Bu Bahar İşçi Baharı: 1989-91 -Dilan Baycan
1960’larda tüm dünyada yayılan devrimci dalga, Türkiye’de de karşılığını işçi ve öğrenci hareketleri çerçevesinde bulmuştur. 1960’lı yılların ikinci yarısındaki bu atılımı 12 Mart darbesi engelleyememiş, sınıf hareketinin canlılığı 1970’lerde tüm Türkiye’yi etkisi altına almıştır. Çoğu bu süreç içinde ortaya çıkan birçok sol örgütün 1970’li yıllar boyunca on binlerce militanı olmuştur. Ama ne yazık ki bu sol örgütlerin sınıf mücadelesini devrime taşıyacak ne programları ne de buna uygun örgütlenmeleri mevcuttu. Büyük sermaye, arkasında ABD, tetikçileri ülkücü faşistler ve her türden yapılanmasıyla burjuva devlet karşısında sosyalist sol, bunları alt edecek gerekli niteliklere sahip değildi. Sosyalist solda müthiş bir tıkanmanın kendisini gösterdiği son birkaç yılın ardından 12 Eylül darbesi bağıra bağıra gelmiş ve devrimci mücadele adına korkunç bir yenilgi yaşanmıştır. Egemen sınıf, askeri diktatörlüğü, deyim yerindeyse, tereyağından kıl çeker gibi hayata geçirmiştir. 12 Eylül ile Türkiye tarihi açısından tarihi bir kırılma yaşanmıştır.
12 Eylül darbesinin yaptığı ilk şey, grevleri yasaklamak, işçi hareketinin en azından yakın ve orta vadede politikleşmesinin önüne set çekmek, işçilerin bir sınıf olarak kitlesel bir mücadele örgütlemesini engellemekti. Bunun yanında darbeyle birlikte işçi sınıfının özellikle 70’lerde kazandığı birçok hak, burjuvazi tarafından gasp edilmişti. Sınıf mücadelesinin keskinliği içerisinde, grevlerle sarsılan Türkiye burjuva sınıfı, 12 Eylül darbesinin başarısı karşısında rahat bir nefes almıştır. 12 Eylül darbesine karşı bir direniş gösteremeyen Türkiye solu ise bir daha o güçlü konumunun yanına yaklaşamadı. Bu yenilgi, aynı zamanda, işçi sınıfı ve diğer yoksul kesimlerin yenilgisiydi.
12 Eylül’ün demir yumruğu altında 1984 yılına kadar hiçbir grev olmamıştır. 1984 yılında, yalnızca 4 grev olmuş ve ardından 1986 yılına kadar grevler tamamen kesintiye uğramıştır(1). Bunun anlamı, işçi sınıfının neoliberal piyasa vahşeti karşısında savunmasız durumda olduğudur. Özellikle 1980’li yıllar tüm dünyada ve Türkiye’ de neoliberal politikaların reel hayatta somut bir şekilde karşılık bulduğu dönemlerdir. Dünya çapında işçi hareketinin belinin kırıldığı 1980’li yıllar, aynı zamanda kapitalizmin fikirsel hegemonyasının tavan yaptığı yıllardı. İlk kez bir ABD başkanı –Ronald Reagan- İngiliz Parlamentosuna hitap ediyor ve “Marksizm ve Leninizmin çok yakında tarihin çöplüğüne terk edileceğini” ilan ediyordu(2).
SSCB’nin çatırdaması 1980’lerin ikinci yarısında açıkça hissediliyordu. Bu durum, sol hareket içinde de ‘elveda proleterya’ söylemlerini yaygınlaştırdı. Yaşanan yenilgi ideolojik bir hesaplaşmayı beraberinde getiriyor, ama bu hesaplaşmada dümen sağa kırılıyordu. Stalinizmin karşı devrimci pratik ve teorileri, Marksizme ve Leninizme mal ediliyordu. Postmodernizmin solu kucakladığı bir dönemin kapısı aralanıyordu. Zaten, Stalin dönemi ile birlikte, yalnızca otoriter kalkınmacı bir polis devletine dönüşen SSCB’nin de fiili olarak çöküşü, kitleler nezdinde ‘sosyalizmin’ sorgulanmasını beraberinde getirmişti. SSCB’nin, Çin’in, Arnavutluk’un, Yugoslavya ve diğerlerinin sosyalist rejimler olduğuna inanan kitleler ve sol örgütlerde moral çöküntüsü inanılmaz boyutlardaydı. İdeolojik hesaplaşmada dümen sola kırılsaydı, Stalinizmin eleştirisi devrimci biçimde verilseydi, 4.Enternasyonal’e ulaşılacak ve 20.yy doğru biçimde anlaşılacaktı ama bu tarz bir eleştiri çok ama çok zayıf kaldı.
Hem fiziksel, hem de ideolojik yenilgi, neo-liberalizmin önünü açmaktaydı. Ancak, ABD’nin öncülük ettiği, Türkiye’de Özal’ın, İngiltere’de Thatcher’in temsilciliğini yaptığı ekonomik politikaları, zaman içerisinde emekçi kitlelerde tepkiselliği adım adım yükseltecektir. Yüksek enflasyon, tavan yapan yolsuzluklar, yaygın işsizlik, yoğun göç ve bunun etrafında çığ gibi büyüyen kent yoksulluğu Özal’ın yıldızının yavaş yavaş sönmesini beraberinde getirecektir. Bu süreç, bir yandan da sermayenin tekelleşme sürecidir. Türkiye’de Özal’ın temsil ettiği siyasal ve ekonomik yönelimler ABD çizgisindeydi. Darbe sonrasının başbakanı, neoliberalizmin yılmaz savunucusu Özal, Dünya Bankası’nda görev almış bir isim olarak uluslararası kapitalizmin gözde adamı konumundaydı. 1970’li yıllarda Sabancı Holding bünyesinde genel koordinatörlük yapmış, MSP’den milletvekili adayı olmuş ama kazanamamıştı. İslami arka planı da 12 Eylül sonrasının muhafazakarlaştırma projesi için Özal’a tam olarak uymaktaydı. 24 Ocak 1980’de ABD’nin adamı olarak Demirel hükümetinin koordinatörlüğüne getirilse de sınıf hareketinin direnişi ile bunları hayata geçirmek mümkün değildi. Gerekli ortamı darbe sağlayacaktı(3).
1989 bahar eylemleri, esas olarak, 24 Ocak kararları ve ardından 12 Eylül darbesiyle işçi hareketinin sendikal haklarının elinden alınması sonrasında ortaya çıkmıştır. 12 Eylül ile birlikte toplu sözleşmeler askıya alınmış, grevler yasaklanmıştı. Sendikaların herhangi bir söz hakkı yoktu. Tüm ülkeleri yakından ilgilendirmeye başlayan sermayenin küresel serbest dolaşımı olgusu, endüstri ilişkileri sistemini ‘yapılandırmaya’ başlamıştı. Bu yapılandırma ise emekçilere, esnek çalışma koşullarını, güvencesiz çalışmayı beraberinde getirmiş, aynı zamanda küresel rekabete dayalı bu sistemde, rekabet arttıkça maliyetler düşürülmeye çalışılmıştır. Elbette ki kapitalist sistemde, bunun en iyi yolu, işçinin emeğinin değerinin düşürülmesidir. Zaten bu bağlamda, neo-liberalizmin, ekonomik ve beraberinde gelen siyasal politikalarının sendikacılığın temel görevlerine saldırmaksızın hayata geçirilmesi düşünülemez. Yine aynı döneme bakıldığında, sendikal hakların tanınmadığı sistem olan taşeronlaşma hız kazanmaya başlamıştır. 82 anayasasında, sendikalarla ilgili son derece ayrıntılı hükümlere yer verilmiştir. Sendikaların, siyasi herhangi bir amaç gütmesinin önüne geçilmiş, siyasi kurumlarla eylem ortaklığı dahi yasaklanmıştır. Egemen sınıf, eylemlerin gideceği noktayı bildiğinden ‘sendikaların sınıfsal baskı aracı olamayacağını’ dahi dillendirmiştir. Ancak, daha önemli bir nokta vardı ki; o da işçilerin asıl kazanımlarını elde ettiği, en güçlü silahları olan grev hakkının yasaklanmasıydı.
Toplu sözleşmelerin yapılması, bir çok yönden imkansız hale getirilirken, grev hakkının yalnızca ‘çıkar grevi’ olarak, yani yapılan toplu sözleşmelerin ihlali olursa, kullanılabileceği belirtiliyordu. Toplu iş sözleşmelerinin de, fabrikada aynı iş kolunda çalışan kişilerin sayısına getirilen baraj ile yapıldığını hesaba katarsak, çıkar grevlerinden söz etmek de gerçekçi değildi. Bunun yanında, asıl yankı uyandırabilecek alanlarda (eğitim, sağlık, ulaşım gibi) eylem yapılması koşulsuz bir şekilde yasaklanmıştı(4).
İşçi hareketini engellemek için, bir yandan işçi önderleri tutuklanıyor, diğer yandan da Kenan Evren, işçilerin ücretlerine %70 oranında zam yapılacağını duyuruyordu. Ancak bunlar işçi sınıfını pasifize etmeye yetecek vaatler değildi, günbegün gelen zamlarla işçi sınıfı sarsılıyor, diğer yandan kazanılmış hakların önüne set çekildiğinin de farkına varıyordu. 89 Baharı’nın ilk sinyallerini, 12 Kasım 1986’da greve çıkan NETAŞ (Northern Elektrik Malzemeleri Fabrikası) işçileri verdi. İşçilerin toplu sözleşmelerinin iptaliyle birlikte, üç bini geçkin işçi, 93 günlük greve çıktı. Grev büyük oranda kazanımla sonuçlanınca, diğer iş kollarındaki işçilere de umut taşıdı. Kazlıçeşme’de deri fabrikaları işçileri grev kırıcılara tepki olarak bir miting düzenledi, grevlerinin sonucu, talep ettikleri hakların verilmesi ve %200’ü geçkin zam kazanımıyla sonuçlandı. Bu süreçte, Derby, Migros, demiryolları işçileri grevinin ardından, grev dalgası giderek büyüyerek 1989’lara gelindi. Mart ayında yarım milyon kamu işçisinin toplu sözleşmeleri tıkandığında, Özal ‘liberal kurallara’ sadık kalmak adına, zam artışını ve çalışma koşullarında gerçekleşmesi istenen reformları onaylamayınca, bu kez ülke çapında yaygınlaşan eylemler başladı. Bu süreçte TÜRK-İŞ pasif direniş ilan ederek, işçilere ‘evlere dönün’ çağrısı yapmaktan geri durmadı. İşçiler, birçok eylemde sendikal bürokrasinin önüne geçiyor, eylem istikametini radikal bir şekilde değiştiriyor ve fabrikaları önünden geçerek diğer işçileri de dışarı çıkmaya davet ediyordu. Özellikle, Mart ayı sonundaki tersane direnişlerinde (Taşkızak, Haliç ve Camialtı Tersaneleri), gerek atılan sloganlar, gerek E-5 karayolu işgali, polisle karşı karşıya geliş ve komutlara uymadan birbirlerine kenetlenen işçilerin direnişe devam etmesiyle oldukça radikal bir tablo oluşmuştu. Eylemler, teker teker farklı amaçlar için örgütlenen eylemler olmaktan çıkıp iş cinayetlerine karşı, çalışma koşullarının iyileştirilmesine dair temel talepler içeren bir hale bürünüyordu(5).
12 Nisan’da Cibali Sigara, Mecidiyeköy Likör, Bomonti Bira, Paşabahçe Rakı, TEKEL Genel Müdürlüğü, Vergisiz Satışlar işyerlerinden 15 binin üzerinde işçi aynı saatlerde viziteye çıktı. Cevizli TEKEL fabrikasında çalışan 8 bin işçi Kartal SSK Hastanesine kadar 4 kilometre yürüdüler. 24 bin çelik işçisi 3 ay boyunca her iş günü yaptıkları iş yavaşlatma, vizite, yürüyüş, sakal bırakma, yemek ve servis boykotu eylemlerinin ardından 4 Mayıs’ta greve gittiler. Yine Mayıs ayında 1500 karayolu işçisi, toplu boşanma davası, çocuklarını satılığa çıkarma gibi dikkat çekici eylemlerle protestolarını sürdürdüler. Aynı zamanda askeri dikimevlerinde çalışan işçiler de yol kesme eylemleriyle polisle defalarca karşı karşıya geldiler. Yine, o dönemdeki mücadele ile kurulan Sendika Yürütme Komisyonu ile bugünkü KESK’in temellerinin atıldığını söyleyebiliriz. İşçi hareketinin daha da ileriye gideceğini bilen ve en başta zamları kabul etmeyen Özal, işçilere %140 zam öneriyordu. 1989 Bahar eylemlilikleri, birdenbire kesilen bir süreç olarak kalmadı. Zonguldak maden işçilerinin büyük yürüyüşüne kadar yankısını sürdürdüğünü söylemek yanlış olmaz. 1990 yılında, toplu iş sözleşmelerinde belirtilen maaşa itiraz eden işçiler, Genel Maden İş’e hükümetle görüşmesi için baskı uyguluyorlardı. Ancak bu görüşmede, sendikanın önerdiği rakama, hükümetten ‘mümkün değil’ yanıtı geldiğinde, Genel Maden İş kurultayında, 30 Kasım’da greve çıkma kararı alındı. Meseleye, maden ocaklarının kapatılma kararı sorunu da eklenince, grev daha kapsamlı hale getirildi ve bölge halkı greve davet edildi. 30 Kasım’da başlayan grevin ilerleyen günlerinde, katılım sayısı 100 bini buluyordu. Türk-İş Genel Başkanı Şevket Yılmaz ortalarda görünmezken, Genel Maden İş Başkanı Şemsi Denizer, greve işçilerden tam destek alarak, sürecin savunucusu olarak başlamıştı. Grevin büyüdüğünü gören Denizer, bu saatten sonra işçilere ‘aralarındaki provakatörlerin uzaklaştırılması gerektiğini’ söylüyor ve yürüyüşün durdurulmasını talep ediyordu. Bu süreçte, Türkiye gündemini Körfez krizi işgal ediyordu ve olası bir savaş nedeni ile grevin ertelenmesi tartışılıyordu. İlerleyen dönemlerde, 4 Ocak’ta genel grevi kararına kadar giden iradeye karşı, Bakanlar Kurulu defalarca tehdit mesajları yolluyordu. Nitekim, yürüyüş büyük bir kitlesellikle, her türlü barikata ve tehdite rağmen başladı ve Mengen’e kadar geçilen illerdeki işçilerle yapılan dayanışmayla büyüdü. Mengen’de ise, sendika bürokrasisi (Şemsi Denizer aracılığıyla) artık, açık açık işçilere ‘geri dönün’ çağrısı yapmaktaydı. İşçilerden, en atılganları, en önde savaşanları gözaltına alındı. İşçiler, provakatif eylem yapmamak için(!) herhangi bir tepki vermedi. Şemsi Denizer’in çeşitli görüşmeleri sonunda, eylem hızlıca bitirildi ve işçiler Zonguldak’a apar topar geri gönderildi. Madenciler ve Zonguldak halkı üzüle üzüle evlerine döndüler ama daha bir yıl geçmeden en ağır fatura işçilere kesildi. Tam 213 işçi 3 Mart 1992’deki grizu patlamasında can verecekti.
16 Ocak’a gelindiğinde, ABD ile Irak arasında, Körfez savaşı başlamıştı ve hükümet, 25 Ocak’ta ‘milli güvenlik’ nedeniyle tüm grevleri 2 ay ertelediğini duyurdu. Böylece, farklı iş kollarında birçok işçiyi kapsayan grevler fiili olarak bitirilmişti(6). Bu, 89 Baharı’nın bittiğini işaret ediyordu.
Sonuç itibariyle, 1989 yılında başlayan, Bahar Eylemlilikleri sürecine sendikalı- sendikasız 1,5 milyon işçi katıldı. Kamu işçileri, diğer işçileri de peşlerinden sürüklemiş, bu süreçte eylem halkasını genişletmişlerdi. Bahar Eylemliliklerinde bulunmuş işçilerin de anlatılarına göre, işçiler sendikanın grev kırıcı, eylemliliklerin önüne geçen rollerini anladıklarından, kendi aralarında komiteleri kurarak ve taban basıncıyla sendikayı harekete geçmek zorunda bırakarak uygulamaya geçiriyorlar, sendikanın geri dönün dediği noktada önceden kendi aldıkları kararları uyguluyor, bir anlamda sendika içindeki bürokratik ilişkileri ezip geçiyorlardı. Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da işçilerin dillendirdiği zam taleplerinin kapitalizme yönelen bir tür tehdit olduğudur, ne de olsa kapitalizm kar maksimizasyonuna dayanan bir sistemdir. Ayrıca işçilerin her kazanımı, geri kalan işçilere örnek yaratarak noeliberal projeyi hükümsüz kılma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle, ücret artışına, çalışma koşullarının iyileştirilmesine vs. yönelik bir talep, ekonomik olduğu kadar politiktir de. Tarih sahnesinde defalarca karşılaştığımız gibi, 1989 Bahar Eylemliliklerinde de, işçilerin ekonomik taleplerle yola çıktığını görüyoruz. Ancak, ekonomik taleplerle başlayan mücadele, bir süre sonra politik taleplerin de duyulduğu bir hareketlenmeye dönüşüyor. Örneğin 89 Baharı’nın Özal’ın işini bitirdiğini, böylelikle de kapitalistlerin politik yaşamdaki hegemonik durumunun, burjuva partilerin çok parçalılığı neticesinde dağıldığını söyleyebiliriz. 1989 Mart’ındaki yerel seçimlerde Özal’ın ANAP’ının oyları %35’lerden %21’e düşmüş, 1991’deki genel seçimlerde de ANAP iktidardan düşmüştür.
Aynı zamanda, önünde başka bir seçenek bulunmayan işçi sınıfının, sol ve yoksuldan yana bir retorik kullanan SHP’ye yöneldiğine de tanıklık ediyoruz. Kürt hareketinin temsilcileri, sendika liderleri, sosyalist olduğunu iddia eden birçok kişi SHP listelerinden meclise girdiler. Özgürlük, demokrasi, insan haklarının koruyuculuğunu yapacağını söyleyen ve sosyal refah vaat eden SHP, DYP ile kurduğu koalisyon sürecinde gerçekte neoliberalizme sadık kalarak emekçi kitlelerde büyük bir hayal kırıklığı yarattı. SHP’nin işçinin, emekçinin, sömürülenin, yoksulun dostu olmadığı kısa bir süre içinde anlaşıldı ancak SHP’nin solundaki parti ve örgütlerde 12 Eylül sonrası içerisine düştükleri marjinallikten çıkamamışlardı. Burjuva devletin baskısı bir yana bu örgütlenmelerin yeni sorunlar karşısında da donanımlı olmadıklarını görüyoruz.
1990’ların başında örgütlü işçi hareketi geri çekilmişti. SHP’nin ne sosyal adaletin ne de özgürlüklerin savunucusu olamayacağı açığa çıkmıştı. Sosyalist solun ise bu boşluğu doldurması mümkün değildi. Neticede neoliberal azgın saldırılar karşısında giderek büyüyen kent yoksulları, yüzlerini sol jargonu İslami söylemle birleştiren İslamcı Erbakan’a dönüyorlardı. Bu yükseliş, sınıf hareketi ve solun hiçbir şey kazanamayacağı laik-antilaik bölünmesini beraberinde getirecekti. Kürt hareketinin PKK önderliğinde gerçekleşirdiği büyük atılım, burjuva devleti topyekün bir saldırıya sevk etmiş ve 1990’lı yılların büyük kısmı düşük yoğunluklu bir iç savaş ve yoğun katliam ve işkencelerle geçmişti(7).
1989 Baharı sonrasında, TÜRK-İŞ yönetiminde çok önemli kadro değişiklikleri meydana geldi. 900’e yakın sendikacı, tabanın basıncına dayanamadı, yerlerini genellikle daha muhalif sendikacılara bıraktılar. Daha önce de söz ettiğimiz gibi, bu muhalif sendikacıların da sendikal bürokrasi içerisinde, gideceği nokta sınırlıydı. Yine, TÜRK-İŞ, 1990’dan itibaren 1 Mayıs’ı kutlama kararı alacaktı.
12 Eylül karanlığını dağıtan 89 Baharı, işçi sınıfı eylemleri açısından, greve çıkan işçi sayısı ya da grevde kaybedilen gün sayısı gibi sayısal veriler anlamında, rekorları ifade eder. Ancak belirtmek gerekir ki işçi sınıfının bu eylemsel süreci politik radikallik anlamında 12 Eylül öncesinin çok gerisindedir. Sola doğru kayma yaşansa da bu kayıştan esas olarak SHP yararlanmıştır. 12 Eylül sonrasında gerek örgütsel gerek ideolojik bir dizi büyük problemle karşı karşıya olan sol hareketin örgütlü işçi hareketine nüfuz etmesi pek mümkün olmadı. İşçi hareketine soldan tesir edecek anlamlı müdahalelerde bulunan devrimci güçlerin var olmayışı 89 Baharı’nın 1991’den sonra sönümlenmesinin birinci nedeni oldu. Bu sönümleniş bir yandan da neoliberalizmin belkemiği olan özelleştirmelerin önünün açılmasına izin verdi. Böylelikle 89 Baharı’nın motor gücü olan kamu sektöründe çalışan işçiler ve tabi ki örgütleri büyük oranda tasfiye edildiler. İlerleyen yıllarda sendikalar küçüldükçe küçüldü ve bürokratik kabuğa dönüştü. Bunun yerini taşeronlaştırma, esnek ve güvencesiz çalıştırma aldı. Sonlarına gelinse de bu süreç devam etmektedir. Neticede 89 Baharı örgütlü işçi sınıfı adına önemli kazanımlar anlamına gelmişse de bu kazanımlar zaman içerisinde adım adım bitirilmiştir. Örneğin TEKEL işçileri 89 Baharı sayesinde büyük ekonomik kazanımlar elde etmişlerdi, ama TEKEL’in özelleştirilmesinin ardından 4-C çalışma statüsünü kabule zorlandılar. Büyük kavgalar vererek Türkiye sınıf mücadelesinin son dönemdeki en parlak direnişini sergileseler de yenilmekten kurtulamadılar.
1989 Bahar eylemliliklerinde işçiler ‘hükümet istifa’, ‘işçiler birleşin, iktidara yerleşin’, ‘genel grev genel direniş’ sloganlarını atarken; mücadeleyi 12 Eylül’ün hesabını sormaya yöneltmek, ekonomik taleplerin darlığından çıkmayı bir politika olarak benimsemek açısından devrimci öncünün oynaması gereken en önemli rollerden biriydi. Grevlerin genelleştirilmesi, ülke çapında yaygınlaştırılması ve süresizleştirilmesi, yine devrime giden yolu örmek için konulacak en iyi eylem planlarından biridir. İşçi önderleri ile devrimci partinin bağlantısının sağlanması ve komitelerin oluşturulması, üretimin durdurulması ve örgütlenebilmesi için atılacak adımlardandır. Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Türkiye solunun çeşitli eksikliklerinden, yalpalamalarından, kitle hareketi ile bağlantı kuramamalarından kaynaklı olarak, 12 Eylül Darbesi’nin de getirdiği ortam dolayısıyla, 1989 işçi baharı eylemlilikleri önderliksiz kalmıştır. Tarihte önderliksiz kalan bir çok hareketin, devrim noktasına geldiği durumlarda dahi, kaybedildiğine tanıklık ettik şimdiye kadar. 1989 işçi hareketi de kendiliğinden bir hareket olarak, kendi misyonunun karşılığını, birçok hakkı, işçi sınıfının tırnaklarıyla kazıyarak alması sonucuyla fazlasıyla yerine getirmiştir. Sendikacılar değişse dahi, sendikacılığın belirli sınırları vardır ve sol sendikacılar bu sınırlara vardıkları noktada, hareketi ileriye itmeye yönelik değil, geriye çekmeye yönelik hamlelerde bulunmuşlardır. 1989 işçi hareketinin geriye çekilmesi, aynı zamanda Türkiye’de neo-liberal politikaların kolaylıkla uygulamaya sokulabileceği bir zemin yaratmıştır. Kapitalistler, özelleştirmelere hız kazandırmış, sermaye sınıfının politikalarını emekçilere dayatmış ve bu sayede kesin bir zafere imza atmışlardır. Geçmişte yapılan hataların, ideolojik ve eylemlilikler açısından eleştirisini verebilmek; gerek Türkiye, gerek dünya devrimleri tarihini tarihsel materyalizm ışığında tekrar yorumlamak, bugün sosyalizm davasını savunan her örgütün boynunun borcu olarak kalacaktır.
Kaynakça:
(1) Seyfettinoğlu,Ümit. Mert, Mehmet. Duman, Damla. Türkiye’de Grevler ve İşsizlik. Akdeniz Üniversitesi
(2) http://www.gunceltarih.org/2011/10/modern-zamanlarn-uc-atls-reagan.html
(3) Bilen, Mahmut. Es, Muharrem. Gelir Dağılımı Sorunu ve Çözümünde Yeni Arayışlar. Yönetim ve Siyasette Etik Sempozyumu, 1998, Adapazarı
(4) Özerkmen, Necmettin. ‘Geçmişten Günümüze Türkiye’de Anayasa ve Yasalarda Sendikal Hakların Düzenlenmesi ve Getirilen Kısıtlamalar’ A.Ü. DTCF dergisi. 2003.
(5) ‘Hatırla! 1989 Bahar Eylemleri’ belgeseli.
(6) Sevkuthan, N. Karakaş. Eylem Günlüğü – Zonguldak Maden Grevi ve Yürüyüşü. Metis Yayınları. 1992.
(7) Mutlu, Yüksel. ‘Türkiye İşçi Sınıfı ve Kürtler’ dersimpost.com