Emekçi Sınıfların Mücadele Hattı – Engin Kara
AKP iktidara geldiği ilk günden bu yana emekçilerin yaşam standartlarına, haklarına ve örgütlülüklerine yönelik sistematik saldırıları aralıksız sürdürdü. AKP saldırılarının dozajı iktidarın “ustalık” döneminde iyice ayyuka çıktı. Geçtiğimiz yıl kiralık işçilik gibi taşeronu bile aratacak bir çalışma tarzı yasalaştırılırken, OHAL’in başlamasıyla birlikte iktidarın eli güçlendi ve artık kamu emekçilerinin keyfi bir şekilde ihraç edildiği, işçilerin en basit hak arama eylemlerinin yasaklandığı bir döneme girildi.
İhraç Tablosu
Birinci yılını devirmek üzere olan OHAL boyunca çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname’lerden (KHK) ihraç içeren 11 KHK ile toplamda 100 binin üzerinde kamu çalışanı ihraç edildi. İhraç listelerinde çoğunluk Feto ile ilişkili olmakla suçlandı. Fakat AKP bir noktadan sonra artık “terör örgütü ismi” belirtmeye bile ihtiyaç duymaksızın “terör örgütleriyle ilişki” gibi tamamen soyut bir ifadeyle insanları ihraç eder oldu. İhraçların tamamına yakını hiçbir soruşturma olmadan, hatta çoğunlukla hiçbir somut suçlama bile olmadan gerçekleştirildi.
İhraç listelerinin büyük çoğunluğunu bir şekilde Feto’ya yakın banka, sendika, sosyal medya uygulaması vb. ile ilişkili olanlar oluşturdu. Ancak ihraç edilenlerin 3 binden biraz fazlası KESK üyeleri ya da barış akademisyenleri ve muhalif emekçiler oldu. Bu arada SEP lideri Güneş Gümüş de Ankara Üniversitesi’ndeki görevinden aynı soyut “terör” iddiasıyla ihraç edildi.
İhraç tablosunda görünürde 2 temel grup mevcut. İlk grup, devrimci mücadelenin, AKP karşısında muhalefetin bir parçası olanlar (çoğunlukla KESK üyeleri) ve en çok konuşulan grup olsa da aslında sayıca azınlıkta kalıyor (%3-4). İkinci grup ise epey heterojen. Aralarında üst düzey askeri-idari yöneticiler de mevcut, en sıradan memurlar da. Üstten alta indikçe Feto ile sahip oldukları ilişki de sıradanlaşıyor. Üst düzey konumlardan ihraç edilenler cemaatin örgütsel mekanizmasında da önemli bir rol alabilirken, daha alt noktalardan ihraç edilen geniş yığınlar için cemaatle olan ilişkilerinin varlığı bile çoğu zaman şüpheye yol açıyor. Üst düzey isimler ise, ayrıca Türkiye burjuva devletinin de kilit noktalarını işgal ettiklerinden, emekçi sınıflar nezdinde cemaatle olan ilişkilerinden bağımsız olarak da bir suçluluğa sahipler. Böylece ihraç tablosunda gerçekte 3 grupla karşılaşıyoruz:
-
KESK üyeleri ve sol-muhalif kesimler
-
Gerçekte cemaate sempati duysun ya da duymasın, örgütsel mekanizmasında söz hakkı olmayan geniş “sıradan” yığınlar
-
Burjuva devletin idari ve askeri aygıtlarında kontrol gücüne sahip ve cemaatle ilişkisi bir kenara bırakılsa bile devletin bugüne kadarki suçlarından zaten sorumlu olan “elit Feto’cular”
Kabaca şöyle bir değerlendirme yapabiliriz: Emniyet’ten 20 bin, TSK’dan ise 6 bin ihraç var. Yüksek Yargı ve çeşitli kurumların üst düzey yöneticilerini (yani “elitler”i) de hesap edersek toplamda 30 bine yakın kişinin devletin askeri-idari kontrol mekanizmasından ihraç edildiği, geriye kalan (en az) 70 bin kişinin “sıradan” olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Bu kesimin ihraçlarının sorgusuz-sualsiz ve büyük ölçüde ihbar listeleri üzerinden gerçekleştiğini de vurgulamak gerekiyor.
Hukuksuz İhraçlara Karşı Yapılanlar-Yapılmayanlar
Cemaatin örgütsel mekanizması haliyle ne ihraçlara ne de diğer saldırılara karşı herhangi bir savunma geliştir(ebil)di. Yaptıkları şey, kendi çevrelerini “bugünlerin geçici olduğu” fikrine ikna edip “kaderci bir bekleyiş”e sürüklemek oldu. “Yeni planların olduğu ve nihayetinde herkesin mahrum kaldıklarına geri kavuşacağı” beklentisi yaratarak tabandaki olası kaymaları engellemeye çalıştı. AKP de aslında, cemaatin yaptığına benzer bir taktik uyguladı. İhraç edilenlerde ve ailelerinde “uslu duranların geri dönebileceği” algısı yaratmaya çalışarak olası kaymaların önüne geçmeye çalıştılar.
Nasıl bir kayma mümkün olabilirdi de bu hamleyi yaptılar? KESK çevrelerinde gelişen direniş hareketlerine pekâlâ muhafazakâr “sıradan” tabandan da katılımlar olabilirdi. Bu, sadece bu kesimlerin mücadeleye katılma arzusuna değil, aynı zamanda direniş alanlarının çekiciliğine ve umut vaat etme kapasitesine de bağlıydı.
Gelelim KESK’e. Önce KESK bürokrasisine bakalım. KESK yönetimi KHK ile ihraç etmenin hukuksuzluğuna karşı ilk andan bir savunma ve mücadele hattı örgütleyebilseydi hem kendi tabanını sağlam tutabilecek hem de KESK dışındaki on binleri de yanına çekebilecek bir direniş hattını yaratması mümkün olacaktı. Daha ilk ihraçlardan itibaren KESK’li olmayanlar bile KESK’e başvuruyor, önemli sayıda insan mücadele etmek, hak aramak konusunda deneyimli olan KESK’i izliyordu. Ne var ki KESK yönetimi, aktif bir mücadele hattı örgütlemek yerine pasif kalarak en az darbeyle işin içinden sıyrılmaya çalıştı. Bu da birçok fırsatın heba edilmesi anlamına geldi.
KESK tabanında ise ikili farklı eğilim ortaya çıktı. İlk eğilim, basit sendikal faaliyetlerden bile geri durup, hatta KESK’ten istifa edip kendi başının çaresine bakmaya çalışanlar. Bu tavır sadece bireysel korkulardan, çekincelerden kaynaklanmadı elbette. Sağlam bir mücadele hattının varlığını görememek, çok sayıda üyeyi geriye çekti. İkinci eğilim ise ihraç edilen üyeler arasında gelişti. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere pek çok şehirde ihraç edilen bazen bağımsız (Ankara örneği) bazen de yerel sendikal unsurları da işin içine katarak KESK ismiyle (İstanbul örneği) direnişlere başladı.
Kent merkezlerindeki direnişler olumlu bir etki yarattı. Ancak toplamda geniş kesimlere ulaşacak ve onları bu mücadelenin bir parçası haline getirecek, yani aslında mücadeleyi örgütleyecek merkezi-genel bir hat geliştirilemedi. Bahsedilen, kısa dönemli-anlık bir mücadele değil elbette. İhtiyaç da zaten gündeliğin ötesinde uzun soluklu bir mücadeleyi örgütlemek. Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilen Güneş Gümüş yoldaş yapılması gerekeni şöyle özetliyor:
“Meseleyi en başta sınıf mücadelesi olarak almak gerekiyor. Bunun için nasıl kitleselleşiriz sorusuna cevap aramak lazım. […] İhraçlar olarak KESK yönetimine tabandan baskı yapacak bir eylemlilik ortaya konabilirse hem kamuoyu desteği sağlanacaktır hem de mücadelenin merkezileşmesi mümkün olacaktır. […] Bu taban inisiyatifinin oluşması için de bu süreci ancak mücadeleyle aşabileceğimizi düşünenlerin bir araya gelip sayılara takılmadan platform gibi bir yapı oluşturmaları gerekiyor. Bundan sonrası ufak ufak da olsa gelecektir. Dar grupçuluktan uzak, iş yapma derdindeki bir mücadele merkezinin oluşturulması ileriye doğru atılmış büyük bir adım olacaktır.”1
Burada Nuriye Gülmen’e ve Semih Özakça’ya da değinmek gerekiyor. Açlık grevinde kritik günlere girilmesinin ardından Gülmen ve Özakça’nın direnişi sokakta bir yankı buldu ve insanlar, sağlığı ve yaşamı tehlikede olan bu iki emekçi için ses çıkardı. Ne var ki devlet yine en iyi bildiği işi yaptı, Gülmen ile Özakça’nın direnişini polis ve hapis yoluyla sona erdirmeye çalıştı. Devlet şiddeti elbette mücadeleyi bitiremedi ancak hem iki emekçiyi, hem de Yüksel’deki direniş alanını fiziken yalıtılmış hale getirdi.
Gülmen ve Özakça üzerinden devam eden eylemlerin ulaştığı tıkanıklığı aşmanın tek yolu da aynı şekilde mücadeleyi kitleselleştirmekten geçiyor. Yüksel direnişi bir yankı uyandırdı ama meselenin temelinin çözümü açısından çok sınırlı bir kapsama sahip. Gülmen ve Özakça’nın mücadele kararlılıkları konusunda şüphe yoktur ancak bu alanı örgütleyen siyasi perspektif, Yüksel’de kazanılan motivasyonu genele yaymaya çabalamak yerine ihraç karşıtı mücadeleyi buraya kanalize etmeye çalışarak sınırlandırdı. Oysa Yüksel direnişçileri, yakalanan rüzgârı kullanarak geniş kesimlere hitap edebilir ve onların da mücadeleye katmak üzere çaba sarf edebilirdi.
Sol hareketlerin değerlendirilmesi ise KESK bürokrasisinden bağımsız yapılamaz. KESK’in yönetimi sol unsurların – Kürt hareketinin elinde. Bu nedenle KESK bürokrasisinin her zaafı aynı ölçüde o yönetimlerin birer parçası olan sol grupların da zaafı. Öte yandan solun devrimci ve sosyalist unsurlarının, ihraç edilen ve mücadele etmekte kararlı unsurlarla birlikte KESK bürokrasisi üzerinde basınç yaratarak kitlesel mücadeleye zorlaması gerekiyor.
Bu arada “KESK bürokrasisi – KESK tabanı – sol-sosyalist güçler” arasındaki ilişkide de şöyle bir çelişki ortaya çıkıyor: aynı siyasi örgütten, hem atıl KESK yönetimlerinde hem de direnişleri örgütleyen, mücadele hattı oluşturmaya çalışan mücadeleci unsurlar içinde üyeler mevcut olabiliyor. Yani örgütlerin ideolojik-örgütsel zaafları tabandaki emekçi unsurlar tarafından mücadele içinde aşılabiliyor. Bu durum da gerçek devrimci sosyalist güçlere bu tabanla kaynaşma fırsatı sunuyor.
Grev Hakkı Akp Hükümeti Eliyle Yok Edilmeye Çalışılıyor!
Anayasada ve yasalarda hala kâğıt üzerinde varlığını sürdüren grev hakkı, hükümetin “grev erteleme” hükmünü kullanmasıyla yok edilmeye çalışılıyor. 12 Eylül öncesine kadar sadece belirli süreyle erteleme imkânı veren grev erteleme hükmü, 12 Eylül sonrası isim olarak korunmasına rağmen içerik olarak grev yasağına dönüştürülmüştü. 82 Anayasası ile birlikte grev ertelendiğinde artık grevin tekrar yasal olarak başlaması mümkün olmuyordu.
82 Anayasası’ndan bu yana grev erteleme uygulamasına toplamda 35 kere başvurulurken, bunların 13’ü AKP döneminde gerçekleşti. OHAL dönemiyle iyice grev hakkına göz diken AKP 2017’nin ilk 6 ayında tam 5 grevi yasakladı (Asil Çelik, EMİS, Akbank, Şişecam, Mefar İlaç). Yasak gerekçeleri ise “milli güvenlik”. Tayyip Erdoğan ise MÜSİAD toplantısında yaptığı konuşmasında “Bu Olağanüstü Hal’de o tür tehditlerle karşımıza gelenler anında yasaların, hukukun bize verdiği yetkiyi kullanmamızı kolaylaştırıyor. Öyle ikide bir kalkacak hemen grev, bilmem ne… Kusura bakma arkadaş.” diye konuştu.
Bir de “grev yapan işçi teröristtir” deseler tam olacak! En ufak hak arama mücadelesini bile terörize eden AKP iktidarı için OHAL’in sürmesinin bahanesi, grevleri yasaklamayı kolaylaştırmasıymış. İktidarın sermayenin çıkarına çalıştığı daha açık anlatılamazdı herhalde.
Grev hakkının yasaklanarak yok edilmesine emekçilerin sessiz kalması beklenemez. Nitekim hem metal hem de Şişecam grevlerinde yasağa rağmen işçiler üretim yapmayıp fabrikayı işgal etmeyi bile göze almışlardı. Ne var ki yine sendika yönetimleri, mücadeleyi kontrol edebilecekleri sınırlarda tutarak az-çok kazanımla toplu görüşme süreçlerini bir an önce bitirmenin yoluna baktılar. Bu sınırlı mücadelelerin gideceği ufuk çizgisi ise yalnızca o toplu sözleşme için birkaç ekonomik menfaati aşamıyor.
Oysa problem, grev hakkının savunulması. Grev hakkı dünyada da Türkiye’de de iktidarların ya da patronların lütuf etmesiyle kazanılmadı. Dişe diş bir mücadeleyle önce fiilen uygulandı, ardından ortalama düzeydeki her burjuva devlet, grev ve diğer sendikal hakları tanımak zorunda kaldı. Şimdi, grev hakkının yasadan kaynaklanmadığını, tersine yasadaki grev hakkının varlığının sınıf mücadelesinin gerçeklerinden kaynaklandığını hatırlatmak gerekiyor.
Grev hakkının savunulması bakımından özellikle grev yasaklarına en çok maruz kalan sendikaların birlikte bir mücadele hattı ortaya koyması gerekiyor. Bundan sonraki her grev yasağında bu hakkı korumak için, grevi tek bir işyerinin mücadelesi olmaktan çıkarıp her yerde yasağa karşı grevi savunması gerekiyor. Bir grevin yasaklandığında ne yapılacağı önemli. Yasak kararına boyun eğilip sessizce oturulacak mı, göstermelik eylemler mi yapılacak yoksa gerçekten yasak kararı kâğıt üzerinde mi bırakılacak? 2018’in başı, metal sektöründe MESS ile yapılacak toplu sözleşme dönemi. AKP 2015’te olduğu gibi olası grevleri yasaklayacaktır. Grev yasağını aşmak için şimdiden mücadele programının hazırlanması şart.
Kıdem Tazminatına Saldırı
Burjuvazi, iş güvencesi görevi taşıyan ve patron açısında duruma göre ciddi mali yük getiren kıdem tazminatından nefret ediyor. Şu haliyle bile kıdem tazminatı büyük ölçüde fiilen uygulanamazken, sermayedarlar bu yükün üzerlerinden tamamen alınmasını arzulamaya devam ediyor.
AKP formül olarak kıdem tazminatının fona devredilmesini öne sürdü. Hem işverenin tek seferde tazminat yükümlülüğünden kurtarılacağı, hem işçinin iş güvencesinin ortadan kaldırılacağı, hem devlete yeni talan alanı (fon) yaratılacağı hem de mümkün olursa kıdem tazminatı miktarının azaltılacağı bir sistem üzerinde hazırlık yapıyorlar.
Örgütlü-örgütsüz emekçiler, kıdem tazminatının fona devredilerek gasp edilmesine karşı. Bu tepki, her alanda kendisini açığa vuruyor. 1 Mayıs’ta bütün işçi kortejlerinde ciddi bir tepki mevcuttu kıdeme yönelik saldırılara karşı.
Sendikalar cephesinde kıdem tazminatının fona devredilebileceğini sadece Hak-İş utangaç bir şekilde de olsa dillendirebiliyor. Türk-İş, kıdemin kırmızı çizgi olduğunu söylüyor, ama bir eylem programı ortada yok. Türk-İş’in tabanında ise kıdem tazminatı üzerindeki saldırılara karşı ciddi bir rahatsızlık devam ediyor.
DİSK net bir şekilde kıdem tazminatının fona devredilmesine karşı olduğunu söylüyor. Ancak DİSK’in tepkileri cılızlıktan kurtulamıyor. Haziran ayının ilk haftası yapılan eylemlere, klasik DİSK basın açıklamalarının ötesinde kitleler katılmış olsa da henüz ciddi bir mücadele programı ortada yok. DİSK tabanı da yine kıdem tazminatının fona devredilmesi hazırlıklarına tepkili.
Öte yandan işçilerin tepkisini göğüslemekten çekinen işveren örgütleri ise “mutabakat sağlanamazsa fon planından vazgeçilsin” şeklinde çıkışlar yapmaya başladı. Şimdilik fondan vazgeçileceğinin garantisi olmasa da bu saldırının tümüyle rafa kaldırılması söz konusu olmayacaktır. Hükümet ve sermaye, en uygun zamanı kollayarak işi oldu-bittiye getirmeye çalışacaktır.
Savunmadan Saldırıya
Mevcut tablo emekçiler açısından pek iç açıcı değil. Saldırılar arka arkaya geliyor. Emek örgütleri atıl, yetersiz ve enerjisiz. Tabanda ise arayış söz konusu. Kamu emekçileri ihraçlara ve iş güvencesinin yok edilmesine karşı sessiz kalmak istemiyor. Sanayi ve hizmet işçileri sürekli kaybettiklerinin farkında. Her geçen gün daha zor hayat şartları emekçilerin önüne dikiliyor. Ancak bunu değiştirecek bir mücadeleye önderlik edecek kadroların yokluğu, buharın düzensiz ve rotasız kalmasına yol açıyor.
Bu handikapların aşılması için saldırılara karşı savunma hattı örülmesi gerekiyor. Kamu emekçileri, ihraç saldırılarına ve ilerleyen dönemde yasal değişiklik olarak karşısına gelecek iş güvencesinin doğrudan yok edilmesine karşı mevcut haklarını savunmak zorunda. Aynı şekilde işçiler de grev hakkını, kıdem tazminatını savunmak zorunda.
Bu noktada “mevcut pek mi iyi?” sorusu gündeme gelebilir. Elbette değil. Ancak mesele de biraz burada başlıyor. Bugün KHK saldırısını püskürtmenin AKP ile hesaplaşmaktan başka yolu var mı? Ya da AKP geriletilmeden grev hakkını korumak mümkün mü?
16 Nisan referandumunu sopalı bir kampanya dönemi ve şaibeli bir seçim gününün sonucunda ancak kıl payı kazanabilen AKP, artık mevcut diktatörlükten geri adım atabilecek kapasiteye sahip değil. AKP’nin ve Erdoğan’ın “hukuksal sınırlara çekilme”sinin imkânı mevcut değildir. Mesela OHAL’i kaldırıp KHK’ları iptal etmek, AKP için iktidarından vazgeçmek olacaktır.
Bu tabloda emekçilerin mevcut haklarını savunması, ancak emek düşmanı AKP iktidarına saldırarak onun meşruiyetini yok etmekten ve nihayet AKP iktidarını yıkmaktan geçiyor. Bugünden yarına gerçekleşecek bir zafer yok. Ancak adım adım, sabırlı ama inatçı ve kararlı bir mücadelenin örgütlenmesi sayesinde zafer mümkün.
OHAL’in AKP’nin elini güçlendirdiği ve ihraçlar gibi ciddi saldırıların temelinde yattığı malum. OHAL’e karşı ortak bir kampanya örgütlemek, sosyalistlerin bu mücadeleyi derinleştirmeye yönelik çabalarının başlangıcı için doğru bir adım olacaktır. OHAL sebebiyle grevi ertelenen işçi, KHK ile ihraç edilen kamu emekçisi, vekilleri tutuklu olan Kürt, iktidar içi çatışmalarla geleceksizliğe mahkûm edilmiş genç… Tüm bu kesimlere ulaşmayı sağlayacak bir kampanya ile güç biriktirerek AKP’yi sarsacak işleri örgütlemek mümkün. Sosyalist Emekçiler Partisi olarak OHAL karşıtı kampanyayı kendi güçlerimizle başlattık. Çabaların ortaklaştırılması konusunda ise her alanda elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz.
Benzer şekilde kıdeme yönelik saldırılar, grevlerin yasaklanması, demokratik haklara dönük saldırılar gibi pek çok başlıkta da aynı güç birliğini sağlamak/devam ettirmek AKP’yi köşeye sıkıştıracaktır.
Bu mücadelelerin sağlayacağı her kazanım da ileriye doğru atılan adımlar anlamına gelecektir. Kamudaki keyfi ihraçları geri çektirme, kamu emekçilerinin daha fazla iş güvencesini ve hakkı elde etmesinin önünü açacaktır. Böyle bir kazanımın sağlayacağı motivasyon, örgütlü gücü de büyüterek emekçilerin daha büyük hamlelerinin önünü açacaktır. Sanayi ve hizmet işçileri açısından da grev hakkına sahip çıkmak, ancak örgütsüzlüğün ve dağınıklığın üstesinden gelmekle başarılabilecektir.
Bu gerçeklik bize umut aşılamaktadır. Evet, “bugünler geçecek”. Ama oturarak değil! Harekete geçerek, sorumluluk alarak ve mücadeleyi örgütleyerek!
1 İhraçlar Üzerine Barış Akademisyeni Güneş Gümüş ile Röportaj: Ne Yapmak Gerekir? (bolsevik.org)