İtidalli Siyasetin Sefaleti – Emre Güntekin

İtidalli Siyasetin Sefaleti – Emre Güntekin

Geçtiğimiz günlerde Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi ve çoklu baro planının yasalaşmasıyla birlikte iktidarın bunları nasıl başarabildiğine ve gelecekte yapmayı hedeflediklerine nasıl direnç gösterilebileceğine dair fikir yürütmenin gerekliliği ön plana çıkıyor.

Baroların bölünmesine ve yargının savunma ayağının çökertilmesi konusunda atılan adımlara karşı barolar ve avukatlar önemli bir mücadele örgütlediler. Ancak protestolar baro yönetimleri ve sayısal açıdan küçük bir avukat grubuyla sınırlı kaldığı ölçüde, iktidarın koyduğu eylem yasaklarını geriletmeyi başarsa da, yasayı püskürtmekte yetersiz kaldı. Önümüzdeki dönemde sosyal medyaya yönelik yasal kısıtlamaların ve belki de iktidarın uzun süre gündemde tuttuğu yeni seçim yasalarının gelebileceği düşünülürse avukatların bize bir örneğini gösterdiği demokratik hak mücadelesi üzerine kafa yormak gerekecektir. Kimi noktada baroların çekinceleri nedeniyle, bir ölçüde de kendi hantallıkları nedeniyle bu süreci izlemekle yetinen sendikalar ve odalar gibi meslek ve emek örgütleri baro yasasını bir uyaran olarak görmelidir. Nitekim iktidarın keskin kılıcı önümüzdeki dönemde bu unsurların üzerinde de dönecektir.

Bu tabloda Ayasofya meselesi barolara yönelik saldırı, ekonomik krizin etkisiyle giderek artan işsizlik, hayat pahalılığı ve yoksulluk karşısında gündemi değiştirme konusunda iktidara yardımcı olsa da mesele bununda ötesinde anlamlar içermektedir. Ayasofya, Türkiye sağının 86 yıllık bir özleminin ifadesi olmakla birlikte siyasal İslamcı rejim açısından inşa edilmek istenen Türkiye’nin genlerinin nasıl kodlanacağı konusunda fikir vermektedir. AKP’nin idealindeki yeni Türkiye neo-Osmanlıcı bir politik yönelimle, dışarda alt-emperyalist maceralara girişen; içerde Türk-Sünni kimliğin dışında kalan her türlü etnik ve dini unsur üzerinde tahakküm kuran, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali tartışmasında olduğu üzere kadınların yaşam alanını daraltan, LGBT’lere yönelik saldırganlığın dozajını artıran, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlarını daraltan bir çerçeveye sıkışacaktır.

Bugüne kadar, özellikle CHP başta olmak üzere, muhalefet cephesi AKP’nin dini ve etnik gerilimler üzerinden toplumsal kutuplaşmayı artırma hedefine alet olmama kaygısıyla bu tartışmalarda topa girmemeyi ve hatta ona birçok kez destek olmayı görev bildi. Ancak bu itidalli siyasetin kartopu gibi büyüyen bir saldırganlık karşısında bariyer oluşturamayacağı açıktır. Öyleki barolara yönelik saldırı karşısında tepkiselliği, hiçbir sonuç yaratmayacağı açık olmasına rağmen, meclis duvarlarıyla sınırlayan muhalefet cephesi Ayasofya kararında bunu daha rezil bir noktaya taşıyarak adeta iktidardan ilk cuma namazı için bilet kapma yarışına kadar uzandırmıştır.

Cumhuriyet gazetesinde 13 Temmuz tarihli yazısında Orhan Bursalı CHP’ye yüklenenleri eleştirirken, bu iflasa şöyle bir politik gerekçe yaratmaktadır:

“Sonuç alamayacağımız konularda söz söylemeyelim mi, savunmayalım mı, görüşlerimizi açıklamayalım mı, sorusu haklıdır.

Ben sadece “kaybedip üstüne dayak yiyeceğiniz” konularda (cephe) taraf olmayın derim.

Ayasofya böyle bir konudur.

Bu anlamda, konuyu önemsizleştirmek belki de iyi bir strateji olabilir.”

Toplumsal mücadeleler de kaybetmek de elbette işin bir parçası. Siyasal mücadele tarihinin büyük bir bölümünde kaybedenlerin hikayeleri yer alır ve bu yenilgi direnerek gerçekleştiği ölçüde hem gelecek kuşaklara ilham kaynağı olur hem de dersler yaratır. Ancak dövüşmeden alınan yenilgilerin nasıl büyük travmalar yarattığını da tekrar etmeye gerek yok. İçinden geçtiğimiz sürecin ruh halinin belirleyicisi budur.

Toplumun geniş muhalif kesimleri (sosyal demokrat, Alevi, ulusalcı vs.) yıllardır hemen her konuda iktidarın attığı antidemokratik ve otoriter adımların, siyasal olarak bağlı oldukları unsurlar tarafından sessizce kabullenildiğine şahit oldular ve bu durum iktidarın hemen her koşulda ayakta kalacağı izlenimini yarattı. Sadece Adalet Yürüyüşü bu durumun istisnası sayılabilir. Özellikle CHP eliyle yaratılan bu psikoloji iktidarın sadece antidemokratik uygulamaları değil, sınıf düşmanı adımları da sorunsuz bir şekilde atmasına yol açtı. Hadi sağ muhafazakar kitleleri irrite etmemek adına Ayasofya meselesine susuluyor diyelim. Peki on milyonlarca emekçinin yaşamsal bir sorunu hale gelen işsizliğe, yoksulluğa, hergün bir yenisi gelen vergilere, torpillere ve liyakatsiz atamalara, doğanın talanına, dağdaki keçinin bile kazanç kapısı haline getirilmesine yarım ağız bir muhalefet dışında birşey yapıldığını görebilen oldu mu?

İktidar sıkışıyor yorumları hayli revaçta olsa da, hala özgüvenle hareket ettiği unutulmamalıdır. Oy oranları eriyor, kriz derinleşiyor olabilir. Ancak sadece buna dayanarak gelecek planı yapmak yanıltıcı olacaktır. Bu tıpkı 1930’larda Nazilerin yükselişine seyirci kalan, iktidara geldiklerinde nasıl olsa orada kalamayacaklar ve sonra sıra bize gelecek mantığıyla hareket eden Stalinizmin izlediği yol kadar tehlikelidir. Olağanüstü koşulların içerisinden geçtiğimiz bu dönemde tesis edilen rejim elindeki bütün imkanları sonuna kadar kullanacaktır.

Toplumsal muhalefet gelecek dönemde iktidar cephesinden gelecek saldırılara karşı mücadele kanallarını yaratmaya çabalamadığı ve iktidarın istediği hemen her konuda at koşturması karşısında izleyici kaldığı takdirde 2023 hesapları yaratılan yıkımı tamir etmeye yetmeyecektir.

KATEGORİLER