Karadeniz’in Devrimci Tarihi (II)
Hopa ve Fatsa’yı Özgül Kılan Sebepler
Hopa politik olarak sol için önemli bir konuma sahiptir. Bu durumun nedenlerinin başında, gerek 1990’lara kadar SSCB’ye sınır olması, gerekse Türkiye’de faaliyet yürüten TKP’li partililerin eğitimi ve devletin baskılarından dolayı Moskova’ya giderken bir durak noktası olması geliyor. Bu sınır yerleşkesinden geçtiklerinde yardım eden ve ilişki halinde oldukları hep birileri çıkmakta idi. Aynı zamanda Mustafa Kemal hükümetine gelecek yardımlardan dolayı Enver Paşacı İttihatçıların çıkarttığı gazeteler (İstikbal gibi) Kızıl Ordu’yu sürekli över ve selam gönderirken, sınırdaki Bolşevikler bölge halkının derin bir sempatisini kazanmaktadır. Trabzon, Giresun, Rize gibi yerlerden sürekli TKP’ye bir akış söz konusudur. TKP Genel Sekreterlerinden İsmail Bilen de yine bu bölgeden, Rize’den çıkmıştır. Nazım Hikmet de 1925’te Sovyet Rusya’ya giderken Hopa’yı kullanır ve İsmail Bilen’le birlikte geri dönerken 1928’de Hopa’da tutuklanır. O dönemlerde Hopalı birçok komünistin varlığından bahsedilmektedir. Hopalı 3. Enternasyonal delegesi Fırıncı Ahmet’in de adı geçmektedir.
1968’de tüm ülkede etkisini gösteren 68 rüzgârının bu coğrafyada kıyılara kadar uzanmasında 2 başat etken göze çarpıyor. Birincisi TİP’li devrimci öğretmenler, ikincisi ise memleketlerine dönen öğrenciler. Bu durum, Hopalıların sola durdukları güvenin günden güne artmasını sağlamıştır. Kızıldere’de katledilen devrimci önderlerin ardından oluşan örgütlenmeler (1975-80 arası) daha çok anti-faşist mücadele ekseninde şekillenir. Hopa’da sol hareketin gelişimi açısından ilk sıçrama 1976’da Hopa lisesinde MHP’liler tiyatro gösterilerine gidebilsinler diye okulun tatil edilmesi üzerine gerçekleşen tepkisellik sonucu okulun işgal edilmesidir.
1977’de ise TÖB-DER üyesi Vural Ural’ın, Hopa’da Adnan Menderes’in oğlunun toplantısı sonrasında faşistler tarafından öldürülmesi sonucu gerçekleşen kitlesel cenaze töreni de önemli anlardan birisidir. Bu Hopa tarihinin en kalabalık cenazesi idi. Bu olaydan sonra solda genel olarak bir hareketlenme yaşanmaya başlanmıştır.
1977 Trabzon, 78 Hopa ve 79’da Rize merkezli 1 Mayıs mitingleri düzenlenir. 1979 Rize’deki 1 Mayıs mitingi en kalabalık geçen miting olup , mitingin ardından 35-40 araçlık bir konvoy Hopa’ya doğru yola çıkarken MHP’lilerin Çayeli’nde dağlardan ve tepelerden tuğla ve taş atılması sonucu araçların birçoğu zarar görür ve o gün Pazar’dan başlayarak Hopa’ya kadar MHP ve Ülkü Ocaklarının büroları sökülüp denize atılır. Bahsi geçen bu günden 12 Eylül 1980 darbesine kadar Hopa artık tamamen devrimcilerin elindedir. Gece yapılan yazılamalar ve çalışmalar artık serbestçe gündüz vakitleri yapılmaya başlanır. Şehirde sağ görüşlüler olsa da sokakta herhangi bir propaganda yapamazlar. Hopalı devrimci Şefik Kalkan o dönemi şöyle anlatmaktadır: “Bu olaydan sonra ortada düşmanın kalmadığı bir dönem başladı. Hareket tarzımız faşistlerin bertaraf edilmesi üzerinden şekillendiğinden, kendimizi aslında boşlukta hissetmeye başladık. O güne dair hasar gören arabaların masrafları bir çağrı yapılarak 1 saat içinde toplandı” (1).
1979’da bir diğer önemli gelişme seçim mitingi için Hopa’ya gelen Necmettin Erbakan’ın protesto edilerek mitinginin engellenmesidir. Ertesi gün gazeteler “Hoca küçük Moskova’da konuşturulmadı”, “Fatsa’yı Bırak Hopa’ya bak”, “Sağcılar tamamen yok olmuş, sol gruplar birbiriyle çatışıyor” gibi manşetleri devletin Hopa için bazı planlar yaptığını gösteriyordu. Alevi-Sünni çatışması olarak kurgulanan Maraş-Çorum katliamlarına benzer bir yöntemle devlet bu sefer Laz-Hemşin kavgasını yaratmak istiyordu.
Yine aynı şekilde Ordu ve Fatsa’da fındık ve çay eylemlerinin yanında devrimci örgütlerin de sahada var olmasıyla toplumsal muhalefet hız kazanıyordu. Öncesinde Ordu öznelinde gelişen Hristiyan ve Gürcü nüfusun kültürel sanatsal etkinlikleri, eğitim alanında bazı hocaların ilerici dergiler çıkartması ve solun 1975-80 arası yükselişi, Terzi Fikri gibi yerel isimleri hareketin çevresine katarak birlikte ilerlemesi halkla bütünleşip belediye seçimlerinin kazanılmasını getirir. Adalet Partili gibi birçok kesiminin de desteklediği bir seçim kampanyası ile belediye başkanlığı elde edilir. Seçimin kazanılması sonrasında ilk olarak Mahalle Komiteleri eliyle yolundan köprüsüne halkın kendi kendisini yönetmesini sağlamaya yönelik bir deneyimi hayata geçirmeye çalışılmıştır. Seçim çalışmaları boyunca dile getirilen “tefeciye, kara borsacıya geçit yok” şiarı bu sefer fiili olarak uygulanıyor ve karaborsacıların önü kesilip şeker, un, çay gibi temel mahsuller uygun fiyata halka dağıtılıyordu. Bir yandan da şehirlerden geçen polis araçları ve askeri araçlar kontrol edilmeden şehre alınmıyordu. Fatsa’da gerçekleşen bu öykü ülkenin farklı yerlerindeki devrimcilere bir motivasyon kaynağı olarak yayılır ve bu ilham kaynağından egemenler korkuya kapıldıkça ordunun ayak sesleri duyulmaya başlar. Demirel hükümeti döneminde basın eliyle sürekli Fatsa’ya dair kargaşanın hakim olduğu, silahların susmadığı tarzında bir görüntü çizilmeye çalışılır. Ancak hem Hopa’da, hem Fatsa’da darbenin gelişi aylar öncesinden belli olmasına rağmen bu bölgede örgütlü yapıların merkezlerinin ne yazık ki bu süreci aşacak gerekli devrimci donanım ve perspektife sahip olmadığı kısa sürede açığa çıkacaktır. Oğuzhan Müftüoğlu bunu 2011 yılında basılan söyleşi kitabında (Bitmeyen Yolculuk) belirterek; “Önderlik mekanizmasının görevi, işlerin iyi gittiği bir durumda bunun yetmeyeceğini görebilip gereğini yapabilmekti. Bunu başaramadık” ya da “Dev-Yol’u partileşme süreci diye tanımladığımız o günkü yapısından bir üst düzeye çıkaracak bir sıçramayı yapmak zorundaydık, hareket kendisini aşabilmeliydi. Sonuçta biz bunu yapamadık”(2) demiştir.
Askerin Fatsa çıkartmasına karşın Dev-Yol’un kontrolündeki ilçede herhangi bir direniş gösterilmez. Çoğu militan kırsallara çekilirken, Terzi Fikri “şehri terk etmeyeceğini, veremeyeceği hesabı olmadığını” söyler. O dönemki solun anti-faşist mücadele odağı olması dışında pek de bir programı yoktur. Hopa, Fatsa gibi özel yerlere sahip olurken bu bölgelerde olası darbenin ayak sesleri aylar öncesinden kendini belli ederken yerellerdeki kahramanlıklar ve başarı öykülerine imza atan devrimciler tabiri caizse merkez tarafından yalnız bırakılmıştır. Yerellerdeki devrimcilerin darbeye karşı nasıl mücadele edileceği sorularına rağmen Dev-Yol Merkez Komitesi ve Oğuzhan Müftüoğlu dâhil olmak üzere hiçbir MK bir alternatif gösteremez. Ve Fatsa’ya asker hiçbir direniş görmeden sabah girip akşam çıkar.
Sol, Karadeniz’de 12 Eylül yenilgisinden sonra tekrardan aktif olarak Karadeniz Sahil yolu ve HES mücadelelerinde sahneye çıkacaktır.
1980-2000’ler
Darbenin, solun, toplumsal hareketlerin ve tüm farklı kimliklerin üstünden bir buldozer gibi geçmesinin ardından Hopa görece hızlı toparlanmıştır. Hopa’da 939 kişi yargılanmış 11 idam kararı çıkmıştır. Genel afla birlikte birkaç yılda geri kalanlar serbest bırakılmıştır. Bu toparlanmada kentin 1990’larda sınır ticaretine açılması, diğer Anadolu şehirlerine nazaran yöre halkının yardım ve yataklık gibi suçlarla bedel ödememesi etkendir. Bir diğer faktörse çay tarımıyla birlikte Lazlar devlete bağlı bir görüntü çizerken Dev-Yol gibi devrimci örgütlerde Lazların değil Hemşinlilerin çoğunluğu oluşturması burayı özel kılan bir etkendir.
2004’te ÖDP’nin yerel seçimleri kazanmasıyla ülke genelinde tekrardan gözler Hopa’ya çevrilmiştir. Bu durum sadece ÖDP için değil bütün sol/sosyalist çevreler için moral kaynağı olmuştur. Dışarıdan bakan herkes için başka türlü bir Hopa vardı artık. Fakat bu zafer havası çok sürmemiştir. ÖDP Doğu Karadeniz kongresi tarım kurultayında Çay Üreticileri Sendikası kurma kararı alınmasına rağmen kurulamamış, yerel gazeteler dahi bir türlü geliştirilememiştir. Seçilmesinin üzerinden bir yıl daha yeni geçmişken ÖDP ile belediye başkanı arasında fikir ve ideoloji ayrılıkları çıkmış; başkanın “bireysel, benmerkezci, kişisel egosu partimiz üzerinde tutmuştur” denilip ÖDP merkez disiplin kuruluna sevk edilmiştir.
13 Temmuz 2008’de Hopa Kültür ve Deniz Festivali kapsamında “Türkiye çevre sempozyumu” yapılmıştır. Bu toplantının önemi, Hopa’daki sol yapılar ve demokratik kitle örgütlerinin ülkedeki ve bölgedeki çevre hareketleriyle ileride HES mücadelelerine evrilecek ilk doğrudan teması gerçekleştirmiş olmasıdır.
2008 seçimlerinde ise Hopalı seçmen doğal refleksi olarak AKP karşısında CHP’yi birinci parti yapmıştır.
1979’da Fatsa deneyimi olan solda, 2004’te Hopa gibi ekonomik olarak çok daha geniş kaynaklara sahip bir sınır yerleşkesinde eline geçen tarihsel şansı değerlendirememiş, sol-sosyalist bir belediyecilik anlayışı geliştirilememiş ve bu durum da halkta sola karşı bir hayal kırıklığı yaratmıştır.
2007 yılında ODTÜ Sosyoloji bölümünde yapılan bir araştırmada; Hopa’da yaşayan insanlar arasında bir farklılık var mı ve kendinizi hangi kimliğe ait hissedip tanımlarsınız, sorusuna: “Fakirim, demokratım, vatanseverim, Karadenizliyim, köylüyüm ve laiğim” gibi cevaplar gelirken “devrimciyim, sosyalistim” gibi cevaplara pek rastlanmamıştır. Bu olgu Hopa’da sol politika yapanlar için düşündürücü olsa gerek.
Artvin ve Fatsa’da örgütlülük düzeyi, dişe diş geçen ve solcuların üstünlüğüyle sonuçlanan anti-faşist mücadeleler, dillere destan devrimciler… Bütün bu geçmişe rağmen Fatsa deneyimi bir daha tekrarlanamamış. “Çayda, Fındıkta, Tütünde Sömürüye Son” kampanyaları sınıfsal mücadele zeminine oturtulup bir adım öteye taşınamamıştır. 80 Darbesinin provası niteliğinde olan Fatsa operasyonu ile devlet akşamdan sabaha Fatsa’ya girmiş ve bütün örgütlülüğü, hiçbir direnişle karşılaşmadan bitirmiştir. 80 Darbesi ile beraber sol en önemli mevzilerini kaybetmiş ve Karadeniz uzun bir süre sessizliğe gömülmüştür.
90’lara gelindiğinde 1990 yılı başlarından 2007 yılına kadar Karadeniz sahil yolu projesi her aşamasında hukuksuzluklarla devam etmiştir. Trabzon-Rize-Giresun gibi sahil şehirlerinde yaşayan halkla deniz arasına betondan bir duvar örülmüştür, halkın sosyalleşmek için kullandığı alanlar artık yoktur. Kazım Koyuncu gibi figürlerin de başından sonuna tepkisellikleriyle geçen süreçte 2005 yılında Fındıklılı Avukat Cihan Eren hukuki süreçteki mücadelesi sonucu mafya tarafından öldürülür. Ancak mücadele bazı kazanımlarla sonuçlanır. Mücadele sonucu kurtarılan yerlerden -Giresun’un Tirebolu ilçesi, Eğrice çivil kumsalları, Ordu’da Güzelyalı koyu, Şehir Önü, Ünye gibi- sahil yolu geçirilmemiştir. Kıyılar 1991’de çıkan yasa uyarınca kamunun malıdır. Ancak bilinmesi gereken bir diğer gerçek bizden sonraki kuşak da kamu sayılmaktadır. Yüzyıllardır bambaşka kültürleri barındırmış Karadeniz kıyılarından geriye ise beton evler, birbirinin aynısı beton dolgular üstüne yapılmış bir kıyı şeridi kaldı.
1990’lar boyunca Kürt illerine gönderilen ve çatışmalarda hayatını kaybeden askerlerin önemli bir kısmı Karadeniz ve Trabzon bölgesinden çıktığı için aşırı milliyetçi ve Kürt düşmanı bir atmosferin oluşması için elverişli bir ortam bulunmaktaydı. Nitekim hakim sınıflar bu fırsatı kaçırmadılar. Zaten 12 Eylül’den sonra bu milliyetçileştirme stratejisi adım adım devreye sokulmuştu. Karanlık odakların Trabzon gençliğine el atarak onları kullanmaya kalktığı gün gibi ortadadır. 2005’te TAYADlılara yapılan linç girişimi, 2006’da Rahip Santora cinayeti, Mc Donalds’ın bombalanması, 2007’de Hrant Dink suikastı gibi olaylar, birbirini izlemiştir. Bütün bu saldırılar ve faillerinin bilindiği, yönlendirildiği daha sonra ortaya çıkacaktı. Diğer taraftan her şey kötü değil. Son 4-5 yılda HES mücadeleleri farklı bir manzara ortaya koyuyor: Hakları için direnen Karadeniz.
Son Söz
Birlikte yaşayabilmenin yolunun birbirine benzemek fikrinden kurtularak, birbirinin farkını bilen, gören ve bu farklılıklarla bir arada yaşamayı başarabilen bir topluma dönüşmemiz gerekiyor. Diğer taraftan burjuva sistemse bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de ve özel olarak Karadeniz’de de farklılıkları düşmanlık haline dönüştürmeye çalışıyor. Bunu engellemek bizim elimizde. Bu konudaki en büyük silahımız bütün emekçileri kapsamamız ve enternasyonalist bir ruhla yeni devrimci gençliği somut bir güç haline getirmemizdir.
Öncelikle ezilen her grubun kendi ezilmişliğini ve kültürünü daha önemli görmesi, mücadelelerini ayrı ayrı mecralarda yürütmeleri hepsinin birlikte kaybetmesi sonucunu çıkaracaktır. HES mücadelelerinin de kentlerden ve işçi sınıfı mücadelesinden kopuk olması, onları köylere hapsedecek ve yalıtılıp sönümlendirecektir. Kapitalizm emekçileri sefalete sürüklediği gibi çevreyi tahrip eder, insanları birbirine düşürür. Devrimci mücadele ise halkın çok büyük bir kısmı olan emekçileri sisteme karşı birleştirir, özgürleştirir.
(1) Karardı Karadeniz, İletişim Yayınları, s.271-272
(2) Oğuzhan Müftüoğlu, Bitmeyen Yolculuk, Ayrıntı Yayınları, s.210