Gazi Katliamı Neden Organize Edildi? – V.U. Arslan

 

Gazi Katliamı’nın üzerinden tam 20 yıl geçti. Birisi 4, diğeri 2 kişiyi öldürmekten yargılanan iki tetikçi polis de kurtarıldı ki katliamın arkasındaki esas sorumlulara bir şey yapılabilsin. Bu katliamın unutturulmaması ve 1990’lardaki katliamcıların izinin sürülmesi ve hesap verecekleri gün için mücadele edilmesi devrimcilerin varlık koşuludur. 12 Eylül’den 1990’ların katliamlarına 1990’lardan Roboski ve Gezi’deki katliamlara Türkiye’de burjuva devletin katliamcı geleneği devamlılığını sürdürüyor. Diğer taraftan Gazi’de katledilen insanları, acıları ve ortaya konan cesaret ve özveriyi anarken bir yandan da 1990’ların kimi derslerini de masaya yatırmak gerekiyor.

                                                                  Katliam

12 Mart 1995 akşamı İstanbul Gazi Mahallesi’nde Alevilerin gittiği 4 kahvehane ve 1 pastane kimliği belirsiz kişilerce taranır, onlarca kişi yaralanırken Alevi dedesi Halil Kaya yaşamını yitirir. 12 Eylül’e giden süreçte ülkücü faşist çeteler, devlet desteğinde bir çok Alevi bölgesinde bu tarz saldırılar gerçekleştirmişti. Yani, her ne kadar o günün Türkiyesindeki dengeler baştan başa değişmiş de olsa Alevi kahvehanelerinin taranması, toplumsal hafızada hala canlılığını koruyordu. Nitekim provokasyonun ardından mahalleli, derhal sokaklara çıktı ve eylemlere başladı. Polisin halkın üzerine doğrudan ateş açtığı çatışmalar, günlerce sürdü ve olaylar, İstanbul’daki diğer semtlere de sıçradı. Önce Gazi Mahallesi’nde sonra da Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’nde sokağa çıkma yasağı ilan edilse de halk eylemlere devam edince devreye asker sokuldu. Dönemin İstanbul valisi Hayri Kozakçıoğlu, 16 Martta olayların bastırıldığını ilan etmişti ama geriye Gazi’de 17; 1 Mayıs Mahallesi’nde 5 cenaze kalacaktı. Bütün Türkiye TV’lerden polisin halkı nişan alarak katlettiğini gördü, izledi. Yargı süreci ise katledilenlerin aileleri için ayrı bir işkenceye çevrildi. Yargılama güvenlik gerekçesiyle İstanbul’dan Trabzon’a taşındı. 6 yıl süren yargılama boyunca aileleri taşıyan otobüsler Trabzon’da faşist güruhların defalarca saldırısına uğrayacaktı. Neticede yargılanan polislerden 4 kişiyi öldürmek suçundan yargılanan Adem Albayrak hakkında, TCK. 50 maddesine göre indirim yapılarak toplam 3 yıl 24 ay hapis cezası ve 9 ay kamu hizmetlerinden geçici mahrumiyet kararı verildi. Diğer sanık Mehmet Gündoğan ise iki kişiyi öldürmek suçundan yargılanarak, 1 yıl 8 ay hapis ve 3 ay kamu hizmetlerinden yasaklı olma cezası aldı. Daha sonra da 4616 sayılı infaz yasasına göre sanıkların cezaları ertelendi. Devlet bir kez daha katillerini koruyacaktı.

 

                                                       Hasan Ocak Dosyası

Hasan Ocak, 12 Mart 1995’te, Gazi Mahallesi’nde 17 kişinin katledildiği olaylarda, mahalle direnişine katılan isimler arasındaydı. 21 Mart 1995 akşamı, Avcılar’daki evine giderken polisler tarafından gözaltına alındı. Emniyet, gözaltıyı inkar edecekti. Bu, hiç de iyiye işaret değildi! Çünkü bu, Ocak’ın kaybedileceği anlamına geliyordu. Gerçekten de Ocak, işkence edilmiş ve öldürülmüş, Ocak’ın bedeni de kimsesizler mezarlığına gömülmüştü. Şimdi, Hasan Ocak davası zaman aşımına doğru gidiyor. Yalnızca 14 gün sonra dava düşecek ve devlet bir kez daha katillerine sahip çıkmış olacak. Gazi Katliamı ve Hasan Ocak dosyasına göz attığınızda karşınıza çıkan kişiler, dönemin en karanlık isimleri: İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir, TEM Şube Müdürü Reşat Altay. Ocak ailesi, mücadeleyi asla bırakmadı, Hasan Ocak’ın annesi Cumartesi Anneleri’nin tüm eylemlerinde hep vardı ve sembolleşen bir isme dönüştü. Şimdi de son bir çaba ile zaman aşımının önüne geçmek için mücadele ediyorlar.

 

                                        Gazi Katliamı Neden Organize Edildi?

1990’lar Türkiyesi, çok sert bir iklime sahipti. PKK’nin önderlik ettiği son Kürt isyanı karşısında devlet, köy boşaltmalar, orman yakmalar, faili meçhuller, koruculuk, ülkücü mafya, yaygın ve şiddetli işkenceler, provokasyonlar, Hizbullah, suikastler vb’lerini devreye soktu. Devlet yasal zeminleri yeterli görmüyor ve toplumsal muhalefeti bastırmak için giderek daha yoğun biçimde kontrgerilla yöntemlerine başvuruyordu. Zaten Reşat Altay gibi isimler 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi katliamına isimlerini yazdırmış kişilerdi. Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in Abdullah Çatlı gibilerine ithafen “devlet için kurşun atan da yiyen de şerefilidir diyebildiği bir dönemdi. Kısacası devlet içerisine çöreklenmiş bir takım çeteler üzerinden yapılan derin devlet tarifi açıkça yetersizdi; çünkü devletin bizzat kendisi Sivas’ta, Gazi’de, 19 Aralık Katliamı’nda ve diğer bütün karanlık işin içerisinde bir bütün olarak yer almaktaydı. “Bir takım çeteler” gibi açıklamalarla burjuva devletin doğası hakkında yanılsamalar yaratmaya gerek yoktu.

 

Toplumsal muhalefet sadece Kürt isyanından kaynaklanmıyordu. İşçi hareketi 1990’ların başında çok etkili eylemler yapmıştı ve kurumları itibariyle güçlüydü. Kamu emekçi hareketi, KESK önderliğinde 1990’lar boyunca son derece etkiliydi ve sarsıcı büyük eylemlere imza atabiliyordu. Öğrenci hareketi de 1990’larda işgal ve boykotlarla zirveye ulaşan Öğrenci Koordinasyonu ile radikal ve kitleseldi. Bir diğer dinamik daha vardı ki o da devleti ciddi biçimde ürkütüyordu: Alevi semtler. Bu semtler, ya yeni kurulmuş ya da esas olarak 12 Eylül sonrasında nüfuslanmışlardı. Yani bu mahalleler, 12 Eylül yılgınlığını ve yorgunluğunu yaşamamış, kırdan yeni göçmüş, genç insanlarla dolup taşmıştı. Ezilmiş Alevi kimliği nedeniyle zaten sola yatkın olan genç Alevi nüfus, sınıfsal olarak da en acımasız sömürü koşulları ile karşı karşıyaydı. Vahşi sömürü, işsizlik ve yoksulluk, kırsal kesimleri boşaltarak İstanbul’a akan yüz binlerin kaderi gibiydi. Kısacası, bu semtler politik radikalleşme ve toplumsal patlamalar için müthiş bir zinde kuvvet olarak hazır hale gelmişti.

 

12 Eylül yenilgisini üzerlerinde taşıyan ana aktörler, bu mahallelere çoğunlukla gitmediler. Nitekim, daha moralli olan silahlı propaganda yanlısı sol örgütler, bu bölgelerde çalışmalarını arttırarak 1980’lerin sonlarından itibaren kendilerine taban kazanmaya başladılar. 1990’lı yılların başlarında İstanbul başta olmak üzere gerçekleşen silahlı eylemlerde büyük artışlar gerçekleşir. Bu çerçeveden sonra devlet, bütün ağırlığı ile bu meseleye yüklenecektir. Meselenin sadece yoksul Alevi gençlikle sınırlı kalmaması ihtimali bir yana, gerek öğrenci hareketi gerekse de ulaşılan Alevi tabanın büyüklüğü hesaba katıldığında burjuva devletin olağan burjuva yasallığıyla yetinmeyeceği kesin gibidir. Bu yüzden faili meçhuller, ağır işkenceler, katliamlar, provokasyonlar 1990’lı yıllar boyunca Kürt hareketi dışında sol harekete de yaygın bir şekilde uygulandı. Yaygın tutuklama kampanyaları, işkenceler, cezaevi katliamları, örgütler içerisine sızdırılan ajan provokatörler, örgüt içi hesaplaşmalar bu semtlerdeki kitle tabanının sindirilmesine yol açacaktı. Gazi katliamı da bu stratejinin bir ayağı olarak örgütlendi. Gazi Katliamı’ndan bir yıl sonrasında ise 1 Mayıs 1996’da Kadıköy’de polis göstericilere ateş açacak ve 3 gösterici öldürülecekti. Kadıköy’de gözaltına alınan Akın Reçber de 10 gün boyunca gördüğü ağır işkenceler neticesinde hayatını kaybedecekti.   

 

                                                        Hareket Neden Tıkandı?

Alevi mahallelerinde muazzam büyüklükte bir potansiyel vardı. Bugün bakıldığındaysa benzer bir dinamikten söz etmek mümkün değil. Peki bu geri gidişin sebepleri ne olabilir? Anlattığımız gibi burjuva devlet, bütün kirli araçlarıyla bu alanlara yüklendi. İşin içerisine uyuşturucu çetelerini, kitlesel katliamları bile soktu. Binlerce devrimcinin hapsedildiği, yüzlercesinin katledildiği bu süreç, 19 Aralık Katliamı ve F Tipi cezaevlerine geçiş ile beraber son noktasına ulaştı. Böylelikle Türkiye tarihinin mücadele açısından verimli bir sayfası kapanıyordu. Diğer taraftan öznel faktörlerin bu yenilgide payı yok mu? Elbette ki var. Belirttiğimiz gibi yaygın ve çok sert geçen iç hesaplaşmalar, hem örgütsel yapıda hem de kitlenin güveni açısından büyük geri gidişe yol açtı. Ama sorun daha derinlerde yatıyordu. Bir kere sınıf merkezli bir politikanın olmaması, bunun yerine silahlı propagandanın esas alınmış olması, burjuva devlete etkili olabilme fırsatları sundu. Devlet operasyonlar yaptı, katletti, ajanlar soktu, provakasyonlar örgütledi… Düzenin kolluk kuvvetlerini de paralize eden bir genel ayaklanma durumu olmadan devletle askeri açıdan rekabete girmenin bir tasfiye sürecini yaratması kesindi. Sınıf merkezli olunmadığı için ister istemez Alevi kimliği ön plana çıktı ve yan mahalledeki Sünni emekçi halk, mücadeleye kazanılamadı. Kimi durumlarda Alevi kimliği sol örgütler tarafından alenen kullanıldı; örneğin ibadethane olan cemevleri önemli mücadele merkezlerine dönüştürüldü. Bu da mücadelenin bir doğal sınırının olması demekti. İşte, yan mahallede herhangi bir varlık gösterilemedi. Sınıf perspektifli bir mücadele ise hem bütün emekçilere hitap edebilecekti, hem de sınıf hareketinin sistemi kilitleme ve felç etme yeteneği devreye sokulabilecekti. Bu da burjuva devletin çok daha güçlü bir düşmanla karşı karşıya kalması demekti. Ama bu gerçekleşmedi. İstanbul geneline yayılan ya da geneli etkileyebilen büyük eylemler, üretimden gelen güç, işgaller, ortak mücadele vb karşısında burjuva devlet çok daha zayıf olacaktı. Ama silahlı propaganda ile burjuva devletle askeri rekabete girmeye çalışmanın eski Narodnik çıkmaz sokak olduğu bir kez daha ortaya çıkacaktı. Kitleler yoruldu, yabancılaştı ve bedel ödemenin sürekli övüldüğü bir ortamda kazanımlar da olmayınca giderek kabuğuna çekildi. Bugün bu mahallelerin bir kısmı hala sosyalistlerin etkisi altında. Ne var ki tıpkı 12 Eylül yorgunluğu gibi bu mahallelerin de bir 1990’lı yıllar yorgunluğu oluştu. Gezi ayaklanmasında görüldüğü gibi mahalleler, yine bir çok durumda başı çektiler, ama örgütlü sosyalist mücadeleye katılım konusunda bir hayli mesafeli durulduğu da gözlerden kaçacak gibi değil.

KATEGORİLER
ETİKETLER