"Good Bye Che" mi?

"Good Bye Che" mi?

raul-castro-aap
(ilk yayınlanma tarihi: Aralık 2010, Marksist Bakış, 19. sayı)
“Good Bye Lenin” filmini kendisini solcu, sosyalist, devrimci olarak gören kesimin geniş bir kesimi izlemiş veya duymuştur. Film, Berlin Duvarı’nın yıkılışı gibi yakın tarihin en önemli dönemecinde serbest piyasanın “sosyalizm”in bakir topraklarına nasıl ışık hızıyla yayıldığına çarpıcı bir öyküyle ışık tutmaktadır. Bilindiği gibi Doğu Almanya’nın başına çöreklenen serbest piyasa kapitalizmi fazla zaman geçmeden bu sefer anavatan SSCB topraklarını istilaya girişecektir, hem de görülmemiş bir gümbürtü eşliğinde. Film, kapitalizmin ikonlarının bu devasa coğrafyayı nasıl bir anda mengenesi altına aldığına tanıklık ediyor. Filmin bir sahnesinde, bir binanın tepesinde arz-ı endam eden Coca Cola pankartıyla birlikte Batı’nın duvarın ötesine geçemeyen bütün değerleri artık ben buradayım diye haykırmaktadır. Konumuz gereği SSCB’nin çözülüşü sürecinde yaşananlar burada ele alınmayacaktır. Ancak, şu noktayı yazının ilerleyen kısımları için açmayı elzem görüyoruz: SSCB’nin yıkılışını sosyalizmin iflası olarak lanse eden gerici burjuva propaganda bugün bile kitlelerin bilincinde tazeliğini korumakta ve hala komünistleri “SSCB’de yaşandı, olmadı.” tarzı düşkırıklığı ifadeleriyle karşı karşıya bırakmaktadır. Asıl mesele ise uzun yıllar boyunca Stalinizmle yoğrulmuş sosyalist hareketin yaşananları açıklayamamasıdır.
Durum bugün bile açıklığa kavuşturulmadığında devrimci mücadele için güven azalmakta ve devrimcilerin içine düşmüş oldukları kriz derinleşmektedir. Bu krizle baş etmek istemeyenler için burjuvazi postmodernizm kapısını aralamış, büyük çoğunluğu hiç düşünmeden kendini bu kapıdan içeri atmıştır. Stalinizmden kopmak istemeyen dogmatik kafalar için SSCB’nin ardında bıraktığı tortular olan Küba, Kuzey Kore, Vietnam gibi ülkeler son kaleleri olarak savunulageldi. Gelgelelim dogmatizmin grisine karşılık hayatın ağacı yeşildir. Vietnam, Çin modeli kapitalizme çoktan ayak uydurdu. Tarihin cilvesi ABD emperyalizminin simgelerinden biri olan Nike’ın ve daha nicelerinin ucuz emek üssü oldu Vietnam. Ortodoks Kuzey Kore ise geçenlerde yeni veliahtını seçti. Kuzey Kore gibi bir rejimi sosyalizm adına savunanların bir tür saplantı içinde olduklarını düşünmemiz için yeterli nedenimiz var diye düşünüyoruz.
Bunlar içerisinde en sempatiği kuşkusuz Küba idi. Bunda belki de Castro rejiminin köklerinin Stalinist KP geleneğinde değil de Latin Amerika’ya özgü milliyetçi bir orta sınıf hareketine dayanmasının getirdiği bir özgünlük rol oynamış olabilir. Ama Küba’da bir süredir yaşanmakta olan dönüşümler artık yeni bir mecraya doğru hızlanıldığını ortaya koyuyor.
Devrimin gerçekleştiği 1959’dan (devrimden sonraki birkaç yıllık zaman dilimini dışarıda bırakırsak) 1990’ların başına kadar SSCB’nin periferisinde, şeker kamışı tarlası vazifesini gören ve bunun karşılığında ekonomik olarak ondan beslenen Küba, Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte ekonomik çöküş tehlikesiyle yüz yüze kaldı. Bu durumda Çin modeli piyasalaşma yolu Kastro yönetimi içerisinde ciddi olarak tartışılsa da serbest piyasaya belli ödünler vermekle yetinildi.
Küba’nın dünya turizm merkezilerinden birisine dönüşmesinin başlangıcı bu sıralarda atıldı. Yabancı turistlere özel plajlar ve oteller yaratıldı. Bu süreçte bu mekanlarda çalışan personel turistlerden aldıkları bahşişlerle Küba standartlarında bir doktordan misli misli fazla gelir edebilirken, başka bir çarpıklık da büyük boyutlara ulaşan fuhuş ekonomisinin ortaya çıkmasıydı. Süreç bu şekilde devam ederken 2008 yılında Fidel Castro’nun görevi kardeşi Raul Castro’ya devretmesi Küba’da değişim adımlarının hızlanması beklentisini beraberinde getiriyordu ki beklenenler şimdilerde gerçekleşiyor. Serbest piyasaya ve özel teşebbüse daha fazla alan açılıyor, neoliberal uygulamalar devreye sokuluyor ve bunun doğal sonucu olarak sosyal eşitsizliklerde büyük artışlar bekleniyor.

Raul’un İlk Dönem İcraatları

Küba ekonomisi 1990’lardan bu yana zor zamanlar geçirse de, özellikle 2000’li yıllardan sonraki konjonktür bürokrasinin elini biraz olsun rahatlattı. Özellikle Çin, Rusya ve Venezuella bloku ile girilen ilişkiler iktisadi bir rahatlamaya neden oldu. Ancak, tüm bu bağlar Küba rejiminin serbest piyasaya açılmasının önünde duramıyor. Özellikle uluslararası kapitalizmin içine düştüğü bunalım ve bunun paralelinde Küba’nın önemli bir ihracat malı olan nikel fiyatındaki düşüş, petrol fiyatlarında yaşanan düşüşle Venezuella’nın yardımlarının kısılması, gıda fiyatlarındaki hızlı artış reformları kaçınılmaz kılıyor. Bürokrasi, Küba rejiminin bugüne kadar “sosyalizm” olarak nitelenilmesine sebep olan, devletin ekonomi üzerinde merkezi bir rol oynadığı ekonomik politikaları bir kenara bırakıyor.
Bunun ilk adımları Raul Castro’nun 2008 yılında Fidel Castro’nun yerine devlet başkanlığına gelmesiyle atılmıştı. Raul Castro başkanlığının ilk döneminde öncelikli olarak elektrikli ev aletleri, cep telefonları, laptop ve masaüstü bilgisayarların satışı üzerindeki yasakları kaldırdı. Hemen ardından Kübalıların önceden girmeleri yasak olan lüks otellerde kalabilmelerine yönelik serbestlik sağlandı. Meselenin görünen yüzü ele alındığında bu reformların neyi değiştireceği fazla anlaşılamayabilir. Esas sorun zaten bunların serbest bırakılmasında değil. Sorun toplumun geniş emekçi kesimlerinin bu tarz lüks tüketim araçlarına ulaşmasının imkansızlığında yatmaktadır. Örneğin cep telefonunu kullanıma açabilmenin bedeli 120 dolar, yani bir işçinin altı aylığına eşit. Aynı şekilde lüks otellerde bir gece konaklayabilmenin bedeli de yaklaşık 120 dolar.
Ortalama aylığın 18 doları ancak bulduğu bir ülkede cep telefonlarının, bilgisayarların ve lüks otellerde konaklamanın serbest bırakılması ancak toplumun ayrıcalıklı kesimlerinin ulaşmasını kolaylaştıracak ve toplumsal eşitsizliğin derinleşmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Üstelik bu araçlara ulaşım ancak ülkenin normal pesosundan 25 kat daha değerli olan convertibl peso ile gerçekleştirilmektedir. ışçilere aylıkları ulusal peso üzerinden ödenirken, convertibl pesonun kullanımı ise genellikle bürokratlar, yurtdışından düzenli para alanlar, turizm sektöründe çalışanlar için mümkün. Ayrıca, 2008’deki yasalarla birlikte devlete ait toprakların büyük kısmının özel üreticilere ve kooperatiflere devredilmesi kabul edilmişti. Aynı dönemde, Küba’nın devlet kontrolündeki, tek sendikası olan Central Trabajadores de Cuba’nın (CTC) önderi Raymundo Navarro “Küba’da insanların çalışmadan yaşadıklarını söylüyorlar. İnsanların kendilerini çalışmak zorunda hissettikleri anın gelmesi gerekiyor.” sözleriyle verimliliğe göre ücret uygulanmasını ima ederek, SSCB’nin 1930’larda uyguladığı Stahanovizm’e benzer bir uygulamaya adım atabileceklerinin işaretlerini vermişti. Küba’daki rejim bugüne kadar “sosyalizm” payesinin meşruluğunu eğitim ve sağlık sisteminin gelişkinliğine, toplumun bütün kesimlerinin bu hizmetlere rahatça ulaşabilmesinde ve bedava yiyecek dağıtılması gibi uygulamalar aracılığıyla sağlayabilmişti. Ancak, Küba rejimi krize girdiği oranda bu uygulamalar kısılmaya başlanacaktır.
Raul Castro göreve başlama konuşmasında yiyecek dağıtımının kısıtlanabileceğini ima etmişti. Aynı şekilde eğitim ve sağlık hizmetlerinin yakın bir gelecekte bir hak olmaktan çıkıp, parası olanın rahatlıkla ulaşabileceği bir yapıya büründürülmesi mümkün görünmektedir. Raul Castro’nun başkanlığa ilk adımını attığı konuşmada bunun ayrıntıları gizlidir: “Olumsuz etkilere veya tutarsızlıklara yol açmamak için, para birimine ilişkin her tür değişiklik, pek çok şeyin ötesinde, ücret sistemi, perakende fiyatları, yetkilerin yanı sıra, ekonomimizin güncel koşullarında mantıksız ve sürdürülemez hale gelmiş karne sistemi gibi, eşitlikçi bir temelde dağıtılan hizmet ve ürünlere verilen teşvikler göz önünde bulundurularak kapsamlı bir yaklaşımla gerçekleştirilecektir.” “Bugün, ücretler yeterli düzeyde yükselene ve her bireyin yaşam standardı onların yasal gelirleriyle uyumlu ve onların topluma katkılarının önemi ve niceliğiyle örtüşür hale gelene kadar ilerlemek bizim stratejik hedefimizdir.”

Raul Kaldığı Yerden Devam Ediyor!

Geçtiğimiz günlerde ise Küba’da 6 ay içerisinde 500 bin işçinin işine son verileceği açıklandı. İronik bir şekilde açıklama devlet erkanından değil, Küba’nın tek sendikası olan CTC’den geldi. Hak gaspları sadece işten atmalarla da sınırlı değil. İşten atılanlardan 20 yılın altında çalışanlara işsizlik aylığı olarak sadece bir ay ücretinin %60’ı ödenecek. Rejim işten atılanlara şimdilik berberlik yapmayı, inşaat işçisi olmayı, taksiciliği, bahçıvanlık, ütücülük ve buna benzer küçük işlerde çalışmayı öğütlemektedir. şimdilik 250 bin kişiye kendi özel işini kurması için lisans verileceği açıklandı. Tabi ki, esnafların genel olarak devlete bağlı işyerleri olarak rol oynaması da bu sürecin bir parçasıdır. Bu kural gevşetilerek küçük burjuvazinin kendi özel işine sahip olmasına imkan tanınacak, tarımsal üretimdeki devlet kontrolü gevşetilerek özel üreticinin rolü artırılacaktır. Elbette şurası da bir gerçek: Küba’da küçük burjuvazinin önemli bir kesimi arkasında devlet desteğiyle varlığını koruyabilmektedir.
Devletin bu desteğini çekmesiyle birlikte, işten atılacak 500 bin kişinin yanına proleterleşecek küçük burjuva kesimleri de eklemek gerekmektedir. O zaman şöyle bir tablo çizmek mümkün: Bir yandan özel sermaye serpilmeye başlarken, onun sömürüsü için en azından şimdilik 500 bin kişi sömürü cephesine itilmektedir. Kapitalizmin günümüzdeki en canlı gerçeği emek sömürüsü Küba’da daha yoğun bir şekilde tütmeye kısa zaman içerisinde başlayacaktır. Geçtiğimiz günlerde Küba’nın eski Türkiye büyükelçisi Ernesto Gomes Abascal Küba’nın en önemli iki sorunu olarak verimliliğin düşüklüğünü ve kendi hesabına çalışanların devletten aldığı maaşın getirdiği yükü göstermişti. Küba rejimi ücretlerde tavan uygulamasını kaldırıp, emek verimliliğine göre ücret uygulamasına geçişi simgeleyen “herkese çalıştığı kadar, herkesten yeteneğine göre” gibi bir uygulamayla Marks’ın sosyalizm için koşul olarak gördüğü “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesini adeta baş aşağı etmektedir. Ancak, bu uygulamaya Che Guevara’nın hayatından bir anekdotla cevap vermek daha uygun olacaktır: “Che anlatır. Küba Sanayi Bakanı iken Sovyetler Birliği’ni ziyarete gittiğinde bir fabrika gezdirirler. “Bakın yoldaş” derler, “Biz burada yeni bir sosyalist çalışma biçimi geliştirdik. Bir işçi ne kadar fazla üretiyorsa, emeğinin karşılığı olarak o kadar fazla para alıyor. Hem sosyalist üretim artıyor hem de kendisi kazanı- yor.” “Bu sistemi iyi biliyorum der” Che. “Daha iyi işleyenini İtalya’da Fiat fabrikasında uyguluyorlar. Tek sorun bu sosyalist bir sistem filan değil, tam anlamıyla kapitalist.” (Che Küba’yı bir daha terk ediyor, Metin Yeğin, www.latinbilgi.net) Yapılan reformlar Küba’da artık devletin artık kendisini ekonomik planlamanın bir öznesi olmaktan çıkaracağını, yavaş yavaş yerini özel sermayeye terk edeceğini göstermektedir. Bunun önemli bir ayağı da ülkeye yabancı sermayenin daha fazla çekilmesi.
Örneğin, yeni reformlarla birlikte yabancıların Küba’yla anlaşarak 99 yıllığına toprak kiralamalarının önü açılmış oldu. 99 yıllık kira sözleşmeleri ile Küba’nın bakir bölgelerinin uluslararası turizm devlerine pazarlanması Küba’yı neyin beklediğini gözler önüne seriyor. Küba, serbest piyasaya açılacak ama belli ki bu, Çin ya da Vietnam’daki gibi ucuz işgücünün sırtladığı sanayi ile olmayacak. Küba, serbest piyasanın turizm cennetlerinden birisi haline gelecek. Yabancı sermayenin devleri ağızları kulaklarında kutlamalara başladılar bile. ışten çıkarılan yığınların bir anlamı da patlama yapması beklenen turizm sektöründe sömürülecek yığınların şimdiden hazır edilmesi oluyor. Şimdilik Küba’nın kendi vatandaşlarına berber, taksici vs. gibi küçük burjuva pozisyonlarda yer almaktan öte bir boyut biçilemiyor; ancak tarihsel gelişim içerisinde palazlanmanın sadece yabancı sermayeyle sınırlı kalmayacağını yakında Kübalı kapitalistlere de hazırlıklı olmamız gerektiğini öngörebiliriz. Bunun sermayesi ise Küba’da devlet sektöründen tasfiye edilen çalışanlar olacaktır.
Küba rejimi şimdilik, nüfusu 10 milyon civarında olan bir ülkede 500 bin kişiyi serbest piyasanın şefkatli kollarına terk etmiştir. Bu sürecin daha çarpıcı sonuçları yakın gelecekte elde edilmeye başlanacaktır. Son olarak şu konuya açıklık getirmekte fayda olacaktır: Ara başlıkta kullan-dığımız Raul, Küba’da reform sürecinin ana kaynağının Raul Castro olduğunu belirtmek için kullanılmadı. Tarihin gidişatı kişilerin tercihlerinden öte, iktisadın yasalarına tabi olmuştur. Küba’da artık Raul Castro’nun mu, Fidel Castro’nun mu veya bir üçüncü kişinin mi iktidarda olduğu önemli değildir. Plekhanov’un “Bireylerin toplumsal etkide bulunabilme olasılığı, tarihsel gelişimin genel seyri açısından “rastlantı”ları oluşturur.”(Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, G. V. Plekhanov) sözü bize çok şey anlatır. Sürecin bütün özneleri Küba’nın dönüşümüne karşı çıkabilecek bir iradi müdahale imkanlarını kaybetmişlerdir. Reform sürecin sorumluluğuna sadece Raul Castro’yu yerleştirmek bu açıdan yanlıştır. O bugün Küba’nın başına gelmiş bir tesadüften ibarettir ve Raul’a yeni ekonomik politikaları uygulama meşruiyetini veren bizzat Fidel Castro’nun kendisidir. Geçtiğimiz yaz Fidel’in Jeffrey Golderberg’e ağzından kaçırdığı Küba’da sistemin işlemediği sözü, Fidel Castro bunu demek istemediğini söylese bile, ince mesajlar içermektedir. SSCB’nin çözülüşünü Gorbaçov’un ihanetine bağlayanlar, Küba’daki durum için ileride Raul Castro’yu çarmıha germekte bir sakınca görmeyebilirler. SSCB tek ülkede sosyalizmin mümkün olmayacağının dev bir örneğiydi, Küba ise onun yanında ne yazık ki bir dipnot olarak kalacaktır.
Bize düşen görev 50 yıldır Küba konusunda büyük illüzyonlar yaratanların gelecek kuşaklar üzerinde derinleştirecekleri hayal kırıklığını ortadan kaldırmaktır. Bunun için tek yol sosyalizmin, kapitalist sömürünün insanlığa yarattığı cehennemin her bir hücresinde yaşayan canlı bir gerçek olduğunu her gün yeniden hafızalara kazımaktır.

KATEGORİLER
ETİKETLER