Kader mi Cinayet mi: İş Cinayetlerinin Arkasında Ne Var? – Emre Güntekin
Son günlerde iş cinayetleri sıkça gündeme gelmeye başladı. Madenler, inşaatlar, fabrikalar… Yer, mekân ve zaman fark etmiyor. Kapitalistlerin kar hırsının olduğu her yerde emekçiler ölümle yüz yüze çalışmak zorunda kalıyor.
Geçtiğimiz günlerde Zonguldak-Kilimli’de kaçak bir maden ocağında 4 işçi yaşamını yitirdi.
ODTÜ’de gerekli önlemleri almayan ve okulu şantiyeye çeviren yönetimin denetimsiz bir şekilde çalıştırdığı kamyonun dorse kapağı seyir halindeyken açılarak ODTÜ Psikoloji Bölümü son sınıf öğrencisi İrem Kütük’ün canına mal oldu. Bir kazanın iş kazası kategorisine alınması için illaki işçi olmasına gerek yok.
Bir gün sonra Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’nin Gebze etabında devam eden viyadük montajı sırasında oluşan göçükte 3 işçi hayatını kaybetti.
Bugünse Bursa’da bir mobilya fabrikasında tıra malzeme yükleyen işçilerin üzerine dorse devrilmesi sonucu 2 işçi ezilerek yaşamını yitirdi. 1 işçi ağır yaralandı.
Tablonun geneli de parlak değil. Ekim ayında en az 140, 2018 yılının ilk 10 ayında da İSİG (İş Sağlığı ve Güvenliği Meclisi) verilerine göre en az 1640 işçi yaşamını yitirdi. Bunlar tabi ki resmi verilere yansıyanlar! Enflasyon verilerinde, işsizlik rakamlarında olduğu gibi işyerlerinde yaşanan kazaların büyük çoğunluğu genellikle resmi verilere yansımıyor; sermaye ve iktidar işbirliğiyle özellikle gerçeklerin üzeri örtülüyor.
Peki, Türkiye’deki iş kazalarının önlenememesindeki temel faktörler neler?
En başta gelen faktör iş kazalarında yaşanan ölümlerin sıradan bir ölüm vakası gibi fıtrata, kadere bağlanması. İşçi ölümleri konusunda asli neden kapitalizmin doğasındaki kar hırsıdır. Hızlı çalışma temposu, uzun mesai saatleri, gerekli güvenlik önlemlerinin alınmaması gibi iş kazalarında başat rol oynayan faktörlerin geri planında kar hırsı yatmaktadır. Hatırlarsınız, 2008 yılında Tuzla’da filika denemesinde normalde kum torbaları kullanılması gerekirken; denemeler gerçek insanlarla gerçekleştirilmişti. Filika denize indirilirken düşmüş ve 3 işçi boğularak ölmüş, 15’i de ağır yaralanmıştı. Şimdi bu kazanın nedenine fıtrat demek utanmazlık değildir de nedir? Tersane patronları paralarına kıyıp deneme de kum torbası kullansaydı elbette işçilerin kaderi ölüm olmayacaktı. Aynısı başka pek çok iş kazası için geçerli.
İSİG verilerine yansıyan gerçeklerden birisi de örgütsüz işçilerin iş kazası sonucu ölümlerinin oransal yüksekliği: 2018 yılında ölenlerin 3’ü (yüzde 1,69) sendikalı işçi, 174 işçi ise (yüzde 98,31) sendikasız. Sendikanın, işçi örgütlenmelerinin olmadığı yerde patronlar işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinden kolaylıkla kesinti yapabiliyorlar. İşsizliğin, yoksulluğun tavan yaptığı bir ülkede hangi örgütsüz işçiden iş güvenliği önlemleri için mücadele etmesini bekleyebilirsiniz ki? Bu konuda verilecek mücadelenin başat gerekliliklerinden birisi işçinin iş güvencesine sahip olması ve örgütlü gücüne sahip olmasıdır.
İktidar ise bu örgütsüzlüğü sürekli kılmak ve mücadelenin önünü kesmek için şimdiye kadar yolu kullandı: Grev yasakları, üçüncü havalimanı işçilerine dönük tutuklamalar… Yani bu ölüm makinesinin işlemesi için iktidar her zaman görev başında.
Öte yandan Türkiye’de işçi sağlığına ve güvenliğine dönük yasal mevzuat caydırıcılıktan oldukça uzak.
2012 yılında yürürlüğe konulan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası ile iktidar iş kazalarında bir azalma beklediğini ilan edecekti. Ancak yasa çoğu yerde kağıt üzerinde kaldı. Patronlara yaptırımlar her zaman ki gibi minimum düzeyde tutulurken; birçok iş kazasında iş güvenliği uzmanları adeta patronun dublörü olarak hâkim karşısına çıkarılmaktadır. Hatırlanacak olursa yasanın çıktığı dönemde Türkiye’de iş güvenliği uzmanlığı furyası patlak vermişti. Yeni mezun işsiz mühendis yüzbinlerce kişi iş güvenliği uzmanı olabilmek için bu işi ticarete döken kurslara akın etmişti. Her zamanki gibi niceliği artırarak sorunun çözüleceği düşünülmüştü. Ancak piyasa bir anda kısa bir eğitim sürecinden geçen, nitelik konusunda zayıf yüzbinlerce iş güvenliği uzmanlığı ile dolmuştu. Tabi ki bu ilgiyi yaratan dolgun dolgun maaşlar da piyasadaki iş güvenliği uzmanı bolluğu sonucu asgari ücret düzeyine kadar gerilemişti. Bugün yüze yakın iş güvenliği uzmanının iş kazaları nedeniyle patron yerine cezaevinde yattığından kimin haberi var?
Sorun yalnızca iş gücü arzının talebi aşmış olması da değil! Bir iş güvenliği uzmanı kendisini hem hunharca sömüren, kısa sürelerde birden fazla işyerinde çalışmaya zorlayan OSGB (Ortak Sağlık Güvenlik Birimi) patronlarını memnun etmek, hem Bakanlık denetimlerinden sorunsuz çıkmak hem de danışmanlık hizmeti verdikleri ve aynı zamanda ücretlerini kazandıkları işyeri sahiplerini mutlu etmek zorundalar. Şimdi düşünün: Bir iş güvenliği uzmanısınız. Maaşınızı aldığınız veya geçici süreyle danışmanlık hizmeti verdiğiniz patronun işyerini yasanın size verdiği yetkileri kullanarak durduracaksınız! İşinizi kaybetmek istiyorsanız pekâlâ bu yolu deneyebilirsiniz. Bu bağımlılık ilişkisi iş güvenliği uzmanlığı mesleğinin zaten ölü doğum olduğunun göstergesidir.
Peki patronlar bir iş kazası olduğunda ne yapıyor? Önce iktidar büyük bir kazaysa yayın yasağı getiriyor veya küçük bir işyeriyse zaten kazayı, ölen işçiyi kimse duymuyor. Yoksul aileler “kan parası” adı altında yapılan ödemelerle tavlanmaya çalışılıyor: Kabul ederlerse meselenin üzeri sonsuza kadar kapatılmış oluyor, etmezlerse zaten aileleri provokatör, hain ilan etmek için kapıda hazır bekleyen bir medya ve trol ordusu mevcut.
Kısacası iş cinayetleri bir sistem sorunudur. Yasalar, denetimler bu ölümleri azaltabilir. Ancak kar hırsı, yoğun sömürü, uzun çalışma saatleri, patron-iktidar ilişkisi sürdüğü ölçüde her bir emekçi az ya da çok iş cinayeti tehlikesiyle karşı karşıya kalmaya devam edecektir. İş cinayetlerinde ölmek istemiyorsak tek seçeneğimiz örgütlenmek ve bir sınıf olduğumuzun bilincinde olarak patronların kar hırsına karşı mücadeleyi yükseltmektir.