İslam’ın Sol Okuması: Mümkün Mü? (II) – Güneş Gümüş

İslam’ın Sol Okuması: Mümkün Mü? (II) – Güneş Gümüş

İslamcılara Neler Oluyor?
 
Anti-komünist bir gelenekten beslenmiş bir İslamcı geleneğin kök saldığı Türkiye’de neler oluyor? Nereden çıktı bu solcu İslamcılar, neden şimdi? İhsan Eliaçık şimdilerde “Gül, Erdoğan dini çevreler 70’li yıllardan itibaren anti-komünist bir eğitimden geçirildi. Anti-komünist olmak muhazafakarlığın şartı olabilir ama İslam’ın şartı değildir, alakası yoktur.”(8) diyor ve muhalefete yaşam alanı tanımayan iktidarı sağcı-sermayedar kafasına sahip olmakla suçluyor.
 
İslamcılığın sol versiyonunun cisim kazanmasının yakın zamanda yaşanmasının nedeninin AKP’nin uzunca bir süredir devam eden iktidarı olduğunu söylesek hata yapmayız. Bu ülkede çok uzunca bir dönem boyunca, özellikle de 12 Eylül darbesi sonrasında komünizmin panzehiri olarak ve kitlelerin pasifize edilmesi için İslamcılar egemen sınıflar tarafından desteklense de; egemen sınıfın karşı atağı sözkonusu olduğunda(28 Şubat gibi) ise hiçbir koşulla sola yönelik saldırganlık düzeyiyle karşılaştırılamayacak hafif sıyrıklarla süreç atlatılsa da (bu saldırıların hedefi de topyekun İslami hareket değil, o hareketin bir kesimi olmuştur) İslamcıların bu ülkedeki temel çıkış noktalarından biri mazlumluk ve mağduriyete dayalı bir söylem ile “muhalif” bir duruş olmuştur. Hatta AKP, iktidarının belli bir dönemi boyunca, sivil-askeri bürokrasinin ataklarından yararlanarak bu imajını korumayı bilmiştir. Ancak AKP’nin sivil-askeri bürokrasinin de belini kırdıktan sonra devlet içindeki bütün pozisyonlarda tamamen egemenliğini kurması, kendi zenginlerini yaratması, ayyuka çıkan yolsuzluklar vb. AKP’nin “kenardakilerin, mağdurların, dışlanmışların partisi” kimliğini yok etmiş, yerine kodamanların ANAP’laşan partisi imajının yerleşmesine neden olmuştur.
 
İslamcılar arasında sınıfsal yarılmanın derinleşmesine denk düşen bu dönem İslami hareket içinde, küçük çapta olsa da, hoşnutsuzlukları ve ayrışmaları beraberinde getirmiştir. Uzun yıllar boyunca birlikte Milli Görüş hareketinin içinde yer alan Mehmet Bekaroğlu, İhsan Eliaçık gibi unsurlar şimdi iktidara gelmiş yol arkadaşlarını iktidar ve serveti ele geçirince değişmek ve Karunlaşmak, firavunlaşmakla suçluyorlar. Eliaçık; “Ebuzer-i Gifari’nin Muaviye’ye dediğini diyoruz: ‘senle aynı kıble’ye dönmüş olabiliriz, aynı namazı kılmış olabiliriz ama bundan böyle sen çizginin öbür tarafındasın.”(9) derken AKP ile aradaki derinleşen ayrımı ifadelendiriyor. Eliaçık’ın AKP kadrolarına yönelik suçlamaları bununla da sınırlı değil. AKP’nin palazlandırdığı İslamcı sermayenin alternatif değil; sermaye sınıfının yeni bir türevi olduğuna vurgu yapan Eliaçık, İslamcı kadrolara artık rant coşkusunun yön verdiğini, sömürü sistemine “abdest” aldırdıklarını da sözlerine ekliyor: “…alternatif sermaye oluşturmuyorsunuz, yiyici, sömürücü sermaye sınıfına dahil oluyorsunuz. Kapitalizme abdest aldırıyorsunuz. Ben AKP kadrolarında rant coşkusundan başka bir şey göremiyorum, eğer rant kokusu almazlarsa üç km. yol yapmazlar. İktidarın diğer bileşeni olan cemaatte ise cemaat taasubundan başka bir şey görmüyorum… eğer böyle giderse muhafazakar iktidarı rant coşkusu ve cemaat taasubu nedeniyle bitecek. Burada yine söylüyorum, bu iki şey sizi bitirecek.” (10)
 
Yoksul halkla bağını koparmış olmak, ABD’nin suç ortağı haline gelmek ya da iktidarda diktatörleşmek de Eliaçık’ın AKP’ye yönelik suçlamaları arasında: “Otellerde, kırmızı halılarda dolaşmaktan dışarıyı göremiyorsunuz”, “Irak’ta ölen 1,5 milyon Müslümandan haberin var mı? Dünyanın ezan okunan yerlerine bomba yağdıranlar senin neyin oluyor? Model ortağın mı?”(11), “Muhaliflerini tasfiye edip devleti de ele geçireceklerdir. Sonra da diktatör olacaklardır. Peki, bu dünya kaç diktatör gördü? Bunların sonları tarih sayfalarında ortadadır. Bunlar yoldan çıktı. İktidar gücü bunları bozdu.” (12)
 
Benzer şekilde Mehmet Bekaroğlu “mağduriyet ve masumiyetin sembolü türbanın, ciplerle teşhirin sembolü” haline getirilmesinden bahsederken İslamcı kadrolar ve zenginlerinin yaşamına yön veren lüksü yererken bir yandan da iktidarın mazlumun, yoksulun yanında değil karşısında konumlanışına değiniyor: “Sayın başbakan, siz de işçi öldürmeyi iyi bilirsiniz, uyguladığınız neoliberal politikalara her gün Tuzla’da işçilerimiz kurban oluyor.”(13)
 
AKP’yi, cemaati, İslamcı sermayeyi hedef alan “asgari ücretle işçi çalıştıran bir Müslüman boşuna namaz kılıyor”, “dindar gençlik yetiştirmeyi bırak, varolanı ne yaptın ondan haber ver. İhaleci, rantçı yaptın. Bu ülkenin dindarlar beklediği bu değildi.” tarzı söylemler iktidarı ve ondan nemalananları rahatsız ettiğini de belirtelim. Parti grup toplantısında Eliaçık’ın sözlerine cevap yetiştiren Erdoğan, İslam sosyalizminin olamayacağını her fırsatta açıklayan Fethullah Gülen ya da İslam’ın kapitalizme ne kadar uyumlu olduğuna kanıtlar sunan ilahiyatçılar ve İslamcı entellektüeller; hepsi “mazlumun, mağdurun, yoksulun” sözcüsü olma sahte imajlarının sarsılmasına sinirleniyorlar. Sol İslamcılar güçlendikleri ve marjinal olmaktan çıktıkları ölçüde bu söylemlerin daha da sertleşeceğini öngörmek zor değil.
 
İktidara gelen İslamcıların lüks, yolsuzluklar, zulüm ve sömürüyle özdeşleşmesi karşısında bu kesimlerle arasına çizgi çekenler neden rotayı soldan, sosyalizmden yana çeviriyorlar? Eliaçık’ın da farkına vardığı gibi sağcılık, muhafazakar duruş sermayenin safıdır; tarihsel olarak emeğin, ezilenin safı sol olmuştur(her ne kadar sol kavramının içi sistem içi unsurlarla doldurulmaya çalışılsa da). Sol evrensel olarak hiçbir çıkar gütmeden, hiçbir rant kaygısına girmeden, zenginlik beklentisi olmadan sömürülenden, ezilenden yana tavır almış; çoğunlukla azınlıkta kalsa da mücadelesini en zor koşullarda sürdürmüştür. Ezilen, sömürülenin kendi safının bilincinde olmadığı, kimi zaman devrimcilere karşı döndüğü  dönemlerde bile devrimci, sosyalist, komünist saflar çilekeş bir yaşamı, bedel ödemeyi göze almış kararlı, iradeli, samimi unsurları bünyesinde toplamıştır. Che Guevera gibi iktidarın nimetlerini terk edip devrimci mücadelesini yaymak için düştüğü yollarda şehit düşen; Gramsci gibi yıllarca Mussolini hapishanelerinde inancını yitirmeden gelecek kuşaklara yoluna ışık tutmaya çalışan; Rosa ile Karl gibi katledileceklerini bile kitlelerle aynı kaderi paylaşmaktan bir an olsun çekinmeyen; Lenin gibi devrim sonrası iktidarı ele geçirdikten sonra bütün sadeliğiyle, hiçbir ayrıcalık olmadan yaşamına devam eden ya da Troçki gibi Sovyet iktidarının Lenin’le birlikte örgütleyiciliğinden sonra tüm dünyada sosyalizmin tapusunu ele geçirmiş bir güce, Stalinist rejime karşı herkes safları terk ederken bütün ailesinin, yoldaşlarının ve kendisinin de katledilmesini göze almış onurlu bir mücadelenin yürütücüsü olan başka önderler göstersinler bize diğer siyasal akımlardan. Ya da şimdi adlarını bilemediğimiz, sayamadığımız yüzbinlerce, milyonlarca adanmış devrimci yürek… Bu irade, bu adanmışlık, bu cefakarlık ancak insanın insana sömürüsüne son diyen; sınıfların, sınırların ortadan kalkmasını savunan bir geleneğin, devrimcilerin, sosyalistlerin, komünistlerin safından çıkar. Sözün özü sömürüye, emperyalizme karşı çıkanın, ezilenden yana saf alanın yüzünü sola dönmesi şaşırtıcı olmaktan uzaktır. Aksine bu tavır alışın kendini solla ilişkilendirmesi dünya çapında yaşanan bir gerçekliktir.
 
Yoksulların İlacı İslamcılığın Sol Versiyonu Mu?
 
Sol İslamcıların iktidara, kapitalizme eleştirileri var, var olmasına da; peki bu eleştiriler sorunun bam teline dokunuyor mu? Sadece bam teline dokunmak da yetmez, bu cendereden insanlık adına gerçek bir kurtuluşu sunabiliyorlar mı? Bu soruların cevabını sol İslamcıların değerlendirmelerinde birlikte arayalım. Öncelikle Eliaçık olsun Bekaroğlu olsun iktidardaki İslamcılara yönelik ortaklaşılan eleştirinin iktidar ve servetin nimetleriyle bozuldukları, karunlaştıkları, firavunlaştıkları olduğunu görürüz. Burada şu sonuç doğal olarak çıkar (kimse de zorlama yaptığımızı iddia edemez): uzun yıllar boyunca aynı safta (Milli Görüş) verdikleri mücadele süresince birkaç reddi miras edilen konu (Kanlı Pazar gibi) olmakla birlikte doğru yolda ilerlendi; ne zaman ki iktidar ve zenginliğe erişme imkanı doğunca diğer iktidardakiler gibi bozulma yaşandı. Aksine bir ifadeye biz rastlamadık; hatta gerek Eliaçık gerekse Bekaroğlu’ndan Milli görüş çizgisinin unutulmaz önderi Erbakan’a yönelik sempatik açıklamaları ve sahip çıkmaları bu değerlendirmemizi kanıtlar niteliktedir. Ortaya çıkışından itibaren Milli Görüş geleneği küçük burjuva kitlelere ve onların iyi hallicelerine (KOBİ’lerle özdeşleşebilecek) dayanmış bir hareket olduğu açıkken; servet biriktirenlerle ilgili onca laf ederken dev serveti (hem de altın olarak biriktirilen!) ile Erbakan nasıl olumlanabilir. Bu söylemler, iktidardaki İslamcıların yozlaşmasından duyulan rahatsızlığın, sömürü sistemine getirilen eleştirilerin bu sistemin değerlerinden kökten(anti-kapitalist) bir kopuşa tekabül etmediğini bize anlatmaktadır. Kaldı ki bu durumu başka örneklerle de göstermek mümkündür. Örneğin cipli türbanlı ile işçi türbanlı arasında yaptığı analoji ile neredeyse “servet düşmanı” ilan edilen Bekaroğlu, bu ifadeleri kullandığı İstanbul belediye başkanlığına SP’den aday olduğu süreçte “bir yandan Müslümanım diyeceksiniz bir yandan da yanındaki çalışana sigortasız 500 milyonu reva göreceksin, böyle Müslümanlık olmaz” diye bir çıkış da yapmıştı. Şimdilerde üyesi olduğu ve sosyal demokrat bir programı İslamcılıkla bütünleştirmiş HAS parti ise 1 Mayıs 2012’ye “işçiye hakkını alınteri kurumadan veriniz” şiarıyla katılmıştı. Peki soralım; gerek Saadet partisi gerekse HAS partine destek veren parababalarının neredeyse hepsi işçiye hakkını değil asgari ücreti reva görmüyor mu? Bekaroğlu bunu bilmiyor mu? Bu noktada HAS partinin farklı olduğunu düşünenler olabilir; şunu hatırlatalım HAS partinin kuruluşunda çok sayıda işadamı, geçmişte bakanlık yapmış unsurun yer almıştı(14). HAS parti başkanı Numan Kurtulmuş, Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı, “haklı zenginlik” şiarlı Askon(Anadolu Aslanları İşadamları Derneği) toplantısına da iş olsun diye gitmiş olmasa gerek.
 
Bu noktada HAS parti ile İhsan Eliaçık arasında da ayrım olduğunu söyleyenler olabilir. Haklarını teslim edelim, Eliaçık mal-mülkle ilişkisi olmayan bir entelektüel olarak çevresine de kendisi gibi unsurları toparlamıştır. Hatta Numan Kurtulmuş’a yönelik olarak “Harun gibi gelip Karun gibi gitmeyin” uyarısında da bulunmuş; biriktirmenin haram olduğunu dillendirip şahsi olarak ev ve araba dışında birşeye sahip olmamak gerektiğini; geri kalan mülkü infak etmek lazım geldiğini savunmuştur. Bu açıdan Eliaçık’ın İslamcı sermayenin küçük ya da büyük unsurlarıyla bir çıkar ilişkisi yoktur. Peki olayın özü bu mudur? Kişisel servetten uzak olmak ve de servest düşkünlerini mahkum etmek… Samimiyet açısından çok geçerli olgular olsa da ne yazık ki çözüm için yetmez.
 
Eliaçık kendi sözleriyle şunu savunmaktadır: “Ben İslam’ın vaaz ettiği sosyal adalet kavramından, infak etmekten, dağıtmaktan, yardımlaşmaktan, zengin ile fakir arasındaki uçurumun kalkmasından söz ediyorum.” İhtiyaçtan fazla biriktirmemek gerektiğini söyleyen İhsan Eliaçık, eğer biriktirirsen de emek-sermaye ortaklığına gireceksin demektedir. “…fabrikanız, işyeriniz de olabilir. Ama burada da yanınızda çalıştırdığın emekçilere açlık sınırından aşağı maaş vermeyeceksin. Elde etmiş olduğun ürünün yarısı emekçinin olacak.” diyerek karın yarısının işçinin olması gerektiğini savunan Eliaçık, böylece adalet sağlanabileceğini düşünmektedir. Ancak sormak gerekir ki üretimi işçiler yaparken, ortaya çıkan mallar tamamen emekçilerin ürünüyken patron sadece sermaye sahibi olarak (ki artık kiralama-leasing- ve kredilerle o bile tartışılır) elde edilen karın yarısına ortak oluvermektedir. Bu çizilen resim, kapitalistlerin işçinin emeğinin sömürüsüyle yaratılan artı-değeri tamamen cebe indirmesinden olsa olsa daha vicdanlısı olur, daha ötesi değil. Dikkat edersek burada “adalet” vardır, eşitlik değil. Patron patron olarak varlığını sürdürür; çünkü ihtiyaçtan fazlasını sermaye olarak koymuş ve bunu hak etmiştir; işçi ise elinde avucunda hiçbir şey olmadığından işçi olarak devam eder, ancak bu sefer karı daha adil paylaşıldığı bir işyerinde. Sınıflar varlığını olduğu gibi korur, bu sefer sınıfsal uçurum daralarak. Eliaçık “adalet devleti”nin gerekliliğinden bahsetmekte ve iktidara İslam’ın buyruğu olarak “hükmettiğin zaman, adaletle hükmet” diye çağrıda bulunmaktadır. Eliaçık’ın söylemleri yine eşitlik değil adalet noktası gelmektedir değil mi? Yönetenler hep olacak, ama bu sefer adil olanları.
 
Yoksulların ilacı sol İslamcılık mı sorusuna cevap vermek adına şu çarpıcı noktaya da açıklık getirelim. Eliaçık’ın gerek sorunu ortaya koyuşu dolayısıyla gerekse de çözümü hedefi vurmaktan uzaktır. Eliaçık, servet biriktireyip ihtiyaç fazlasını infak etmekte; işçiye hakkını (karın yarısını) vermekte ya da “adalet devleti”ni kurmakta kime güvenmektedir. Vicdanlı insanlara. Peki şu an içinde yaşadığımız sömürü düzeninden çıkışı sağlayacak bu “vicdan” hayatı günlük akışını sarsıp yeni bir yaşamı nasıl nasıl bizlere sunacaktır? Ya da diyelim ki yoksul, horlanan, ezilen kitleler artık yeter dediler; peki sonrasında oluşacak yeni düzenin yozlaşmamasının, eskiye dönmemesinin garantisi ne olacaktır? Vicdanlı insanlar! Aynı insanlar değil mi bugünkü sistemi yaratan ya da ona katlanan. Değişen ne? Koca bir soru işareti! İnsanlığın güzel günlerinin reçetesi olarak “vicdanı” koyanlar aslen o kurtuluşu imansızlaştırırlar. Yine kurtuluş bu dünyanın ötesine, diğer aleme kalır!
Değinmemiz gereken can alıcı bir noktada sol İslamcılığın çıkış döneminin sadece AKP’nin iktidarına denk düşmediği, solun zayıflığını da bu noktada göz ardı etmemek gerektiğidir. Fehmi Koru’nun Anti-Kapitalist Müslüman Gençler’in 1 Mayıs’a katılması sonrası yaptığı şu açıklamalar dikkat çekicidir: “Ak Parti’nin çekirdek kadrosu SSCB’nin olmadığı ateist bir rejimle tercih noktasında kalmadığı bir ortamda aynen bugünkü gençler gibi o mitinge giderdi. Başbakan da Abdullah Gül de, Refah’tan gelen etkili pekçok isim de. Ki bugün de onları sempatik gördüklerini düşünüyorum. Ama bir yandan da siyasetçi olmaları nedeniyle acaba bize bir oyun mu bu diye düşündüklerini de sanıyorum. Ama endişeye mahal yok. Ebu Zerr çizgisini hatırlatıyorlar. O çizgi toplumun vicdanı. yani zenginlere sadece siz yoksunuz, bir de yoksullar var, emekçiler diyen çizgi.”(15) Bu sözlerin ardında AKP’yi aklama ve “ezilenden, mağdurdan, mazlumdan” yana imajını kaptırmama gayesi olmakla birlikte “SSCB’nin olmadığı ateist bir rejimle tercih noktasında kalmadığı bir ortamda” İslamcıların tutumunun değişeceğine yaptığı vurgu önemlidir. Gerçekten de solun zayıflığı, iktidarı sarsacak etkinlikte, korkulacak bir güç olmaktan uzak oluşu İslamcıların sol söylemlere yönelmesini kolaylaştırmıştır. Refah partisinden bu yana bu böyledir. Bu noktada SSCB’nin varlığında, Latin Amerika’da devrimci hareketlerin estirdiği dönemlerde tercihini net şekilde, gün geldiğinde bedelini katledilerek ödeyerek yapan; tavrını soldan, devrimcilikten, ABD emperyalizmine karşıtlıktan yana koymuş Hıristiyan Kurtuluş teolojisinin çok daha ileri bir noktada olduğunu da belirtelim.(16)
 
Toparlarken Engels’in İslam dünyasındaki çatışmalara yönelik bugünü de anımsatan şu sözlerine yer vermeden geçm eyelim. Engels’in değerlendirmelerinin geleceğe de ışık tutup tutmayacağını (Eliaçık’ın HAS parti başkanı Numan Kurtulmuş’a “harun gibi gelip karun gibi gitmeyin” diyerek seslendiği gibi) birlikte göreceğiz:
 
“İslam dünyasının ayaklanmaları, özellikle Afrika’da garip bir karşıtlık oluştururlar. İslamiyet, doğuluların, özellikle de Arapların yani bir yandan ticaret ve sanayiyle uğraşan kentlilerin, öte yandan göçebe Bedevilerin ölçülerine göre oluşmuş bir dindir. Ama bu dinde periyodik bir çatışmanın tohumu vardır. Zenginleşen ve tantanalı bir yaşayışa kavuşan kentliler, ‘yasa’ya uymada gevşeklik gösterirler. Yoksul ve yoksullukları nedeniyle katı töreleri olan Bedeviler, bu zenginliklere ve bu zevklere arzu ve açgözlülükle bakarlar. İmansızları cezalandırmak, dinsel törenler yasasını ve esas imanı yerleştirmek ve ödül olarak imansızların servetlerine elkoymak için bir peygamberin, bir mehdinin yönetiminde birleşirler. Kuşkusuz, yüzyıl sonra cezalandırdıklarıyla aynı noktaya varırlar; yeni bir temizlik gereklidir… İran’daki ve başka İslam ülkelerindeki karışıklıklarda da böyle ya da hemen böyle oldu. Bunlar dinsel bir kılıf taşımalarına karşın, ekonomik nedenlerden doğan hareketlerdir. Ama başardıkları zaman bile, ekonomik koşullara dokunmuyorlar. Dolayısıyla, hiçbir şey değişmiyor, çatışma periyodik duruma geliyor.”(17)
 
Sonuç Olarak
 
Öncelikle Marksizmin din konusundaki tutumunun çok yönlü bir perspektife sahip olduğunu belirtelim. Marks’ın ünlü“Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanların içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.” sözleri de bu derinlikli kavrayışı ortaya koyuyor. Modern dinler, sömürü düzenini savunup yoksul kitlelere bu çürümüş düzene sabırla, kanaatkar ve itaatkar şekilde katlanmayı vaaz ederek egemen sınıfların en önemli yardımcıları olmuştur. Ancak aynı dinde yoksul kitlelere hitaben zenginlerin, ezenlerin yerildiği, hatta onlara karşı çıkmak gerektiğine dair cılız da olsa söylemler bulmak mümkündür. Yazımızın önceki bölümlerinde örneklediğimiz ezilenlere hitap eden bu çağrılar, tarihin de gösterdiği gibi ezilenlerin bayrağı olabilmiştir. Dolayısıyla dinin ve tabii ki İslam’ın ezilenden, yoksuldan, sömürülenden yana okuması ne ilktir ne de son olacaktır. Demek isteriz ki bugün “Anti Kapitalist Müslüman Gençler” adıyla vücut bulan sol İslamcılık özgün bir örnek olmadığı gibi şaşırtıcı bir gelişme de değildir.
 
Türkiye’de uzun bir geçmişe sahip ana akım İslamcılık, dünyanın geri kalanında olduğu gibi, kendisine vücut veren muhalif (niteliği ayrı bir tartışma) söylemden koparak ezenin, zenginin, emperyalist güçlerin yanında saf tutmasıyla sayısal olarak güçlense de ideolojik olarak zayıflamış, meşruiyet temellerini kaybetmiştir. İslamcılar tarihin testinden başarıyla geçememiştir. Onların tepki olarak yükseldiği(en azından söylemsel bazda) toplumsal çelişkiler varlığını hız kesmeden sürdürmektedir, daha da derinleşerek! Yoksulluk, sınıfsal uçurum, emperyalist saldırganlık vb. artarak sürüyor. Hatta artık İslamcılar bu saldırıların yürütücüsü konumunda. Bütün bunlara rağmen iktidarının ilk dönemlerinde askeri-sivil bürokrasinin (Kemalizmin) atakları karşısında hoşnutsuzluklar, eleştiriler olsa da İslamcılar AKP’nin arkasında durdular. Ancak ortak düşmanın beli kırıldıktan sonra İslami hareketin kendiliğinden beliren ortaklığı zayıfladı. İktidardaki İslamcılardan hayal kırıklığına uğramış İslami hareketin içindeki unsurlar; hareketlerinin temel meşruiyet kaynağı, çıkış temeli olmuş olan anti-emperyalist retorik(ABD, İsrail karşıtlığı); toplumsal adalet söylemi gibi konularda eski retoriğe geri dönüş yaptılar. İslami gelenek içindeki bu yarılmadan (küçük de olsa) bazı unsurların geçmiş muhalif söylemleri geliştirerek sola varması da sürecin bir ürünü. Engels’in yukarıda alıntıladığımız değerlendirmeleri ne de iyi özetliyor durumu.
 
Bir yandan da solun artan toplumsal çelişkilere rağmen güçsüzlüğü sol İslamcılığa alan açıyor. Nasıl mı? Sınıfsal uçurumlar derinleşip toplumsal tepkiler artarken sosyalist hareketin marjinalleşmesi toplumsal muhalefet adına bir boşluk yaratıyor. Bu boşluğa görerek ona talip olan, boşluğu değerlendirmek isteyen, İslami yönü güçlü yoksul halka da rahatlıkla hitap edebileceğini düşünen, bunun planlarını yapan İslam’la solu harmanlayan bu süreçte çokça örnekle karşılaştık. “Birazcık komünist” olduğunu söyleyerek çıkış yapan Abdüllatif Şener’in parti girişiminden, Mehmet bekaroğlu-Numan Kurtulmuş’lu HAS partiye, İhsan Eliaçık’tan soldan İslami sola kayış yapan Cem Somel, Zeki Kılıçarslan’lara, Doğudan dergisine kadar bu kulvarda ışık gören ya da samimiyetle bu kulvara giren unsurlar oldu, gelecekte de olacak.
 
AKP ile temsil olunan ana akım İslami geleneğin, yine bu gelenekten çıkan unsurlarca eleştiriye, yergiye tabi tutulması; “ezilenden, mağdurdan, mazlumdan yanayız” söylemlerinin içinin boşaltılması iyi bir gelişme. Emekten yana mücadeleye katıldıkları sürece de yanımızda yerleri var. Ancak bilmek gerekiyor ki sol İslamcılığın karşıtlığı da, alternatifliği de, çözümü de dolu değildir. Milyarlarca yoksul emekçinin yaşadığı kapitalist barbarlık bir vicdan sorunu değildir ki çözümü vicdani olsun. Anti-kapitalist bir söylemle yola çıktığını düşünse ve söylese de sol İslamcılık, İslami hareketin doğası olan küçük burjuva siyasetinin dışına çıkamaz; oluşacak hareketler gerçek anti-kapitalist özneler değil, küçük burjuva radikalizminin bir türü olacaklardır. Marksizmi özel kılan işçi sınıfının kapitalizme karşı ve sosyalizmi kurma mücadelesini bilimsel temellere oturtarak, insanlığın kurtuluşunun iyi bir dilekten öte gerçekleştirilebilir hale getirmesidir. Bunun için de burjuvazinin yoğun saldırılarına, tek uzun soluklu deneyiminin Stalinist karşı devrimle çürütülmesine vb. rağmen dünya çapında genç, muhalif ve mücadeleci unsurlara yüz elli yıldan fazladır ilham vermektedir. İşçi sınıfına, ezilen kitlelere gerçek kurtuluşu sunabilecek tek güç devrimci Marksizmin önderliğinden başkası değildir. Ne demişler kılavuz gideceğin yolu da belirliyor!
 
Son söz olarak İhsan Eliaçık’ın solun, sosyalistlerin toplumsal değerlere saygılı olması ve onları da sahiplenmesi (La ilahe illallah demekten çekinmemeli sol diye ifade ettiği) gerektiği ya da bazı Hikmet Kıvılcımlı ekolünün devamcıları gibi sol İslami söylemleri de kullanmaktan kaçınılmaması (referans olarak da Kıvılcımlı’nın Eyüp Sultan konuşması veriliyor) söylemlerine değinmek gerekiyor. Açıktır ki İslami ifadelere yer vermek solun halkla bütünleşmesinin anahtarı olsaydı Kıvılcımlı’nın kendisinin ya da devamcılarının bunu başarabilmiş olması gerekirdi(Sormak gerekir o zaman neden, Kıvılcımlı’nın kendi Vatan partisi örneği bir yana 1960 ve 1970’lerde Kıvılcımlı devamcıları en marjinal sol oluşumlardan biri olarak kalmıştır). Ya da tersinden açıklarsak 1960’ların sonunda ve 1970’lerde sosyalist hareket kitleselleşip halkın damarlarına kadar indiyse bunun nedeni halkın muhafazakar değerlerine sahip çıkmak olmamıştır. Solun yoksul kitlelerle buluşmasını sağlayacak ve de İslami hareketin farklı sınıflar arasındaki ittifakını çatırdatacak olan solun sınıf siyaseti yürütmesidir. Sol ancak kimlik siyasetini aşarak sınıf politikası yapar ve böylece Alevi ile Sünni’yi, Kürt ile Türk’ü aynı sınıf kavgasında ortak düşmana karşı buluşturmayı başarırsa farklı bir çıkış yapabilir.
 

Aynur Akman

 
 
 

 
(1) Filozof Farabi’nin deyişiyle “gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşit paylaşıma dayanan bir cumhuriyeti kurmak” gayesindeki Karmatiler, ortak mülkiyet ilkesini kendilerine esas almışlardı. İslam komüncüleri olarak anılan Karmatiler, 9. yüzyılda Irak’ta ortaya çıkmış ve 10. ile 11. yüzyılda etkili olmuşlardır. Zenginlerin malını paylaşmayı, halk içinde zengin-yoksul ayrımının olmamasını ilke edinen Karmatiler, Arap yarımadasının güneyinde korsanlık yaparak zenginlerden edindikleri malları yoksullara dağıtıyorlardı. Karmatilerde üretim her işin başı sayılarak kadın-erkek, yaşlı-genç herkes üretim faaliyeti içinde konumlandırılmış; herkesin mülkiyet ortaklığına girmesi için siyasi faaliyet yürütülmüştür.
(2) Ali Şeriati, Islam Shenasi, Mashhad: University of Ferdowsi, 1972, s. 14-15, 98.
(3) Ali Şeriati, Kur’an’a Bakış, Ankara: Fecr Yayınevi, 1992.
(4) İhsan Eliaçık’la Söyleşi: Ortadoğu’da Gelecek: Sosyalist-Müslüman İttifakı…, Red dergisi, Ocak 2011.
(5) age.
(6) İhsan E., ANF Söyleşi: “AKP Kapitalizme Abdest Aldırdı”, 11 Mayıs 2011.
(7) İhsan Eliaçık gibi sosyal İslam savunucuları peygambere atfedilen bütün hadislere güvenilemeyeceğini söyleyip sadece Kuran ile aynı çizgide olanları referans almaktadırlar.
(8) İhsan E., ANF Söyleşi: “AKP Kapitalizme Abdest Aldırdı”, 11 Mayıs 2011.
(9) İhsan E., Söyleşi: “Allah, Biip, Özgürlük”, Radikal, 12 Ağustos 2011.
(10) İhsan E., Basın Klübü programı, Haber Türk, 30 Mart 2012.
(11) İhsan E., Tarafsız Bölge programı, CNN Türk, 6 Şubat 2012.
(12) İhsan E., Söyleşi: “Gülen Cemaati Yok Olacak”, Yurt gazetesi, 30 Nisan 2012.
(13) Mehmet Bekaroğlu, “Sayın Başbakan İşçileri Öldürmeyi İyi Biliyor”, Radikal, 23 Şubat 2009.
(15) Fehmi Koru, Doğru Açı programı, 3 Mayıs 2012.
(16) 1973’te Brezilya’da yayınlanan “Kilisenin Şiarı”ndan: “Kapitalizm aşılmalıdır. O en büyük kötülük, birikmiş günah ve çürümüş kök, o, verdiği her meyveyi –sefalet, açlık, hastalık ve ölümü- çok iyi bildiğimiz bir ağaçtır. Kapitalizmin aşılması için üretim araçları (fabrikalar, toprak, ticaret ve bankalar) üzerindeki özel mülkiyet kaldırılmalıdır.”
(17) Engels, İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı, Din Üzerine, s. 294, dipnot
KATEGORİLER
ETİKETLER