Kadının Kurtuluşu ve Hukuk – Sevgi Öztürk

Tarihsel süreç içinde kadının toplumdaki yeri coğrafya ve zaman bağlamında değişiklik göstermiştir. Hukuk da ortaya çıktığı dönemden (sınıflı toplumların ortaya çıkmasından) bu yana gerek kadının toplumsal varlığını görmezden gelerek, gerek bunu düzenlemeye çalışarak, sözde eşitlikler yaratarak her daim kadının toplumdaki yerinin ifadesini barındırmıştır.

Uluslararası antlaşmalarda, sözleşmelerde, temel insan hakları belgelerinde kadın-erkek eşitliğine dair çok sayıda hüküm bulunmakta, T.C. Anayasasının 7. maddesi de bu eşitliğe vurgu yapmaktadır. Yine de toplumsal yaşamda tam eşitlik sağlanamadığı ortadadır. Hatta Türkiye özelinde bu eşitsizlik son zamanlarda giderek derinleşmektedir. AKP iktidarı boyunca artan kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz olayları ve ardından mevcut burjuva hukuku içinde bile abes kaçan dava kararları; yasa değişiklikleri bu durumu önleyebilir mi ya da hukuk sistemi kadının ezilmesi sorununa çözüm olabilir mi, ne kadar olabilir gibi soruları yeniden akla getirmiş ve bunların incelenmesini gerekli kılmıştır. Bu yazıda kadının ezilmesi sorunu ve hukuk arasındaki ilişkiyi inceleyeceğim ve bu soruların yanıtını vermeye çalışacağım.

Kadının ezilmişliği ve hukuk arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için öncelikle kadının ezilmesinin temel nedenini kavramak gerekir. Sorunun kaynağına inmeden çözüme dair bir soruyu doğru yanıtlamak mümkün olmayacaktır.

Kadının Tarihsel Yenilgisi

Kadının ezilmesinin nedenine temelde verilen iki farklı yanıt vardır. Sosyalist feministler de dahil feministler kadının ezilmesinin kaynağının ataerkil sistem olduğunda ortaklaşırlar. Yani kadınların ezilmesinin temel sorumlusu erkeklerdir. Feminizmin mücadelede erkeleri dışladığı da düşünülürse, bu sistemden çıkarı olan ve nüfusun yarısını oluşturan erkelerin yaşadığı bir dünyada ataerkil sistemin nasıl değiştirileceği sorusu yanıtsızdır. Kaldı ki ataerkil sistemin maddi temeli de ortaya konamamaktadır.

Marksistler ise kadının ezilmesinin temeline sınıflı toplumların üretim ilişkilerini koyar. Marksizme göre toplumdaki temel çelişki, cinsler arasında değil sınıflar arasındadır. Bütün ezilme ilişkilerinin kaynağı da sınıflı toplum yapısıdır. Kadının toplumdaki yeri toplumsal düşünceler bağlamında değil belirli bir zaman ve yerde o topluma tekabül eden üretim ilişkileri bağlamında değişiklik gösterir. Marks’ın ifadesiyle “insanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marks, Ekonomi Politiği Eleştirisine Önsöz). Kadının ezilmesini ve hukukun bundaki rolünü kavramak da kadınların toplumsal varlığını, yani bunu ve hukuku belirleyen maddi yaşam koşullarını kavramakla mümkündür. Elbette ki toplumsal düşünce ve ahlakın da etkisi vardır ancak “Bütün diğer idealler, adetler ve alışkanlıklar gibi, ahlak da insanların ekonomik ve sosyal durumundan kaynaklanır; elbette bu, koşulların mekanik bir yansıması biçiminde olmaz, ama onlardan tamamen bağımsız da değildir.” (Cliff, Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi)

Peki, öyleyse tarihsel süreç içinde maddi yaşam koşullarında nasıl bir değişiklik olmuştu da kadın ikinci plana atılmıştı ya da bu hep böyle miydi? Kadının ezilmesi süreci yaygın kanının aksine yerleşik yaşama geçişle başlamadı. Avcı- toplayıcı toplumlarda, toplayıcılık faaliyetini yerine getiren kadın rastlantısal olan avcılık karşısında grubun beslenmesini garantilemekteydi ve erkelerle eşit konumdaydı. Neolitik devrimin gerçekleşmesinden yani bahçe tarımına ve yerleşik yaşama geçilmesinden binlerce yıl sonrasında da sınıfların, devlet aygıtının, kadınların ikincilleştirilmesinin varlığına dair herhangi bir şeye rastlanmaz. Bunların gerçekleşmesi için neolitik devrimin üstüne kentsel devrimin eklenmesi gerekmiştir. Sınıflı toplumların başlangıcı olan kentsel devrimin kapısını aralayan saban tarımına geçişle birlikte üretim bir parçası olan kadın üretim sürecinin dışına itilmiştir. Toplumsal yaşamdaki yerinin maddi temellerinin ortadan kalkmasıyla toplumsal konumu da ikincilleşmiştir.

Günümüz sınıflı toplum yapısı olan kapitalizmde ise kadınların ezilmesinin temel nedeni, yeniden üretimin sosyal üretim alanından ayrı bir alanda aile içinde gerçekleştirilmesidir. Bu sayede kapitalistler mevcut işçilerin üretime yeniden hazırlanmasını ve yeni işçi kuşakları yetiştirilmesini bedavaya getirmiş olur.  Şiddet, taciz ve çeşitli ayrımcılıklarsa kadının her gün bir kambur gibi sırtında taşıdığı ev işleri ve çocuk bakımının ağır yükü karşısında hafif kalmaktadır. Zaten bunlara temel teşkil eden cinsiyetçi fikirler de yeniden üretimin merkezi olan aile içinde şekillenmekte ve pekiştirilmektedir. Kadının ezilmesinden çıkarı olan kapitalistlerden yemekhane, kreş vb. ortak ihtiyaçlara para harcaması beklenemeyeceğine göre kapitalizm ortadan kalkmadan kadının ezilmesi de son bulmayacaktır. Ancak özel mülkiyete son verilmesiyle kadının ezilmesinin maddi temelleri ortadan kaldırılabilir.

Feminizm ve Hukuk

Feministlere göre hukuk erkek egemenliğinin en katı biçimde görüldüğü alandır.  Hukuk bilimi kamusal ve özel alan ayrımı yaratarak eril tahakkümünü ailede de sürdürür. Pozitif hukuktaki erkek egemenliği ve erkeklerin çıkarlarını savunmakla yükümlü görülen perspektiflerin incelenmesi feminist hukukun konusunu oluşturur. Toplumsal yaşamdaki kadın erkek eşitsizliği pozitif hukukta da yansıması bulmakta ve pozitif hukuk, dişil yaşam biçimini eril yaşam biçimi kadar dikkate almamaktadır. Bunun sonucunda hukuk normlarının düzenlenmesinde kadınlar dezavantajlı duruma düşmektedir. Feminist hukuk bunun eleştirisi ve değiştirilmesiyle ilgilenir. Hukukun iktidar ilişkilerini nasıl oluşturduğu ( ki bu toplumsal üretim ilişkilerinin belirleyiciliği yok sayılarak iktidar ilişkilerinin ağırlıkla hukuk tarafından şekillendiği ön kabulüne dayanır.)  , bu ilişkilerin değişimi için kullanılacak metotlar konusu içindedir. Başka analiz kategorileri de bulunduğunu kabul etmekle birlikte temelde “kadınlar” ve “cinsiyet” kategorilerini merkeze alır.

Feminist hukuk bilimi geleneksel hukuk öğretisindeki boşlukları doldurma iddiasındadır. Hâkim hukuk anlayışının dişil ve diğer azınlıkta kalan yaşam biçimlerini göz önünde bulundurmadığı ve bu boşlukların doldurulması gerektiği iddiasındadır. Bunu söylerken toplumu yaşam biçimi üzerinden bölmekte ve ayrışmanın sınıfsal olduğunu atlamaktadır. Hukuk sadece azınlıkta kalan yaşam biçimlerini değil toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfını da baskılamaktadır.

Feminist hukukçulara göre hukuk toplumsal ilişkileri sadece yansıtmamalı, aynı zamanda değiştirmelidir de. Bir üst yapı kurumu olan hukukun sadece kendi varlığıyla altyapının çeşitli ifadeleri olan toplumsal ilişkileri değiştirmesini beklemek hayalciliktir. Feminist hukuk bilimi, hukukun dişil yaşam biçimini de dikkate alarak düzenlenmesi yanında hukukun uygulanmasının sonuçlarının araştırılmasını da gerekli görür. Herkesin yasa önünde soyut olarak eşit olması uygulamada da eşitlik sağlanacağı anlamına gelmez. Bu görüşe katılmakla birlikte eşitliğin hukukun uygulanmasının denetlenmesiyle sağlanabileceği görüşüne katılmamız mümkün değildir. Herkesin eşit olduğu bir toplumsal düzen sağlanmadan hukukun tanıdığı soyut eşitlik, denetimine rağmen hiçbir anlam ifade etmemeye devam edecektir. Kaldı ki hukuku oluşturanlar denetimini de kendine tabi kılmaktadır.

Çok sayıda feminist hukuk teorisi olmakla birlikte burada sadece feminist hukuktaki en önemli tartışmaya değineceğim. Feminizmde iki ana akım olan eşitlikçi ve farklılıklar feminizmi, hukukun kadının sosyal gerçeklerinin nasıl dikkate alacağı sorusunun yanıtında da kendini göstermiştir. Eşitlikçiler ( liberal feministler) haklar konusunda cinsiyetler arası eşitliği savunur. Eşitlikçi görüşler kadın ve erkek arasındaki farkı sosyal ve ekonomik eşitsizlikler olarak görür. Oysaki farklı sınıftan iki kadın arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizliklerle kıyaslandığında aynı sınıfa mensup kadın-erkek arasındaki eşitsizlik çok daha azdır. Burada söz konusu olan tüm kadın ve erkeklerin eşitliği değil kendi sınıfının erkekleriyle eşitliktir. Farklılığı savunanlarsa kadınların farklılıklarının dikkate alınarak gerçek toplumsal eşitlik sağlanana kadar kadına imtiyazlar tanınması gerektiğini söyler. Buradaki temel soru farklılığın neyi esas alacağıdır. Farklılık yaklaşımı kadına erkeğinkinden faklı bir kadın karakteri biçerek özcülüğe yaklaşmakta ve kadın karakterini sınırlamaktadır. Her iki akıma da egemenliğini sürdüren ikili cins (kadın-erkek) anlayışından hareket etmeleri eleştirisi getirilebilir.

Feminist hukukçulara göre, bilinç yükseltme sayesinde ataerkil toplumdaki yanlışlar tartışılarak çözüme kavuşturulabilir ve toplumun bilgilendirilmesiyle, hassaslaşmasının sağlanmasıyla ataerkil hukukun uygulanmasına müdahale edilebilir. Oysa tüm insanlık gibi kadınların da yaşamını kontrol eden bilinç yükseltme sonucu takındıkları tutum değil, sosyal koşullardır.

Tüm eleştirilere rağmen feministlerin mücadele sayesinde, kadın- erkek eşitliği adına hukuksal alanda sağladıkları kazanımları görmezden gelemeyiz. Ancak SSCB döneminde elde edilen kazanımların Ekim Devrimin basıncı ile elde edildiğinin de altını çizelim.

SSCB Deneyimi

Ekim devrimi sadece işçi sınıfının değil kadınların ve diğer tüm ezilenlerin kurtuluşunun yolunu açmıştır. Kadınlar Ekim Devrimiyle birlikte o güne kadar hiçbir burjuva hükümetçe tanınmamış haklar elde etmişlerdir. Hem de kendilerinin tetiklediği bir ayaklanma ile.

Devrimin hemen ardından 1917 gibi çok erken bir tarihte henüz burjuva devletlerde kadınlara tanınmayan seçim hakkı ve eşit işe eşit ücret yasallaştı. İşçilerin üretim sürecinin kontrolünü ele geçirmeleri, kadınların yeniden üretim süreci üzerindeki kontrolleri sorununu gündeme getirdi. Bu sorunun somut ifadesi 1917 ve 1918’de çıkarılan yasalarda yer buldu. Yeni, “politik, ekonomik, medeni hukuk ve aile” yasaları bir darbede yüzyıllardır süregelen eşitsizlikleri silip atmayı amaçlıyordu. Evliliği gönüllü bir ilişki haline getiren, meşru ve gayrı-meşru çocuklar arasındaki ayrımı kaldıran, kadınlara erkeklerle eşit iş bulma olanağı sağlayan, eşit ücret veren ve ücretli annelik izni uygulamasını başlatan yeni boşanma ve medeni hukuk yasalarını çıkarıldı. Zina, ensest ve homoseksüellik ceza yasasından çıkarıldı.

Devrimden altı hafta sonra kilise evliliğinin/dini nikâhın yerini medeni nikâh aldı ve bir yıl dolmadan da eşlere eşit haklar veren, meşru ve gayri-meşru çocuklar arasındaki ayrımı kaldıran bir evlilik yasası çıkarıldı. 19 Aralık 1917 kararnamesi boşanmayı çok basitleştirdi: eğer iki taraf da boşanmaya razıysa ayrılık hemen gerçekleşiyordu, eğer sadece bir taraf istiyorsa kısa bir mahkeme süreci yaşanıyordu. Hiçbir neden aranmıyordu, hiçbir kavga, hiçbir çekişme olmuyordu, hiçbir tanık ya da kanıt gerekmiyordu. Böylece Sovyet Rusya dünyada boşanmanın tamamen serbest olduğu tek ülke haline geldi. 17 Ekim 1918 Yasası’na göre, “Evli çiftler ortak bir soyadı kullanırlar, evliliğin kaydı sırasında eşlerden birinin soyadını ortak soyadı olarak seçebilirler”di. Yeni yasa şöyle devam ediyordu: Fiili nesep, yasal, dinsel evlilikler ya da evlilik dışı ilişkiler arasında hiçbir fark gözetilmeksizin ailenin temeli kabul edilir. Birlikteliklerini kaydettirmemiş ebeveynlerin çocukları diğer çocuklarla aynı haklara sahiptir.

Bolşevikler başından beri, kadının kurtuluşu için doğum kontrolüyle ailenin boyutunun sınırlanmasını gerekli görüyorlardı. 1920 Kasım’ında kürtajı yasallaştıran bir kararname yayımlandı. Kararname kadınların sağlığını korumak için, “kürtaj operasyonlarının Sovyet hastanelerinde ücretsiz yapılması ve operasyonların zararlarını en aza indirecek önlemler alınması”nı şart koşuyordu.

Devrimin ikinci yılında Lenin gururla açıklıyordu:

“Sovyet iktidarının Avrupa’nın en geri ülkelerinden birindeki iki yıllık iktidarı boyunca, kadını kurtarmak, onu ‘güçlü cins’ le eşit hale getirmek için, son 130 yıl suresince dünyanın tüm ileri, aydın, ‘demokratik’ cumhuriyetlerinin hep beraber yapmış olduklarından çok daha fazlası yapılmıştır.”

Üstelik bütün bunlar, devrimci kadınların iradesi sayesinde; kadınların hiçbir hakka sahip olmadığı, babasının ya da kocasının malı sayıldığı, alınıp satıldığı çarlık rejiminin karanlığından doğuyordu.

Ancak, kadınların gerçek eşitliğe kavuşmaları sadece yasalarla olamazdı. Geleneksel ailenin maddi temelleri yok edilmeliydi. Bunun için miras hakkını fesheden, geleneksel kadın işlerini ortak kreşlere, yemekhanelere, çamaşırhanelere devreden yasa ve tüzükler çıkarıldı. 1919-1920 arasında Petrograd nüfusunun neredeyse %90’ı komünal mutfaklardan beslenmekteydi, Moskova nüfusunun %60’ı ortak mutfaklara kayıtlıydı(Kollontai, Ekonomik Gelişmede Kadın Emeği).  Çocuk bakımı sorumluluğu annelerin omuzlarından alınarak topluma verilmişti. Artık kadınlar evlilik birliğinde ev işleri ve çocuk bakımı prangasından kurtulmuştu.

Tüm bu çabalara rağmen neden kadınların kaderi yine ev içi köleliği oldu? Bunu anlayabilmek için devrimin kaderine bakmak gerekir.

Geciken dünya devrimine rağmen işçi iktidarının ayakta tutulması gerekmekteydi. İç savaş önceliklerin değişmesine neden oldu. Her şeyden önce hayatta kalmanın önemli olduğu dönemlerdi. 1918 ve 1920 yıllan arasında salgın hastalıklar, açlık, soğuk ve savaş sonucunda 9 milyon SSCB yurttaşı yaşamını yitirdi. Dünya savaşında bu sayı tüm uluslardan 4 milyondu. Cephede savaşan kadınlar da olmakla birlikte, dönemin asli görevi -askeri mücadele- erkekler tarafından üstlenilmekteydi. Kadınların payına düşense çocuk bakımı, yemek yapımı olmuştu. İşsizlik kadınların kurtuluş savaşımlarına sert bir darbe vurdu ve erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarım arttırdı. Devlet masrafları kısmaya çalıştı. Eşit ücret yasası uygulanamadı. Komünal kurumlar – ortak mutfaklar, kreşler- giderek azaldı. Yüz çocuktan sadece üçüne kreş bulunabilmişti. Kadınlar tekrar ev köleliğine sürüklendiler. Dönemin sert ekonomik koşulları içinde, boşanma özgürlüğü, kadının aleyhine sonuç doğurdu. Boşanmalar çoğunlukla erkeğin isteği üzerine gerçekleşiyordu. 1918 Aile Yasası’nda sözü bile edilmeyen nafaka sorunu 1920’lerde kadınlar için yaşamsal bir önem kazandı. En eşitlikçi ve özgürlükçü yasalar bile ekonomik altyapısı sağlanmadığında bir işe yaramıyordu. 1925’te nafaka garantisi yasallaştı. Yeni yasa kaydedilmemiş evliliklerde de nafaka zorunluluğu getiriyordu. Ayrıca eşlerin evlilikleri sırasında edindikleri mülk üzerinde kadının da pay sahibi olduğunu kabul ediyordu.

İç savaş yıllarında işçi sınıfının niceliksel ve niteliksel kayıp yaşaması sonucunda, parti kendini sınıfın yerine ikame etmek zorunda kaldı. NEP’ le birlikte bürokrasi giderek güçlendi. Stalin’in zaferi bürokrasinin de zaferi olmuştu. İç savaşta nüfus oldukça azalmış, sanayi gerilemişti.  1928-29 yıllarında artan sanayileşme kadın istihdamını arttırıyordu. Ancak bu yeniden ev işlerinin yükü altında ezilen kadın için kurtuluş değil, yükünün iki katına çıkmasıydı.  Savaş sonrası azalan nüfus ve muhafazakâr zihniyetin bileşimi sonucu aile yeniden kutsandı. Aile sadece nüfus politikası için değil Stalinist bürokrasinin ihtiyaç duyduğu tutuculuğu desteklediği için de gerekliydi. 1934’te homoseksüellik sekiz yıl hapisle cezalandırılan bir suç haline geldi. Annelik önemli bir propaganda teması oldu. 1936’da sağlık tehlikesi olmadığı sürece ve ciddi kalıtımsal hastalıkların geçme olasılığı söz konusu olmadıkça kürtaj yasaklandı.1935-36 yasaları boşanmaya karşı bazı yaptırımlar getirdiler. Birinci, ikinci ve sonraki boşanmalarda sırayla 50,150 ve 300 ruble ücret ödenecekti. 1943’de karma eğitimin yasaklanmasıyla cinsel karşı-devrim doruk noktasına ulaştı. Stalinist gericiliğin aile konusundaki tutumu, boşanmaya karşı ağır yaptırımlar koyan 8 Temmuz 1944 Yasasında da kendini gösterdi. Boşanma mahkeme yoluyla gerçekleşecek bir olay haline getirildi ve ücretler arttırıldı. Boşanma sürecinde, alt mahkemelerin yeniden barışmayı sağlamak için her çabayı göstermesi gerekiyordu. Eğer bu sağlanamazsa, dava boşanmayı karara bağlama yetkisi olan bir üst mahkemeye aktarılıyordu. En büyük yenilik mahkemenin davayı reddedebilmesiydi. Yasa, meşru ve gayrı-meşru çocuklar arasındaki farklılıkları yeniden getirdi. İkinciler babalarından soyadı, yardım ya da miras talep edemiyorlardı. Kadınlar artık kuluçka makinası olarak görülüyordu. Anneleri daha fazla çocuk sahibi olmaya teşvik etmek için çocuk sayısına göre nakit mükâfat verilmesiyle bu desteklendi. Çok çocuklu anneler ayrıca özel madalyalarla ödüllendirildi. On çocuk doğurup yetiştiren kadınlar kahraman anne ilan ediliyor, ardından kahraman annelere doğum izni dahi verilmiyordu. Bekârlar, yalnız yaşayanlar ve küçük aile üyeleri özel bir vergi ödemek zorunda bırakıldı.

Sonuç

En ilerici yasalar bile uygulanabilirliğinin maddi koşulları sağlanmadıkça işe yaramazdır. Kadının ezilmesi sorunu salt hukuksal olarak çözülebilecek bir sorun değildir. Çünkü sorunu yaratan hukuk düzeni değil, maddi hayatın kendisidir. Kapitalist sistem içerisinde kadınlar ister eve hapsedilsin, ister üretim sürecine katılsın; emeğin yeniden üretimi bağlamında ezilmeye devam edecektir. Görülmektedir ki kadının ezilmesinin yani özel mülkiyetin temelleri ortadan kaldırılmadan kadının kurtuluşu gerçek anlamda sağlanamayacaktır. Bu da ancak sosyalizmde mümkündür. Peki, o güne kadar oturup bekleyecek miyiz? Ezme- ezilme ilişkisine son verecek olmasa da, ezilmeyi arttıran yasa ve uygulamalara karşı her zaman mücadele edilmelidir. Ancak bu mücadele emekçi kadınların burjuva kadınlarla birlikte yürüteceği bir mücadele değildir. Ezilme ilişkisinin tarafı olmakla birlikte burjuva kadınların sistemin devamından çıkarı daha fazladır. Kadın ve erkek emekçilerin birlikte vereceği mücadele sayesinde hem geri bilinçteki erkekler ilerleyecek hem de mücadele içinde emekçi kadınların kendine olan güveni artacaktır.

KATEGORİLER
ETİKETLER