İnsan Doğası Sosyalizme Engel mi?
Çok sık söylenir insanların açgözlü, bencil ya da çıkarcı olduğu. Bugün içinde yaşadığımız toplumda insanlar daha çocukluklarından itibaren aileden, okuldan, çevreden, medyadan hep aynı nakaratı dinlemek zorunda kalıyorlar: Yükselme ve yönetme arzusu, diğerlerinden daha fazla şeye sahip olma arzusu, rekabet, hırs… Bunların, insanların doğasında olan şeyler olduğu söyleniyor sürekli. Bunları değiştiremezsiniz deniyor. Bütün bunlar sosyalizmin imkânsız olduğunu ispatlamak için ortalığa saçılıyor. Mademki, insan doğası böyle, o zaman sosyalizm, insanların eşitliği, kardeşliği gibi düşünceler de bir hayal olmaktan öteye gidemez deniyor.
Oysa biliyoruz ki aynı insanoğlunda özveri, cesaret, duyarlılık, paylaşımcılık, haksızlığa, adaletsizliğe başkaldırı gibi şeyler de mevcut. Kimisi canını dişine takar bir dostuna, bir yoksula veyahut hakkını arayana elini uzatmak için, kimisi canını verir adalet, eşitlik, özgürlük gibi değerler için. Üstelik biraz insanlık tarihi karıştıran ya da hala yaşayan ilkel komünal topluluklar üzerine yapılan araştırmalara bakan birisi görecektir ki, insanlık onbinlerce yıl, özel mülkiyetin, sınıfsal bölünmelerin, yöneticilerin ya da devletin olmadığı topluluklar halinde yaşadı. En temel yaşamsal gereksinimlerini karşılamak için birlikte çalıştılar, birlikte ürettiler ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir hayatı paylaştılar. Sömürünün, ezilmenin olmadığı bir toplumsal ilişkiler ağında yaşadılar. İşte size gerçek! Şimdi buradan kalkıp da insan doğası paylaşımcı, yardımsever, duyarlı, fedakâr vs. desek doğru olur mu? Elbette olmaz. Çünkü sınıflı toplumlarda açgözlü, bencil insanı arayıp bulmak hiç de zor değil. O zaman ne diyeceğiz insan doğası için?
Esasında insan tarih boyunca hep değişmiştir. İnsanların ahlaki yargıları, davranışları, tavırları; ekonomik, toplumsal ve kültürel evrimle birlikte pek çok kereler değişmiştir. Örneğin kölelik çağında kölenin ya da feodalizmde derebeyine angaryaya giden köylünün kafasında yükselme, sınıf atlama, yönetme arzusu veya diğerleriyle rekabet edip onlardan daha çok şey kazanma arzusu gibi şeyler yoktur. Çünkü bunların gerçekleşme olanağı yoktur. Rekabet, bireysel zenginlik hırsı, yükselme, sınıf atlama arzusu vb. Şeylerin pek çoğu kapitalizmle birlikte insan düşüncesinde ve doğasında öne geçen özellikler olmuştur.
Çağlar boyunca insanı diğer canlılardan ayıran ve insan doğası dediğimiz şeyi oluşturan belirli karakteristik (insana özgü) özellikler var. Gelişmiş bir beyin, gırtlakta konuşmaya yarayan ses telleri, dik durabilmeyi sağlayan ayak yapısı, aletleri kullanmada büyük yarar sağlayan el ve parmak yapısı gibi biyolojik özellikler insanı belli ölçülerde diğer canlılardan ayırıyor. Ancak bunlarla birlikte yeme, içme, barınma, üreme gibi yaşamsal faaliyetleri sürdürmede insanlar, sistematik biçimde araçlar üretiyorlar ve bunları yaparken de birlikte çalışıyorlar. Sistemli ve bilinçli üretim, bilginin aktarılması, gruplar halinde yaşamaktan ve işbölümünden kaynaklı emeğin toplumsal karakteri insanı doğa karşısında zaferler kazanmaya ve üretici güçleri geliştirmeye itiyor. İşte insanlık tarihi böyle başlıyor.
İnsan dediğimiz varlık bir canavar değil, bir melek de değil. Bir bebek doğduğunda bencil, hırslı ya da fedakâr, duyarlı gibi özelliklerle değişmemek üzere baştan programlanmış olarak doğmuyor. Büyüyor, gelişiyor, etkileşiyor, değişiyor, değiştiriyor. Bir tek insan bile bütün hayatı boyunca tek ve aynı şekilde davranmıyor, kimi zaman bencillik ediyor, kimi zaman fedakârlık yapıyor. O zaman binlerce, milyonlarca yıldır dünyayı değiştiren insanın davranışlarının, doğasının değişmediğini söylemek haksızlık olmaz mı? Büyük haksızlık olur hem de! Üretim biçimi ve buna bağlı toplumsal ilişkiler değiştikçe, toplumun örgütlenişi, davranışları, kültürü, ahlaki yargıları altüst oluyor. Ancak işin garibi şu düşünce hiç değişmiyor: İnsanlar, bütün çağlarda, geçmişteki insanların da hep kendilerinin yaşadığı gibi, aynı değer yargılarıyla yaşadıklarını zannediyorlar. Oysa yanılıyorlar. Dünya değişiyor, ilişkiler değişiyor, insan değişiyor. Kısaca diyebiliriz ki, değişim insan doğasının değişmeyen tek özelliği.
Bugün içinde yaşadığımız kapitalist düzende, insan doğasına özgü olan emeğin bilinçli olarak kullanılması ve onun toplumsal karakteri yok olmuştur. Emek, alınıp satılan, sömürülen bir metaya dönüşmüştür. Bir insan olarak işçi kendi emeğine de yabancılaşmıştır. Bugünün değerleri olan yükselmek, kariyer basamaklarını tırmanmak, zenginleşmek için diğerlerinin üstüne basmak, kıran kırana rekabete tutuşmak işte bu yabancılaşmanın ürünüdür. Bireycilik, kapitalizmin, bugünün insanının damarlarına zerk ettiği bir hastalıktır. Ancak sosyalist bir toplum, insanlar arasındaki sınıfsal farkların ortadan kalktığı, üretici güçlerin, bilimin, teknolojinin tümüyle insanlık yararına hizmet verdiği bir toplum hem insanın en temel maddi ihtiyaçlarını karşılayabilir, hem de insan doğasının kendisini her yönden zenginleştirmesine olanak tanıyabilir. İnsan doğası sosyalizm için bir engel teşkil ediyor olamaz; çünkü insan doğası, insanın değiştirdiği dünya ile birlikte dönüşür, değişir ve gelişir. İnsan doğası ne kapitalizm, ne sosyalizm ne de başka bir şey için engel değildir. Oysa kapitalizm insan doğasının zenginleşmesi önünde en büyük engeldir. Ve bugünkü insanı kendi yarattığı değerlere tutsak eden kapitalist sistemi alaşağı edip sosyalizmi yaratmak, insan doğasını zenginleştirmenin yegâne yoludur.