Demokratik sosyalizm ABD’den mi geliyor? – Mustafa Murat Kubilay (Gazete Duvar)
Kişi başı geliri 60 bin dolar olan bir ülkede sosyalizme neden ihtiyaç duyulsun ki? ABD’de nüfusun en zengin yüzde 0,1’i tüm servetin yüzde 22’sine sahip. Özetle Amerikan rüyası artık toplumun oldukça küçük bir kesimi için geçerli; biri yerken diğeri bakınca haliyle sosyalizm yeniden gündem oluyor.
Mustafa Murat Kubilay
Sovyetler Birliği’nin tarih sayfalarındaki yerini almasının üzerinden 27 yıl geçti ve Çin küresel kapitalizmin en büyük ortaklarından biri oldu. Sosyalizm, acısıyla tatlısıyla yaşanmış artık yalnızca bir anı derken 2018 Ekim ayında ABD’de Beyaz Saray, “Sosyalizmin Fırsat Maliyeti” isimli bir rapor yayınladı. Raporun konusu: ABD’de sosyalizmin egemen olması halinde makro ekonomik olarak yaratacağı hasar. Sermaye dostu sosyal demokrasi bile yitip gitmişken ve liberal demokrasinin insanlığın ulaşabileceği en yüksek mertebe olduğuna az çok herkes inandırılmışken sosyalizmin yeniden gündem olabilmesi şaşırtıcı, değil mi?
İlgilenenler İngilizce tam metne bu bağlantıdan ulaşabilirler. Panikle yazılmamış, belli bir bilimselliğe sahip olan bu raporun yayımlanma tarihi ise enteresan bir döneme denk geldi: ABD 2018 Kasım ara seçimlerinin hemen öncesi. Seçim sonuçları raporun yazılma amacını doğrular nitelikte. Temsilciler Meclisi seçiminde çalışan sınıfın yoğun bulunduğu New York’un bir bölgesinde demokratik sosyalist Alexandria Ocasio-Cortez seçildi ve ABD tarihinin en genç milletvekili oldu. 2016’daki son başkanlık seçiminde Demokrat Parti’nin adayı olabilmek için Hillary Clinton ile son ana kadar yarışan Bernie Sanders’ın da senatodaki görevine bir demokratik sosyalist olarak devam ettiğini belirtelim. Kısacası Beyaz Saray’ın endişesi yerinde; yavaş yavaş da olsa ABD’de demokratik sosyalizm yükseliyor.
Asıl soru ise şu: Kişi başı geliri 60 bin dolar olan bir ülkede sosyalizme neden ihtiyaç duyulsun ki? İşte bu basit ama yerinde sorunun cevabı hemen aşağıdaki görselde. ABD’de nüfusun en zengin yüzde 0,1’i tüm servetin yüzde 22’sine sahip. Diğer taraftan nüfusun düşük gelirli yüzde 90’ı da tüm servetin yine yüzde 22’sine sahip. Özetle Amerikan rüyası artık toplumun oldukça küçük bir kesimi için geçerli; biri yerken diğeri bakınca haliyle sosyalizm yeniden gündem oluyor.
Rapora geri dönelim ve nelerden bahsettiğine değinelim. Rapor bugünün sosyalizmi yerine geçmişin sosyalizmine vurgu yapan örneklerle başlıyor. Sosyalizmden öte otoriterlik örneği olan Mao döneminin Çin Halk Cumhuriyeti’nde kıtlıklarda hayatını kaybeden milyonlara vurgu yapılıyor, SSCB’nin verimsiz ekonomisinin sonucu olarak temel tüketim ürünlerinin yokluğuna dikkat çekiliyor, Küba gibi uluslararası camiada yalnız kalınabileceğine değinilip bugünün Venezuela’sı haline düşersiniz sonucuna varılıyor.
Geçmişin despotik değil de bugünün demokratik sosyalizminden bahsedenlere ise “İskandinav ülkelerindeki refah ve huzur sosyalizmin/sosyal demokrasinin değil, liberalizmin başarısıdır” şeklinde alışılmışın dışında bir cevap veriliyor. ABD’de kapitalizmin belki de en vahşi yüzü olan aşırı pahalı sağlık harcamalarının ücretsiz hale getirilmesi önerisi “Bütçenin yarısından fazlası tüketir, İskandinavya hayali kurmayın” denerek geçiştiriliyor. ABD’de 1,5 trilyon dolara ulaşmış öğrenim kredisi borçları, gençlerin geleceklerinin prangaya vurulması değil, kaliteli eğitimin doğal bedeli olarak açıklanıyor. Zaten İskandinavya’daki hayat standardı ABD’nin yüzde 15 altında gibi çılgın bir önermeyle, ABD’nin refah devletine dönüşmesi arzusunda olanlara bilimden uzak ideolojik bir cevap veriliyor. Tek bir cümleyle ifade etmek gerekirse 1980’den önce sosyalizme ilişkin hangi itiraz varsa üstüne yenisini koymadan eleştiriler tekrar ediliyor; neoliberalizmin yaklaşan çöküşüne rağmen mevcut sistem tutarsız bir şekilde savunuluyor.
Öyleyse biz de 40 yıl önceye dönelim ve bugünlere nasıl geldiğimizi hikâyenin en başından itibaren ama hızlıca anlatalım. 1970’ler hem dünyada hem de Türkiye’de iktidarlar değişse bile “sosyal demokrat/ ulus devlet” uzlaşmasının hâlâ güçlü olduğu; ancak bu sistemin refah yaratmakta zorlandığı yıllardı. Bunu fırsat bilen öncü neoliberaller 1929 Büyük Buhranı’ndan beri yüzüne bakılmayan liberal tezleri güncelleyerek yeniden dile getirmeye başlamıştı. Özelleştirme, kamu düzenlemelerin gevşetilmesi ve sermayenin serbest hareketi durgun ekonomiler için temel çözüm önerileriydi. 1979’da Britanya’da Thatcher, 1981’de ABD’de Reagan’ın hükümete gelmesiyle birlikte neoliberal ideoloji ilk büyük zaferlerini kazandı. 24 Ocak 1980 tarihli Demirel hükümetinin iktisadi kararları ve 12 Eylül 1980 darbesi sonucunda neoliberalizm, Türkiye için de baskın olan ideoloji haline geldi. 2002 sonrasında ise Türk işi neoliberal düzen hayatımızın her alanına etki eden tek ideolojiydi.
Yeni dönem ilk zamanlar birçoklarının yüzünü güldürmüştü. Ekonomik aktivitede canlanma yaşanmış, tüm dünyada artan krediler ile tüketim sarhoşluğu başlamıştı. Eş zamanlı özgürlükler alanında büyük ilerlemeler yaşanmış; cinsiyetçilik ve ırkçılık gibi insanlık ayıplarında muhafazakâr toplum yapısı sarsılmış ve birçok ülkede azınlık hakları güçlenmişti. İmalat sanayinin gelişmekte olan ülkelere kaymasıyla birlikte uluslararası gelir adaletsizliklerinde de ciddi düzelmeler yaşanmıştı. İlk yıllar adeta rüya gibiydi. Öyle ki 1980’ler ile birlikte dünya çok sayıda finans ve bilişim sektörlerinden türemiş dolar milyarderleriyle tanışırken sahip oldukları devasa servetler kimsenin gözüne batmıyordu. Ne de olsa zenginler ve servetleri magazin dünyasının sevimli bir parçası olmuştular ve yaratılan zenginliklerden toplumun düşük gelirli kesimlerine az da olsa pay ayrılması kredi-tüketim çılgınlığındaki kitleler için fazlasıyla yeterliydi.
Elbette bu mekanizmanın yumuşak karnı da vardı, finansal serbestleşme neticesinde dünya tarihinde görülmemiş bir kredi patlaması yaşanıyordu. Bu patlama üst üste krizlere neden olurken, uluslararası finansın gelişimiyle birlikte krizler bulaşıcı hastalık gibi ülkeden ülkeye sıçrıyordu. Diğer taraftan 1997 Asya, 1998 Rusya ve 2000 Dot-com krizleri şiddetli olmalarına rağmen küçümseniyor ve refah ile özgürlüklerdeki artışın kabul edilebilir bir bedeli olarak değerlendiriliyordu. Ta ki 2007’de ABD’de konut kredisi piyasasındaki balonun patlamasına kadar. 1929’dan beri yaşanmış en büyük krizle birlikte krediye dayalı masalın sürdürülebilirliğinin olmadığı anlaşılmıştı. Üstelik yalnızca ekonomik büyümede süreklilik zorlaşmıyor aynı zamanda gelir/ servet adaletinin hiç olmadığı kadar bozulmaya başladığı gözlemleniyordu.
Peki sonrasında dünya dersini aldı mı? Küresel krizin patlak vermesinin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen bugün Batı’da yeniden sosyalizm konuşabiliyorsa dersin alınmadığı sonucuna varmak kolayca mümkün. Ancak biz yine de kolaya kaçmayalım ve kısaca bu süreçte yaşananları anlatalım.
2008 küresel finansal krizi mevcut sistemin birçok yerden yanlış olduğunu ortaya koymuştu ama geri adım da atılamazdı; bu nedenle sisteme uygun ancak daha önce pek denenmemiş olağanüstü politikalar izlendi. Batık bankalar ve hatta şirketler kamu fonları ile yüzdürüldü (bailout). Üstüne kamu harcamaları kısılarak kemer sıkma (austerity) politikası uygulanmaya başlandı. Son olarak insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş düşük faiz ve parasal genişleme (quantitative easing) politikalarıyla likidite bolluğu yaratıldı.
Sonuç ne mi oldu? Yıllarca hissedarlarına milyarlarca dolar temettü, tepe yöneticilerine prim dağıtan dev şirketlerin borçları kamuya yıkıldı. Kemer sıkma önlemleri iş dünyasına verilen teşviklere değil temel sosyal devlet harcamalarına yapılınca eğitim ve sağlık temel insan hakkından öte bir lükse dönüştü. Parasal genişlemenin sonucu ise en aşikâr olanıydı; emlak, hisse senedi ve tahvil piyasalarında fiyatlar enflasyonun çok üstünde artış gösterdi ve bugün hâlâ devam eden büyük balonlar oluştu.
Sıradan vatandaş düşen reel ücretlere ek olarak kamu hizmetlerinden de gittikçe faydalanamaz oldu. Ya resmin diğer tarafı? Servet sahipleri şirketlerinin borcunu devlete aktarırken, kişisel birikimlerini misliyle katladılar. Aşağıdaki listede dünyadaki dolar milyarderi sayısı ve toplam servetleri bulunuyor. Milyarderler krizden hemen sonra servetlerinde bir miktar kayıp yaşamış sonrasındaki diğer dokuz yılda sayılarını ve toplam servetlerini ikiye katlamışlar.
Sakın ola bu durumun ABD’ye özel olduğunu düşünmeyin, aşağıdaki görselde ülkelere göre dolar milyarderi sayısı bulunuyor. Meğerse sözde komünist Çin’de de 319 dolar milyarderi varmış. Çin yılların sömürgecisi Britanya, Fransa ve Almanya’yı sayıca üçe, dörde katlamış durumda. 1991’de dolar milyoneri dahi olmayan Rusya’da 96; kişi başı geliri yalnızca 1964 dolar olan Hindistan’da ise 101 dolar milyarderi var. Japonya’da 33 dolar milyarderi varken Türkiye’de de 36 tane olduğunu belirtelim. Bu görseldeki 29 milyardere ek olarak son bir yılda yedi kişi daha milyarder olmuş. Kısacası adaletsizlik yalnızca ABD’de değil, diğer gelişmiş ülkeler ve bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde ölçüsüz düzeyde.
Üstelik bu adaletsizliğin birkaç girişimci dehanın başarısı olarak görülüp meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Apple, Amazon, Google, Microsoft ve Facebook’un ürettikleri içerik ve teknoloji ile birer dev olduklarını zannedip tekelleşmenin en büyük zenginlik kaynağı olduğunu göz ardı ediyoruz. Kendi hayal kırıklıklarımızın nedenini kendi yetersizliklerimizde arayıp tekel gücüyle haksız zenginleşmiş olanları yüceleştiriyoruz. Otomasyon, robot teknolojisi ve yapay zekanın gittikçe artan etkisine karşı bu teknolojilerin yarı tekel mülkiyetini sorgulamak yerine; bireyci çözümlerle daha çok emek verip nitelikli hale gelerek kendimizi kurtarmaya çalışıyoruz.
Neoliberalizmin tüm bu kültürel hegemonyasına rağmen, ABD gibi küresel sermayenin merkez ülkesinde bile demokratik sosyalizm gündeme gelebiliyor. Peki diğer gelişmiş ülkelerde durum acaba nasıl? Neoliberal dönemde ABD’den sonra en çok hasar gören gelişmiş ülke Britanya olsa gerek. 2017 seçimlerinde tarihinde ilk kez sosyalist bir parti lideriyle seçimlere giren İşçi Partisi’nin oy patlaması yaşaması bu alanda Britanya’nın ABD’den daha önde ilerlediğini gösteriyor. Krizden görece az etkilenmiş Fransa muhtemelen son bir kez daha liberal demokrasiye şans tanımış durumda. Son yıllardaki ekonomik dinamizmini yavaş yavaş kaybeden Almanya’nın da Fransa’yı olayların seyrinde biraz geriden de olsa takip etmesi olası.
Ya Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler? Bu derece büyük servetlerin iki temel kaynağı bulunuyor; ilki miras kapitalizmi (patrimonial capitalism), ikincisiyse yandaş kapitalizmi (crony capitalism). Gelişmiş ülkeler ilkinden bizim gibi gelişmekte olan ülkeler ise her ikisinden birden dolar milyarderi yaratıyor. Tek tek isim vermeye gerek yok aşağıdaki 2018 yılı Türkiye dolar milyarderi listesine bakıp servetlerin zenginlik kaynağını tahmin edebilirsiniz.
Yandaş kapitalizme bağlı orantısız zenginleşmenin doğal sonucu ise vatandaşın tek suçlu olarak hükümetleri görmesi. Basın özgürlüğü ve demokrasi seviyesine göre Türkiye gibi ülkelerde sınırlı da olsa hükumetler eleştirilebiliyor. Ancak çoğunlukla suçun hükumetler üstü olduğu unutuluyor, esas nedenin neoliberal sistemden kaynaklandığı atlanıyor. Yine de küresel trendler geç de olsa bu ülkelere de uğruyor. Dünya 68 kuşağını yaşarken Türkiye’nin 10 yıl sonra 1978’de kitlesel devrimci hareketleri yaşaması; gelişmiş ülkeler neoliberalizmin altın günlerini 1990’larda yaşarken Türkiye’nin 2000’lerde gecikmeli o günlere ulaşması gibi.
Trump, Brexit, Avrupa’da sağ partilerin yükselişi ve gelişmekte olan ülkelerde despotik liderlerin iktidara gelmeleri gibi herkesin bildiği gündemleri geride bırakıp daha derinlere baktığınızda görünen demokratik sosyalizmin dip dalgası. 2011’de Wall Street’i İşgal Et (Occupy Wall Street) eylemleriyle kriz sonrası ilk kez kitlesel biçimde gözüken bu dip dalgası yavaş yavaş güçleniyor. 2020’li yıllarda yaşanacak yeni bir küresel krizle birlikte liberal demokrasilerin bir alternatif olmaktan çıkacağı fark edildikçe; şimdiden sahnede yerini almış popülist milliyetçi sağın karşısında demokratik sosyalizm olacak. Elbette ülkeden ülkeye içeriği ve önderliğinin değişip yerelleşmiş farklı versiyonlarından biri de Türkiye’de olacak. Bugünün muhalefetine bakıp bunun imkânsız mı olduğunu düşünüyorsunuz? Hemen aşağıdaki görsele bakmakta fayda var.
Bu görselde Türkiye’de 2007’den beri gelir adaletinde ciddi bir bozulma yaşandığı rahatça gözükebiliyor. Üstelik Cumhuriyet tarihinin en şiddetli ve uzun krizinin henüz en başlarındayız. Krizin içine girdikçe çalışanların bir kısmı işsiz kalacak, diğerlerinin ise ücret zamları krizden çıkış reçetesi olarak enflasyonun altında tutulacak. Kamunun sunduğu sağlık, eğitim ve çocuk-yaşlı bakımı gibi hizmetlerde kemer sıkma bahanesiyle kapsam ve kalite azalacak. Diğer taraftan banka hesaplarında en az 1 milyon TL tutan yaklaşık 166 bin kişi ise dolar kurundaki artıştan veya yüksek TL mevduat faizinden faydalanarak servetlerini artırmaya devam edecek.
Sömüren artık basitçe başta ABD ve diğer gelişmiş Batı ülkeleri değil, milliyetten bağımsız servet sahipleri. Yalnızca Afrikalı, Asyalı, Doğu Avrupalı ve Latin Amerikalılar değil; New York, Londra, Moskova ve Pekin’in kenar mahallelerinde yaşayanlar da sömürülüyor ve mutsuzlar. Yaşadığımız çağ neoliberalizm, emperyalizmin en son aşaması. Klasik emperyalizmde olduğu gibi bedeniniz değil; neo-liberalizmde ruhunuz teslim alınıyor. Mutlulukların tüketmek üzere kurulu olduğu ve kontrolün bizde değil bize kısıtlı alternatifleri sunan elitlerde olduğu bir hayat yaşıyoruz.
İşte bu nedenle emperyalizmle olan mücadeleye kapitalizmi dahil etmediğinizde kazanılan zafer kalıcı olamıyor. 1920’lerde Batı emperyalizmini deviren Kemalizmin kurduğu şanlı Cumhuriyet bir referandum oldu bittisiyle kolayca yıkılabiliyor. Çünkü kapitalizmin önce köylerde sonra şehirlerde yoksul bıraktığı milyonlar çareyi cemaatlerde veya popülist sağ siyasetçilerde buluyor. Kısacası solun bulunmadığı Cumhuriyet ayakta kalmakta zorlanıyor; “Cumhuriyet’in bilhassa kimsesizlerin kimsesi olması” vaadi inandırıcılığını kaybediyor. Küresel kötü gidişata karşı dünyada dip dalgası olarak demokratik sosyalizm yükselirken; Türkiye ise hâlâ emperyalizm ve kapitalizm arasındaki bağı kuramamış bir şekilde, defalarca başarısız olmuş yöntemlerle mücadele etmekte ısrar ederek uçuruma doğru sürükleniyor.