Can Atalay Kararının Ardından: Geri Çekilmek Çözüm Değil! – Emre Güntekin

Can Atalay Kararının Ardından: Geri Çekilmek Çözüm Değil! – Emre Güntekin

Tek adam rejimi, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği hak ihlali kararlarına rağmen yıllardır cezaevinde tuttuğu Can Atalay’ın milletvekilliğini düşürerek hukuksuz uygulamalarına bir yenisini ekledi. İktidarın AYM kararlarını ısrarla uygulamamasına karşı gereken toplumsal refleksin gösterilememesi bu sonucu kaçınılmaz hale getirdi. Sokak muhalefeti yükseltilmeden ve iktidarı geri adım atmaya zorlayacak bir demokrasi mücadelesi örgütlenmeden bu tarz hukuksuzluklar olağanlaşmaya devam edecektir.

Bu noktaya bir anda gelinmedi. Tek adam rejiminin her bir tuğlası benzeri hukuksuzluklar harç yapılarak sağlamlaştırıldı. Özellikle Gezi Direnişi ve ardından 15 Temmuz sonrası OHAL uygulamaları ile birlikte iktidar burjuva hukuk normlarını alt üst etti. Selahattin Demirtaş ve HDP’li milletvekillerinin tutuklanmasından, kayyım uygulamalarına; referandumda mühürsüz oy pusulalarının YSK tarafından kabul edilerek atı alanın Üsküdarı geçmesinden, Can Atalay kararına kadar sayabileceğimiz onlarca örnek mevcut… Ancak bütün bu saldırılar karşısında toplumsal muhalefet, özellikle de herşeyin seçimle değişebileceğine dair yayılan kof inançla, sokak seçeneğini neredeyse tamamen terk etti. 

Bundan gelen cesaretle, tek adam rejiminin mahkemelerinin önemli toplumsal ve siyasal davalarda aldığı kararlarda emekçiler ve ezilenler lehine bir karar bulabilmek neredeyse imkansız hale geldi. Düzen mahkemeleri Soma’da 301 madencinin ve Çorlu tren faciasında 25 kişinin bağıra bağıra gelen facialarda katledilmelerinin sorumlusu olarak hangi patrondan, hangi bürokrattan veya siyasi sorumludan hesap sorabildi? Bunlar burjuva hukukunun sınırlarının nereye dayandığını görebilmek adına sembolik örnekler.

Emekçiler bu düzende adaleti ancak kendi tırnaklarıyla kazıyarak elde edebilir. Her bir yasal hakkın uygulanması ancak verilecek ısrarlı mücadelelere bağlıdır. Anayasa metinlerine bakacak olursanız karşınıza insanlara tanınan bireysel haklarla birlikte bunları sınırlayan çokça maddeyle karşı karşıya kalırsınız. Örneğin bugün tek adam rejiminin adına rahmet okuttuğu 1982 Anayasası’na göre “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.” veya “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.”. Ne var ki bugün burjuva hukukun sınırlarını zorlamayacak bir düşünceniz bile kimi zaman yargılanmanızın veya daha da ileri gidilerek cezaevleriyle tanışmanızın bir gerekçesi olabilir. Düşünce özgürlüğünün sınırlarının nereye kadar genişletilebileceği; toplumsal muhalefetin bunun için vereceği mücadeleyle, emekçi sınıfların demokratik haklar mücadelesine ne denli sahiplenip emekten gelen gücünü bunun için seferber edip etmeyeceğiyle doğrudan ilişkilidir. 

Bugün içinde bulunduğumuz koşullar, artık sıradanlaşan hukuksuzluklar karşısında toplumsal muhalefet öznelerinin gereken refleksleri gösterememesinin, kutuplaştırıcı siyasal iklim altında emekçi sınıfların demokrasi mücadelesiyle bağlarının büyük ölçüde kopuşunun bir sonucudur. Emekçi sınıfların demokrasi mücadelesinde oynadığı belirleyici role Türkiye tarihinden bir örnek verebiliriz. 1976 yılında dönemin Milliyetçi Cephe hükümeti DGM’leri tekrar kurarak, bunları fiili bir sıkıyönetimin araçları haline getirmek istiyordu. Öte yandan TİSK ve MESS gibi patron örgütleri de sıklaşan grevler karşısında işçilerin sosyal haklarını budayacak, TİS gibi sosyal hakların kullanımını sınırlandıracak yasaların da meclisten geçirilmesi konusunda iktidara basınç yapıyordu. Ancak o dönem işçi sınıfı üzerinde büyük bir etkiye sahip olan DİSK DGM’lere karşı harekete geçmiş ve hatta DGM yasasına destek veren Türk-İş bünyesinden 12 sendikayı da peşinden sürükleyerek bu mücadelenin bir parçası haline gelmesini sağlamıştı. DİSK ise ülke genelinde Genel Yas ilan ederek örgütlü olduğu işyerlerinde üretimin durdurulması kararı almış ve halkı da harekete geçirecek şekilde eylemlerin örgütlenmesinde öncü rol üstlenmişti. 16 Eylül 1976’da neredeyse bütün büyükşehirlerde DİSK’in çağrısı doğrultusunda hayat durma noktasına gelmişti. 16 Eylül’de başlayan grev ve eylem silsilesi bir anafor oluşturarak toplumun tüm muhalif güçlerini seferber etmeyi başarmıştı ve neticesinde egemen sınıfların işçi hareketine karşı uyguladığı tüm baskı ve saldırılara rağmen geri adım atılmayarak DGM saldırısının püskürtülebilmesine yol açmıştı.

Bugüne gelelim. Tek adam rejimi demokratik hakları ve kendi burjuva hukukunu bile alaşağı ederken DİSK’ten, KESK’ten bir ses var mı? Veya meselenin özneleri sıradan eylemlerin, basın açıklamalarının ötesine taşan bir yönelime sahipler mi? Can Atalay özelinde en azından onun milletvekili olarak seçildiği Hatay’da daha etkili bir eylem süreci örgütlenebilirdi. Genel anlamda da meclis muhalefetine, Numan Kurtulmuş’tan beklentilere, Baroları harekete geçirmeye bel bağlamak yerine halka doğrudan hitap eden bir eylem süreci örgütlenebilirdi. Bunu yaparken sınıf örgütleri de adım atmaya zorlanabilirdi.

Göstermelik eylemlerle, sıradan basın açıklamalarıyla demokrasi mücadelesi verilemeyeceğini her seferinde acı bir şekilde tecrübe ediyoruz. Lenin’in bir makalesinde formüle ettiği üzere demokratik sınırları genişletmenin yolu “…burjuva legalitesinin sınırları aşılarak, bu sınırlar yerle bir edilerek, parlamentoda söylevlerle, sözde kalan protestolarla yetinmeyerek, yığınları kesin eyleme çekerek, her temel demokratik istem uğruna savaşımı yoğunlaştırıp, proletaryanın burjuvaziye saldırısına kadar, yani burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin, reformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçirilmesidir.”

Buradan da anlaşılacağı üzere toplumun muhalif katmanlarını ve özellikle de emekçi sınıfları demokrasi mücadelesinin içine çekecek bir mücadele hattı örgütlemek sosyalistlerin önünde görev olarak durmaktadır.