Deniz Bitiyor mu? – Güneş Gümüş
2020 yılında yapılan dünya patronları zirvesi Davos’un en çarpıcı olaylarından biri 121 milyonerin ve milyarderin imzaladığı “Milyonerler Yabalara Karşı” başlıklı bir metnin kamuoyuyla paylaşılmasıydı. Brecht oyununu andıran ifadelerin olduğu bildiri ekonomik kötü gidişatın patronların korkularını nasıl harekete geçirdiğini gösteriyor:
“Dünyada varlıklı insanlar ikiye ayrılır: Vergileri veya ‘yaba’ları yeğleyenler. Aşağıda imzası olan bizler vergileri yeğliyoruz. Sizin de aynı tercihi yapacağınıza inanıyoruz. Bu ricayı, yeryüzüne ayak basan insan türünün en ayrıcalıklı sınıfının mensupları olarak yapıyoruz.”
Sadece patronlar mı? İktidarlar için de kabus senaryosu!
AKP de ekonominin tepe takla oluşunun tehlikelerinin bilincinde ki 2018 Ağustos’undan beri krizin etkilerini azaltmak, ekonomik daralmayı tersine çevirmek için yapmadık hamle bırakmadı. Bu çabalarla geçen 2019 sonunda tam da ekonomi kuyruğu doğrultu mu derken Şubat sonuna doğru vatandaş için ekonominin barometrisi gibi algılanan döviz fiyatları ve altın tekrar yükselişte. 2020’de ekonominin büyüyeceği beklentilerine rağmen intihar haberlerinin, vatandaşın faturalara isyanının sonu gelmiyor.
Borçlan, Borçlan; Nereye Kadar?
2001 krizi sonrasında ülkede borçlanmaya dayalı bir büyüme modeli AKP iktidarı döneminde tamamen yerleşti. Bu modelin 2008’deki derin bir krize yol açması, yapısal sorunlar yaratması da iktidarı bu modelden vazgeçirmeye yetmedi. Emekçi sınıflar bahsi geçen yıllar boyunca yoksullaşsa da geleceğini ipotek altına alarak borçlanıp tüketmesi için teşvik edildi. ABD Merkez Bankası’nın para bastığı, dünyada likidite bolluğunun yaşandığı uluslararası ortam da bu model için idealdi. Sonuçta döviz stabil kalıyor (Dolar 2002-2011 arasındaki 9 yıl boyunca 1,6 TL’ye sabitlenmiş gibiydi), TL değerleniyor, ucuza kredi bulunuyordu. Vatandaş da iyi bir tüketici olmaya ikna edildiğinde (eğitim, sağlık, emeklilik gibi kamusal hizmetlerin zayıflamasıyla kimi zaman zorlandığında) bu büyüme modelinin bir gideri vardı. Özel sektör üretim için ucuza (çoğunlukla döviz cinsinden) borç buluyor, inşaat başta olmak üzere ürettiği metalar kendi bütçesinin ötesini kredilere dayanarak harcayan halk tarafından tüketiliyordu. Bu model, sürekli bir büyüme sağlama konusunda önemli handikapları içinde barındırıyordu tabi. Bir kere dövizin ucuz, TL’nin değerli oluşu ithalata yönelmeyi kolaylaştırıyor; reel ekonominin gelişiminin önüne set koyuyordu. İkincisi bu model dışarıdan ucuza borç bulmaya devam etmeyi gerektiriyordu. Özellikle de ithalatın çapı arttıkça dış borç miktarı büyüdüğünden borç elde etme döngüsündeki sıkıntılar modelde tıkanmayı beraberinde getiriyordu. Üçüncüsü borçlanarak tüketen kitleler 2001 sonrasında AKP’nin neoliberal saldırıları altında sürekli yoksullaşmıştı; yani tüketim kapasiteleri sınırlıydı. Özellikle inşaat-otomotiv gibi alanlarda ülke içinde tüketim kapasitesinin bir sınırı vardı.
Borçlanarak büyüme modelini zora sokan bu başlıklar az ya da çok biraraya geldiği için 2018’de derin bir kriz ekonomiyi vurdu. ABD Merkez Bankası parasal genişlemeye son vermiş, dolayısıyla ucuza borç bulma zamanları geçmişti. Konut stoku alım kapasitesinin ötesine çoktan geçmiş, bir milyona yakın konut eritilmeyi bekleyen büyük bir dağ gibi olmuştu. Diğer yandan da bir zamanlar yüksek kazanç vaat eden konut piyasası artık enflasyon karşısında bile değeri koruyamaz hale gelmişti. Bu koşullar altında satışlarda tıkanma kaçınılmazdı, üstüne bir de yüksek konut faizleri eklenince yıllarca ekonominin motoru olmuş konut piyasasında çöküşe doğru ilerlendi.
Bütün bu kötüye gidişin üstüne uluslararası gelişmeler (ABD ile Rahip krizi, Rusya ile uçak krizi gibi) benzin dökünce kırılma yaşandı; ciddi bir yabancı sermaye çıkışı, dövizde ciddi bir sıçrama sonrasında artan faizler, füze gibi çıkan enflasyon, can yakan hayat pahalılığı ve işsizlik…
2019: Toparlanmanın Yılı mı?
Ekonomik krizin seçmen desteğini ne kadar hızlı eritebileceğinin bilincinde olan AKP, kamu kaynaklarını sonuna kadar kullanarak 2019’da her yolu denedi.
Öncelikle dövizdeki artışı durdurmak için Merkez Bankası, kamu bankaları aracılığıyla piyasaya döviz satmakla yılı geçirdi. 2019’un 2018 gibi sermaye çıkışının yoğun yaşandığı bir yıl olmaması da büyük bir avantajdı. Çeşitli hesaplamalar sonucunda (MB verilerini şeffaf şekilde açıklamayı kestiğinden) 2019 boyunca 32 milyar dolarlık bir kaynağın bu amaçla kullanıldığı söyleniyor. Rusya ile Suriye üzerinden yaşanan gerilimin sıcak çatışma noktasına daha ulaşmadığı 21 Şubat tarihinde bile Merkez Bankası rezervleri son 20 gün içinde yaklaşık 10 milyar dolar azalmıştı bile. Ki İdlip gerilimi bir savaşa doğru evrilince döviz fiyatını tutmaya güçleri de yetmedi.
İktidarın ekonomiyi toparlamak için diğer bir hamlesi de iç talebi canlandırmak için faizleri düşürebildikleri kadar düşürmekti. Merkez Bankası 2019 başından bu yana 13,25 puanlık faiz indirimi gerçekleştirmiş oldu. Faizin, enflasyon rakamının bile altına indirilmesiyle konut, otomotiv ve bireysel tüketim kredi kullanımı ve kredi kartı harcamalarının artması hedeflendi. Hedefe bir miktar yaklaşılsa da yaraya merhem olacak çapta olup olmadığı şüpheli. Konut piyasasını canlandıracak sıfır konut satışlarının istenilen düzeyde olmaması, otomotiv sektöründeki canlanmanın cılız olması sermaye açısından düşündürücü olsa gerek. AKP’li yıllar boyunca ekonominin motor gücü olan inşaat sektörünün derdine deva olmayacak toparlanma karşısında Kanal İstanbul gibi mega projeler can suyu olarak kenarda beklemiyor değil tabi.
Faizin negatife düşüşü kredi kullanımını artırıp iç talebi belli ölçüde canlandırsa da yatırım yapacak parası olanlar açısından döviz ya da altına yönelişi de teşvik ediyor. Uluslararası düzeyde salgın hastalıklar, dünya çapında resesyonun ayak sesleri, Çin ve birlikte gelişmekte olan piyasalardaki sıkıntıların dolar ve altının fiyatını yükseltmesi de cabası. Dolardaki artış üretimin, ihracatın ithalata bağımlı olması nedeniyle bir süre sonra fiyat artışlarını ve enflasyonu da beraberinde getirecektir. Kaldı ki ekonominin büyüme yönünde ilerlemeye devam etmesi de cari açığın ve döviz ihtiyacının artması, dolayısıyla da Merkez Bankası’nın cari fazla verilen, tüketimin zayıfladığı, büyümenin sıfırı gösterdiği koşullardaki dövize müdahale kapasitesine sahip olmaması yani dövizde yukarı yönlü hareketin yaşanması demek.
O Nasıl Büyümeymiş?
Türkiye ekonomisi 2019 yılı ilk çeyrekte %2,6; ikinci çeyrekte 1,5 daralmıştı. İktidarın büyük gayretleriyle üçüncü çeyrekteki %0,9’luk büyüme sonrasında 2019 yılı son çeyrekte büyüme %6 çıktı. Ancak bu büyüme rakamına rağmen kamunun katkısını bir kenara bırakınca özel sektörde istihdam artışı yok.
Aksine ekonomi 2018 Kasım ayında yıllık bazda 210 bin kişiye istihdam yaratırken 2019 yılının aynı döneminde 149 bin kişinin işini kaybettiği görülüyor. 2018’deki %24’lük enflasyon artışının geride kaldığı 2020 sonuna kadar enflasyonun %10’lara düşececeği iddia edilse bile halk enflasyondaki artışı geride bırakabilecek bir gelir artışı yaşamadı.
Ücretlerin kuş gibi arttığı, işsizlik meselesinin emekçilerin korkulu belası olduğu koşullarda yoksulluğun diz boyu olması; bunun da halkta umutsuzluk ve öfke olarak geri dönüş yapması şaşırtıcı değil. Yani kamu kaynaklarının ittirmesiyle ekonomide ılımlı bir toparlanma görünümü sergilense de bunun yoksul halkta karşılığı çok zayıf.
2020’deki ekonomik görünümü ise iktidarın istekleri değil ekonominin yapısal açmazları ile siyasal ve uluslararası dinamiklerin nasıl şekilleneceği belirleyecek: Suriye üzerinden gelişen jeopolitik gerilimler, ekonominin motor sektörlerinin toparlanma düzeyi, küresel koronovirüs korkusu nedeniyle geçen yılın turizm gelirlerine ulaşmanın tehlikeye girişi, enflasyon verilerinde istenilen düşüşün olmayışı ve böylece de döviz, altın birikimine yönelişin sürmesi gibi.