Fransa Neden Sosyal Patlamalara Mahkûm? – Emre Güntekin
Fransa, bir örneğini 2005’te yaşadığı “Banliyö İsyanları”yla yeniden karşı karşıya. Bu kez isyan banliyölerle sınırlı değil. Ülkede Paris başta olmak üzere Marsilya ve Lyon gibi kentler radikal ve şiddetli bir patlamayla sarsılıyor. 17 yaşındaki Nael’in öldürülmesi halihazırda sınıfsal ve etnik-dini gerilimlerin bir barut fıçısı gibi yan yana durduğu ülkeyi sosyal patlama rotasına yeniden sokarken Macron, mezarda emeklilik reformuna karşı süregiden sınıf mücadelesinin etkilerini atlatamadan bu kez toplumun en alt katmanlarına itilen ezilenlerin öfkesi ile baş etmek zorunda.
2005 yılında polisten kaçan iki Afrikalı göçmenin elektrik akımına kapılarak ölmesinin ardından banliyölerde başlayan isyan 29 gün sürmüştü. O dönemde İçişleri Bakanı olan Nicolas Sarkozy ölenlerin suçsuz olsalar polisten kaçmayacaklarını, isyana sıfır tolerans gösterileceğini ifade ederek polise destek vermiş ve öfkeyi harlamıştı. Şimdi ise Nael’in öldürülmesinin ardından Macron yoğurdu üfleyerek yemesi gerektiğinin farkındaydı ve polislerin işlediği cinayetin kabul edilemez olduğunu açıklamak zorunda kaldı. Ancak gösteriler hız kesmeden sürerken Macron’un “güvercin rolü”nün çok sürmeyeceğini tahmin edebiliyorduk. Nitekim ülke genelinde 40.000 polis isyanı bastırmak için seferber edildi. Ailelere çocuklarına sahip çıkmaları çağrısı yapıldı, birçok kentte sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Macron tarafından sosyal medya şirketlerine “provokatif” paylaşımları kaldırmaları tembih edildi.
Öte yandan düzenin propaganda aygıtları da her zaman olduğu gibi isyan aleyhine seferber ediliyor. Sosyal medyada ve geleneksel medyada sokakları yakıp yıkan, lüks mağazaları yağmalayan kitlelerin görüntüleri kınayıcı bir dil eşliğinde servis ediliyor. Burjuva medyada Fransa’nın metropollerinin arka sokaklarına itilmiş, işsizlik ve yoksulluk kıskacına terk edilmiş, üstüne ırkçı önyargıların hedefinde olan siyahların, göçmenlerin hemen her gün karşılaştığı şiddete dair bir vurgu neredeyse yok gibi.
Macron yıllar içerisinde Fransa’da hemen her toplumsal hareketin karşısına polis terörünü çıkardı. Öte yandan polis şiddeti bugün isyanın ana gövdesini oluşturan kitleler üzerinde de gündelik bir hâl aldı. Nael’in öldürülmesi bunun belki de sıradan bir örneğiydi. Bu yıl içerisinde 3, geçtiğimiz yıl ise 13 kişi aracıyla giderken dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle katledilmişti. Toplamda ise 39 kişi polis kurşunlarının hedefi olmuştu. Üstelik katledilenlerin tamamının siyah veya Afrikalı olması tesadüf değil. Fransız polisinin dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle ateş açma hakkı, 2017 yılında yapılan bir yasal değişiklik ile genişletilmişti. Ayrıca Fransa’da, siyah veya Kuzey Afrika kökenli bir genç erkekseniz, nüfusun geri kalanına göre polis tarafından kimlik kontrolüne tabi tutulma olasılığınız 20 kat daha fazla. Üstelik bu kontrollerin büyük bölümü polis teşkilatı içerisindeki ırkçı ve siyah karşıtı eğilim nedeniyle genellikle şiddetle noktalanmasıyla dikkat çekiyor.
Polis terörü elbette Fransa’nın çelişkilerle yüklü düzeninin ve tarihinin de bir sonucu. Son on yılda sınıfsal veya etnik gerilimlerden kaynaklanan isyanların yaşanmadığı bir yıl bile geçirilmedi. Fransız egemenler polis teşkilatını Avrupa ülkeleri içerisinde en ağır şekilde silahlanmış bir savaş aygıtı haline dönüştürdüler ve hemen her eylem dalgasında polis terörü arkasında geniş bir suç listesi bırakıyor. Örneğin, verilere göre 2018 yılında gerçekleşen Sarı Yelekliler eylemlerinden bu yana plastik mermi kullanımı nedeniyle 29 kişi kalıcı olarak sakatlanırken, 620 kişinin ciddi yaralanmalara maruz kaldığı belirtiliyor. Fransız devletinin kitlelere karşı kullandığı bu şiddet rejiminin sömürgeci geçmişin bir mirası olduğu aktarılıyor. Macron’un daima kapitalistlerin çıkarını önceleyen ve ülkenin yüzde 99’unu kalıcı bir refah ve insanca yaşama ulaşmaktan dışlayan düzeni Fransa’nın bu baskıcı geçmişini sürdürmekten başka seçenek üretemiyor.
Sorun sadece polis şiddeti ile de sınırlı görülmemeli. Fransa’da yaygın ırkçılık siyahların, Afrikalı veya Arap kökenli insanların tüm hayatında bir bariyer oluşturuyor. VOA’ya konuşan Tunuslu bir genç bu durumu şöyle aktarıyor: “Ben bilgisayar konusunda danışmanlık yapıyorum. Topluma katkı yapıyoruz. Ama maalesef hep yukarıda kırılması gereken camdan bir tavan var. Bir noktadan sonra ilerleyemeyiz çünkü benim adım Afif, inanın bana kurbanı oynamıyorum, bu bizim her gün yaşadığımız bir gerçek. Fransa’da ırkçılık çok güçlü ve çok derin. Ve bu, yarın çözülebilecek bir sorun değil. Neden bugün bu gençler isyan ediyor kırıyor, döküyor? Çünkü bu genç, bugün bu kafasının üstündeki camdan tavanı hissediyor.”
Bugünkü isyan yakıtını büyük oranda dışlanmış ve insanca bir gelecek hayal etme hakları elinden alınmış gençlerin öfkesinde buluyor. Çelişkilerle yüklü Fransa’da bu durum özellikle devrimci hareketin dikkate alması gereken bir konu. Çünkü bu öfkenin tek başına gidebileceği nokta kontrolsüz ve dağınık bir patlama oluyor. Bu öfke devrimci öncüsüyle buluşmalı. Toplumun mevcut düzenden rahatsızlık duyan tüm emekçi ve ezilen katmanları eşitlikçi ve özgür bir gelecek ideali altında seferber edilmelidir. En başta hemen her gün Macron’la cisimleşen neoliberalizmin saldırılarıyla hakları gasp edilen emekçiler bu mücadelenin bayraktarlığını üstlenmeli ve bugünkü adalet arayışının en ön safına geçmelidir. Bu sağlanamadığı takdirde Fransa’daki sol hareket ezilenlerin öfkesine karşı Le Pen ve aşırı sağın ön plana çıkabileceğini unutmamalıdır.