Aşı Karşıtlığı Neden Artıyor? Nasıl Bir Risk Yaratıyor? – Arzu Görmez
Son birkaç yılda dünyadan neredeyse silinmiş olan hastalıkların bir anda hortlamasıyla beraber aşı tereddüdü ve reddi tekrar gündeme geldi. Aşı reddi kavramı dünyada 1990’lı yıllarda, Türkiye’de ise 2000’li yıllarda ortaya çıkmıştı. Özellikle dünyada 1990’lı yıllara kadar aşıyı reddeden gruplar marjinal kalırken, son on yılda ciddi etki yaratmaya başladılar.
Aşı ile önlenebilir boğmaca, difteri, tetanos, kızamık, çocuk felci, verem nedeniyle çocuk ölümlerinin sayısı 1989’da 5 milyon dolayındayken, günümüzde bu altı hastalıktan ölüm yılda yalnızca 100 bin civarındadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün raporuna göre Avrupa’da kızamık vakalarının 2018’de 2017’ye göre üç kat arttığı ve 72 kişinin kızamıktan öldüğü biliniyor. Pek çok ülkede aşılanma oranlarında düşüş gözlenirken, özellikle Avrupa’da son 10 yılda kızamık vakaları konusunda rekor kırıldığını gösteriyor. Yine WHO’nun açıklamasına göre, aşılanma oranlarının düşmesine paralel olarak 2019’un ilk üç ayında, bir önceki yılın aynı dönemine göre dünyada kızamık vakası % 300 aranında artmış durumda. WHO kızamık aşısı yapılmadığında yılda 2,7 milyon çocuğun kızamık komplikasyonları sonucu yaşamını yitireceğini öngörüyor.
Tüm dünyada yaygınlaşan aşı reddi, genel olarak aşı etkinliğine ve aşıların içeriğine yönelik duyulan şüpheden kaynaklanıyor. Aşı karşıtlarının temel argümanlarının başında, önlenebilir hastalıkların bir kısmının toplumdan silinmesiyle beraber sonuçlarının da gözlemlenebilir olmaktan çıkmasının bir yansıması olan “bulaşıcı hastalıkların çoğunun ölümcül olmadığı” iddası geliyor. Bu argümanların sonucunda, bulaşıcı hastalıkların yaşamın doğal bir parçası olduğu ve bu hastalıklarla başta anne sütü, güzel beslenme ve hijyen kurallarına uyarak baş edilebileceği fikri yaygınlaştırılıyor. İddalara göre çok sayıda antijenin bağışıklık sistemine zara vereceği ve aşının içerisindeki eser miktardaki bileşenlerinden olan alüminyum ve civanın otizm ve bazı dejeneratif hastalıklara neden olacağı, aşı yerine hastalığı geçirmenin bağışıklığı güçlendireceği ve geleneksel/altarnatif yöntemlerin daha iyi olacağı gibi iddalar söz konusu.
Bugün de aşıya karşı en büyük tereddüt sebebi olan otizm meselesini biraz açmanın iyi olacağını düşünüyorum. İlk olarak 1998 yılında İngiliz cerrah Andrew Wakefield’in çalışmasıyla gündeme gelen, süt çocuklarına uygulanan KKK (kızamık-kabakulak-kızamıkçık) aşısı ile otizm arasında ilişki olduğu iddiası aşılamayla ilgili ebeveynlerin sağlık hizmetlerine güvenin azalmasına yol açmıştı. Fakat 1998’den beri yapılan araştırmalarda aşı ve otizm arasında bir bağlantı bulunamamıştır. Lancet dergisi bu araştırmayı yayından kaldırsa da ileri sürdüğü iddialar toplumda çok ciddi bir yankı bulmuş; KKK aşısı yaptırma oranları İngiltere’de % 92’den 2002’de % 84’e kadar düşmüştür. Yine 1997 yılında neredeyse % 95’lere ulaşan İskoçya’daki aşılama oranı, 2001 yılında % 87’ye gerilemiş ve Wakefield’in yayınından önceki oranlara yeniden ulaşılması 2012’nin sonlarında gerçekleşmiştir.
Aşı karşıtlarının bir diğer iddiası, aşı üreticilerinin çok büyük karlar elde ettiği ve aşı konusundaki çalışmaların araştırma bursu ya da finansal destek verilerek manipülasyonu sonucu aşının yan etkilerinin gizlendiği şeklinde. Fakat bunun da tutarlı bir yanı yok; çünkü aşı üreten firmalar aynı zamanda hastalıklara yönelik ilaçları da üretiyorlar. Bu durumda aşılama programı yerine, hastalıkların ortaya çıkması ve tedavisine yönelik ilaçların satılması bu firmalar için daha karlı.
Türkiye’ye baktığımızdaysa aşı karşıtlığı iki grup üzerinden ilerliyor: aşının güvenliği konusunda kaygılı postmodernler ve aşının günah olduğunu düşünerek reddeden muhafazakar-İslamcı kesimler. Son dönemde ise Soner Yalçın’ın tamamen çarpıtma ve komplo teorileriyle bezeli “Kara Kutu” kitabı da laik kesimlerde popülerleşmiş ve tıpçılar tarafından aşı karşıtlığı propagandası yaptığı gerekçesiyle eleştirilmişti. Kısacası Türkiye’de aşı karşıtlığının hemen hemen her kesim içerisinden az ya da çok bir alıcısı var.
Son yıllardaki veriler bu konuda kötüye gittiğimizi gösteriyor. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de 2016’da sadece 9 kızamık vakası gerçekleşirken 2017 yılında bu sayı 84’e, 2018’de ise 716’ya ulaştı. Birçok uzman, aşı reddinin popülerleşmesi ile kızamık vakalarının artması arasında bir ilişki olduğuna dair hem fikir.
Tüm bu süreçlerin önüne geçmek konusunda çok ciddi hukuki boşluklar var. Sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde aşılama yasal bir zorunluluk değil. Eskiden aşı zorunluluğuna ihtiyaç duyulmazken “aşı reddi” ile birlikte bu mesele tekrar gündeme geldi. ABD’nin birçok eyaleti ve Avrupa ülkeleri aşılamayı zorunlu kılan yasalar çıkartmaya başladılar. İtalya ve Almanya gibi ülkelerde caydırıcı para cezaları uygulanmaya başlarken, Fransa gibi aşı reddinin en yüksek olduğu ülkelerdeyse para cezasının yanında hapis cezaları da uygulanmaya başlandı.
Türkiye’de ise 2015 yılında bir savcının bebeklerine aşı yaptırmaması üzerine Aile Ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın açtığı dava sonucu aşı reddi “hukuksal” boyuta taşınmıştı. Anayasa Mahkemesi’nin “istemeyen çocuğuna aşı yaptırmaz” kararıyla davayı kazanan baba, aşı karşıtları içinde bir örnek teşkil etmiş; sonuç olarak ebeveynler kendi rızalarıyla çocuklarına aşı yaptırmamaya başlamıştı. Sağlık Bakanlığı’nın Nisan 2018 verilerine göre aşıyı reddeden aile sayısı 20.000’i geçmişti.
Aşı karşıtlığı toplumsal sağlığı tehdit ediyor. Özellikle muhafazakarlığın yükselmesiyle birlikte yükselen aşı reddi çocuklarda geçmişte kalan hastalıkların yeniden görülmeye başlanmasına neden oluyor. İktidarın ve emrindeki kurumların tıpkı AYM kararında olduğu gibi bunu özendirmek yerine aşı karşıtlığı konusunda caydırıcı önlemler olması şart görünüyor.