgi Başaran, 27 Eylül). Bu dört madde Kürt sorununda çözüme dair bir ışık yaratacak olsa da artık meselenin ulaştığı boyutları göz önüne aldığımızda yeterli olmayacağını rahatlıkla görebiliriz.

Özellikle son süreçte Ortadoğu’daki çatışmalar göz önüne alındığında PKK’nin bir sigorta olarak silahı elden düşürmeyeceğini söylenenlerden çıkarabiliyoruz. Türkiye egemen sınıflarının da PKK’nin tasfiye edilmeden çözüm yolunda adım atmayacağını şimdiye kadarki deneyimlerden görebiliyoruz. Kürt hareketi cephesinden çözüm için olmazsa olmaz olarak gösterilen Öcalan’ın özgürlüğü fikrinin uzun vadede bile egemen sınıflar tarafından ciddiye alınmayabileceği de ayrı bir gerçek. Diyelim bütün bunlar gerçekleşti: Kürtçe şarkı söyleyen işçileri bile lince kalkışan Türkiye’nin batısının çözüme ikna edilmesi başlı başına bir sorun olacak.

Dolayısıyla bütün değişkenler Kürt sorununun kısa ve orta vadede düzen sınırları içinde bir çözümünün büyük sıkıntılarla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Genlerinde milliyetçi-muhafazakar bir dünya görüşü taşıyan AKP istese bile Kürt sorununun çözümünde kendi bağcığına basıp düşen çocuk gibi yarı yolda düşmeye mahkum olacaktır.

MHP’yi zaten tartışma konusu yapmıyoruz, Kürt sorununun çözümü MHP için Kürt halkının kanının ne kadar döküldüğüyle alakalı bir konu. Düzenin önemli bir sac ayağı olan CHP cephesinde ise özellikle Kılıçdaroğlu’nun bütün çelişkileri mesele Kürt sorunu olduğunda adeta paçasından akmaktadır. AKP CHP’ye Kürt sorunu konusunda her yüklendiğinde, Kılıçdaroğlu’nun hızını alamayıp başlangıç noktasına bile geri dönmesine neden olmaktadır. Deniz Baykal zamanında kimsenin zaten CHP’den Kürt sorununun çözümü konusunda bir beklentisi yoktu. Ancak diğer bütün konularda olduğu gibi kamuoyunun Kılıçdaroğlu’dan Kürt sorunu konusunda Deniz Baykal’dan daha öte bir beklentisi söz konusuydu. Partideki değişim rüzgarları Sezgin Tanrıkulu, Hüseyin Aygün gibi isimlerle birlikte parlatılıyordu. Ancak 90 yıllık CHP’nin genlerindeki devletçi-milliyetçi kimliğin silinmeyeceği çok geçmeden Kılıçdaroğlu konusunda yanılsamaya sahip olanların gözüne çarptı. Muharrem İncelerin, Haluk Koçların etkili olduğu bir CHP’nin parlamentoda Kürt sorunun tartışılması halinde kimsenin gözünde bir alternatif olarak parlamayacağı, klasik milliyetçi-şoven reflekslerin devreye gireceği açıktır.

Sonuç Olarak

Kürt hareketinin kadro gücünden, coğrafi ve uluslararası konumlanışının avantajlarına, kendi halkı cephesinden tartışılmaz bir otoriteye sahip liderliğe sahip oluşuna ve Kürt sorununun çözüm imkanlarına değindik. Ortadoğu’daki iklim sertleşirken Kürt halkının bölgede önemli bir güç olarak ön plana çıkacağı büyük kabul gören bir öngörü. Bu Kürt halkının kendi kaderini belirlemesi açısından önemli bir avantaj.

Ancak sosyalistler açısından tartışılması gerek başka meselelerde bulunmaktadır. Devrimci hareket açlık grevleri sürecinde gerçekleştirdiği güçlü dayanışmayı, Kürt halkının ihtiyaç duyduğu, baskı altında kaldığı her zaman eksik etmemelidir. Enternasyonalist olmanın temel koşulu budur. Öte yandan Türk kamuoyunu Kürt halkının üzerindeki baskılara karşı harekete geçirme noktasında açlık grevleri sürecinde görüldüğü üzere sol hareketin önemli bir odak olduğu gözden kaçmamalıdır. Devrimci Marksistler ulusal sorunların çözümünde dayanışma çizgisine ek olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkına sonuna kadar sahip çıkarken, en nihai noktada ulusal sorunların çözümünün ancak sosyalist bir dünya ile halklar arasındaki her türlü ulusal ayrımların kaldırılmasıyla mümkün olduğunu dile getirmelidirler.

ETİKETLER