Alman Devrimi: Kaybedilen Fırsatlar Çağına Giriş – Engin Kara
Bu yazı Sosyalist Dergi’nin 8. sayısında yayınlanmıştır.
Kasım 1918’de imparatorluğun yıkılması ile başlayan Alman Devrimi, 1923 yılının sonuna kadar çeşitli dönüm noktalarından geçerek devam etti. Beş yıllık bu tarihsel dönem, başta Avrupa olmak üzere bütün dünyanın kaderini belirleyecek gelişmelerle dolu. Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht’in önderliğini yaptıkları ve başta sosyal demokrasinin (devamında sol sosyal demokrasinin) devrimci kanadı olarak hareket eden Spartaküs Birliği’nin Almanya Komünist Partisi’ne (KPD) dönüşmesi, oldukça geç bir dönemde, tam da bu tarihsel sürecin içerisinde gerçekleşmek zorunda kaldı. KPD’nin teorik, politik ve örgütsel tartışmaları, Alman Devrimi’nin ilerleyişinden ayrılamaz.
Bu dönem, 1917’deki Rus Devrimi’nden sonra dünyanın dört bir tarafında işçi sınıfının karşısına çıkacak olan ama hatalı politikalar yüzünden kaybedilen fırsatların bulunduğu bir çağın girişi olacaktı. 100. yıldönümünde Alman Devrimi’nin gelişimini incelemek, “başka bir 20. yüzyıl mümkün olabilir miydi?” sorusuna cevap bulmak için önem taşıyor.
1918 Kasım Devrimi ve İkili İktidar
Birinci Dünya Savaşı başladığında, Alman İmparatoru II. Wilhelm yönetimi ve Reichswer’in (İmparatorluk Ordusu) Genelkurmayı, Alman emekçileri kanlı bir kıyımın ortasına atmıştı. Bunu yapan sadece Alman egemenler değildi; neredeyse bütün emperyalist güçler barbarlıkta yarışa girmiş ve her biri kendi cephesini “kutsal savaş, vatan savunması” gibi yalanlarla pazarlamaya çalışıyordu.
Emperyalist savaşın geleceğini önceden öngören uluslararası sosyal demokrat hareketin en büyüğü ve lider konumunda olanı Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), savaşın başlamasıyla parlamentoda savaş kredilerine destek çıkmıştı. SPD grubu, savaş kredilerinin oylanacağı oturumda 92 partili vekilin savaş kredilerini desteklemesine karar vermişti. İçlerinden 13’ü buna karşı çıksa da parti disiplini gereği karara boyun eğeceklerdi. Sadece parlamento üyesi olan Karl Liebknecht, Kasım ayında, savaşa karşı olduğunu ve savaş kredileri aleyhine oy kullanacağını açıkladı.
Rosa Luksemburg ise emperyalist savaşa karşı çıkan parlamento dışındaki isimlerin başında geliyordu. SPD’nin müzmin radikal kanat lideri Rosa, yakın yoldaşı Clara Zetkin ile birlikte savaş karşıtı ajitasyon yapmanın yollarını arıyordu. Ancak partinin önde gelen kadroları arasındaki savaşa teslim olmuş politik ruh hali, parti içerisinde hareket alanlarını giderek kısıtlıyordu. Karl Liebknecht de Rosa Luksemburg da çok geçmeden kendilerini hapishanede buldu.
Savaş başladığında tablo şöyleydi: Bir yanda kitleler milliyetçi rüzgâra kapılmış, öte yanda onlara liderlik etme iddiasındaki SPD yönetimi tarihin en büyük ihanetlerinden birine imza atarak emperyalist savaş politikalarına destek çıkmıştı. Ne var ki bu atmosfer çok uzun sürmeyecekti. Savaşın başlamasıyla kesilen kitle hareketi 1915’te yavaş yavaş tekrar görünmeye başlayacak, 1916’ya gelindiğinde SPD içerisinde savaşa karşı olanlar seslerini daha yüksek çıkarabilir hale gelecekti.
Rosa ve Karl’ın savaş karşısında parti içi muhalefet olarak kurdukları Enternasyonal grubu, 1916’da Spartakusbund’a (Spartaküs Birliği) dönüşürken, savaş karşıtı fikirlerini artık kitleler arasında ve onlarla birlikte savunabiliyorlardı.
Savaşın imparatorluğun bütçesini fena halde sarsmasıyla, ortaya çıkan ekonomik bedel emekçilere yansıtıldı. Hal böyle olunca, emekçi kitlelerde savaşa karşı tepkiler artmaya başlıyor, 1914’teki milliyetçi hava yerini savaşa ve iktidara karşı kitle hareketine bırakıyordu. Bu durum SPD içerisinde de dengeleri değiştirecekti. Kautsky liderliğindeki eski merkez ile sağ kanat lider Bernstein savaşa destek veren parti yönetimine karşı yarım yamalak bir muhalefete yöneldi. Ancak parti yönetimi buna tahammül edemeyecekti. Yönetimin politikalarına muhalefet edenler, partiden ihraç edildi. Partiden atılanlar ise Nisan 1917’de Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’ni (USPD) kurdular.
Rosa ve Karl, diğer Spartakistler ile birlikte yeni partiye katıldı. Ancak USPD pek emin ellerde değildi. Partinin merkez ve sağ kanatları, hiç de devrimci değildi. Geleneksel SPD reformizmini sürdürüyorlardı ve tek amaçları SPD’nin savaş politikalarını desteklemesine bir son vermekti. USPD’nin çoğunluğu, Spartakistler ayrıldıktan sonraki sol kanadı hariç, tekrar SPD ile birleşmeyi hayal ediyordu.
1918’le beraber işçi hareketi hızlı bir yükselişe geçti. Daha yılın başında greve çıkan işçi sayısı 1 milyonu bulmuş ve işçi konseyleri ortaya çıkmıştı. Savaşın maliyeti, ülkenin bütün kaynaklarını kurutmuştu ancak elde zafere dair işaretler yoktu. Gerçi generaller hâlâ “nihai zafer yakın” diye hayaller görüyorlardı ancak Eylül sonunda rüyalarından uyanmak zorunda kaldılar. Genelkurmay’ın tepe kadroları (Hindenburg ve Ludendorff), İmparator’a “savaşı kaybettiklerini” söylerken, ülkedeki düzenin bekası için içinde SPD’nin de olduğu liberal bir hükümet kurulması gerektiğini ileri sürdüler.
I. Enternasyonal’in en büyük, en güçlü partisi SPD şimdi, generallerin önerisi üzerine hükümete girme teklifini kabul etmişti. “Sosyalizmin partisi”, imparatorluğun geleceğini kurtarmak amacıyla kurulan bir kabineye giriyordu. SPD liderlerinin kafasında monarşiye son vermek gibi bir fikir yoktu.
SPD’nin aklına bile getirmediğini kitleler gerçek kılacaktı. Genelkurmayın, savaşa son verilmesi için Almanya’ya dayatılan barış koşullarını kabul etmek yerine “çoktan kaybettik” dedikleri bir savaşta donanmayı hücuma geçirmeye kalkışması, bardağı taşırdı. Ölüme doğru verilen sefer emrine karşı isyan eden deniz erlerinin tutuklanması, önce on binlerce deniz erinin, ardından ülkenin dört bir tarafındaki Alman emekçilerin ve askerlerin sokaklara dökülmesine yol açtı. Her yerde “işçi ve asker konseyleri” ortaya çıkıyordu.
Ayaklanma başlamıştı ve on gün sonra Alman İmparatorluğu tarihe karışacaktı. İşçi ve asker konseyleri, pek çok yerde fiilen iktidar gücüne erişmişti. Hareketin başında ise iki grup vardı. SPD ve USPD merkezi, devrim çağrısının yanlış olduğunu düşünürken Rosa ve Karl’ın önderliğindeki Spartakusbund ve Berlin’deki metal işçilerinin öncü güçleri arasında ortaya çıkan ve işçi konseylerinin kurulmasında ön planda olan ve USPD soluyla bağlantılı Devrimci İşyeri Temsilcileri, kitleleri 9 Kasım sabahı genel greve ve ayaklanmaya çağırıyordu.
Genel grev çağrısı başarıya ulaşmıştı. Berlin’deki tüm fabrikalarda grev başlamıştı. Karl Liebknecht, silahlı işçi ve askerlerle İmparatorluk sarayını ele geçirirken, USPD solunun önde gelenlerinden Eichhorn, polis merkezini basıp yeni devrimci polis şefi olarak ilan ediliyordu.
Hareket artık doruk noktasındayken, durumdan ürken SPD yönetimi hükümetteki görevlerinden ayrılıp genel grev başladıktan saatler sonra genel grev çağrısı yapıyordu. 9 Kasım günü, parlamenterlerin yardım talebi üzerine parlamento binasının balkonuna çıkan SPD liderlerinden Scheidemann “cumhuriyet”i ilan etmişti. Birkaç yüz metre ötedeki saray balkonunda ise Karl Liebknecht vardı ve o da “sosyalist cumhuriyet” ilan etmişti.
SPD yöneticileri, Scheidemann’ın cumhuriyet ilanından bile hoşnut değildi. Daha önce böyle bir karar almamışlardı. Scheidemann karşısındaki kitleleri başka türlü etkileyemeyeceğini görünce cumhuriyeti ilan etmek zorunda kalmıştı. Chris Harman’ın “Kaybedilmiş Devrim” kitabında aktardığı üzere, SPD başkanı Friedrich Ebert, ona “Cumhuriyet’i ilan etmeye hakkın yoktu” diyerek çıkışmıştı.
10 Kasım günü 3 SPD, 3 USPD üyesinden oluşan ama SPD’nin kontrolünde olan bir Halk Temsilcileri Konseyi kuruldu. Spartakistler ve USPD solu ise işçi ve asker delegelerinin toplanacağı bir meclis çağrısı yaptı. Aynı gün Tüm Berlin İşçi ve Asker Konseyleri toplantısı yapıldı. Ancak SPD bürokrasisi, parti aygıtının gücünü kullanarak toplantıda çoğunluğu ele geçirdi. Spartakistler ise ellerinde güçlü bir örgütsel mekanizmanın bulunmaması nedeniyle etkili olamadılar. 7 SPD’li, 7 USPD’liden oluşan bir Yürütme Konseyi seçildi. Ancak kitlelerin coşkusu nedeniyle konseylerin toplantısından “sosyalist cumhuriyet” söylemleri içeren kararlar çıkartmak zorunda kaldılar.
Ortaya ikili iktidar çıkmıştı: Bir yanda parlamenter bir organ olarak Halk Temsilcileri Konseyi, öte yanda Yürütme Konseyi. Gerçi ikisinin de kontrolü SPD’lilerdeydi ancak ne parlamenter sisteme karşı konsey iktidarını arzuluyorlardı, ne de konseyleri ortadan kaldıracak bir politik güce sahiplerdi. Zira SPD tabanındaki emekçiler, konseylerden taraftı ve konsey iktidarıyla SPD hükümetini bir düşünüyordu. Henüz liderlerinin konseylere olan düşmanlığını görmemişlerdi.
SPD yönetimi parlamenter rejim taraftarıydı. Konseyleri, -haklı olarak- Rusya’daki Bolşevik iktidarın yankısı olarak görüyor ve ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Partinin sol kanadı ise konseylerin kalmasını uygun görüyor ancak bütün politik içerikten arındırılarak sadece ekonomik işleve indirgenmesini arzuluyordu. USPD yönetimi de, SPD soluyla aynı fikirdeydi: Konseyler sadece ekonomik organlar olmalıydı. USPD solunu oluşturan Devrimci İşyeri Temsilcileri ile kendi partisini kurmak üzere olan Spartakistler ise açıkça bir konsey cumhuriyeti için mücadele ediyordu.
Aralık ortasında gerçekleşen ve ülke genelinden katılım sağlanan 1. Almanya İşçi ve Asker Konseyleri Genel Kongresi’nde yine örgüt mekanizması gücüne yaslanan SPD çoğunluğu ele geçirdi. SPD’nin 289, USPD’nin 90 delegesine karşı sadece 10 Spartakist vardı. Kongre, yasama ve yürütme yetkisini Halk Temsilcileri Konseyi’ne devrederek parlamenter rejimin elini güçlendirdi. Kongrede seçilen ve yine SPD ağırlıklı Merkez Konsey ise sadece iktidarı denetlemekle yetinecekti. Kongrede alınan karar doğrultusunda 19 Ocak’ta gerçekleşecek olan parlamenter seçimlerde SPD oyların %37,9’unu aldıktan sonra burjuva partilerle birlikte bir koalisyon hükümeti kuracaktı. Bu konseyler kongresinin bütün iktidar potansiyelinin sona ermesi anlamına geliyordu. Devamında konseyler kongresinin toplanması hükümet tarafından engellenecekti. Yerel olarak varlıklarını sürdüren konseyler ise ekonomik etkinliklere sıkışmasına rağmen daha uzunca bir süre, hareketin radikalleştiği her yerde işçi sınıfının iktidar olma iradesini somutlaştıran araçlar olarak işleyecekti.
Devrimci Parti Meselesi
Spartakistler, Kasım’dan itibaren konsey iktidarı için doğrudan bir mücadelenin içindeydi. Ancak bu sırada hala USPD içindelerdi ve USPD yönetiminin perspektifi, SPD’nin pek de ötesine gitmiyordu. Konseylere en fazla ekonomik bir anlam atfediyorlardı. Hal böyleyken USPD ile ileri gitme imkânının olmadığı görüldü. Devrimci Marksistler, Almanya Komünist Partisi’ni kurmak zorundaydı.
Rosa Luksemburg, daha 1899’da yazdığı “Sosyal Reform Mu Devrim Mi?” başlıklı kitabında, Bernstein tarafından önderlik edilen reformizm eğilimine savaş açmıştı. Peşinden, SPD merkezinin reformizme açılan yönelimine de karşı çıktı. Lenin’in de sonradan kabul edeceği üzere, Rosa SPD liderliğinin oportünizmini “çok önceden” anlamıştı. Fakat emekçilerden yalıtılmamak, kitlelerin geride kalmış liderlerinin karşısına dikilebilmesi için onlarla birlikte mücadele etmek gibi fikirlerden yola çıkarak bağımsız bir devrimci örgüt kurulmasına, sekterlik eleştirisiyle birlikte, uzunca dönem karşı çıktı. Ocak 1917’de hala “Birçok iyi elemanın, bugün Parti’yi terk etmesine sebep olan sabırsızlık, her en kadar makul ve övülmeye layık ise de, bir firar, bir firar olarak kalır” diyordu (Rosa Luxemburg, Tony Cliff).
Rosa, oldukça bürokratikleşmiş, reformizme ve parlamenter ahmaklığa saplanmış bir SPD içerisinde uzunca yıllar mücadele vermişti. Parti liderliğinin çürümüşlüğünü onun kadar net gören yoktu. Ama öte yandan SPD, işçi sınıfının önemli bir kısmını bünyesinde toplamış, oldukça geniş bir kısmını ise etkisi altında tutuyordu. Sosyalizmin “proletarya çoğunluğunun bilinçli isteği ve bilinçli hareketi olmadıkça” olamayacağını düşünen Rosa, iyi bir Marksist’in yapması gerektiği gibi kitle hareketine yüksek bir güven duyuyordu. Bu güveni, devrimci partiyle karşıtlık içeren bir konuma sahip değildi. Rosa bu partinin kimlerden oluşacağı ve nasıl işleyeceği konusunda – ki devrimci partinin başarısı açısından en belirleyici noktada – Lenin’den ayrılıyordu. Lenin’in –demokrasinin yanı sıra- merkeziyetçiliğe yaptığı vurgu, Rosa’ya oldukça tehlikeli görünüyordu. Zira bu yaklaşımın, kitleler karşısında SPD liderliğini güçlendirmeye yarayabileceğini düşünüyordu. Lenin’in kendiliğinden kitle hareketlerini tamamlayacak ve ona önderlik edecek bir devrimciler örgütü yaklaşımına karşı Rosa, SPD liderliğine karşı kitlelerin hareketini vurguluyordu. Aslında Lenin’in partisi, tam da SPD liderliği gibi düzene ayak uyduran hainlerin önüne de set çekecek bir araçtı.
Ancak Rosa bu son noktanın farkına çok geç vardı. Bu büyük hatanın bedeli de iki büyük devrimcinin hayatıyla ve dünya devrimine giden yolun Almanya’da açılmasını sağlayacak devrimci dalganın kaybıyla ödenecekti. Emperyalist savaşa SPD’nin verdiği destek bile Rosa için yeterli olmamıştı. SPD’nin 1918 Kasım Devrimi’nden sonra konsey iktidarına karşı ısrarla burjuva parlamentarizmine saplanması, yani devrim sırasında devrimin önünde bir engele dönüşmesi Rosa’yı sonunda ikna edebildi. Bu tarihten itibaren, KPD’nin inşası için var gücüyle çalışacaktı fakat yeni düzenin egemenlerinin, Rosa’nın bu faaliyetine uzun bir süre müsaade etmeyecek kadar gözleri dönmüştü.
Kasım’da imparatorluk tahtı devrilmişti ancak devlet yapısı için aynısı söylenemezdi. SPD’nin kurduğu ilk koalisyon (USPD ile) hükümeti de, sonrasında burjuva partilerle kurduğu koalisyon hükümeti de devlet aygıtına dokunmamıştı. Bakanlıklarda, devletin her türlü aygıtının en tepesine kadar kadrolarında, ordu kurmaylarında bulunan isimler bile değişmemişti. İmparatorluk bürokratları her kademede hükmetmeye devam ediyordu. Dahası SPD, bu kadroları kullanarak kitle hareketini bastırmaya, en azından kontrol altına almaya çalışıyordu. SPD’nin Savunma Bakanı Noske, imparatorluk ordusu artıklarından kurulan Freikorps ordusunu, ayaklanma halindeki işçileri ve komünistleri katletmek için kullanacaktı.
Tam da bu yüzden Marx ve Engels, neredeyse yarım yüzyıl önce “işçi sınıfı hazır devlet mekanizmasını olduğu gibi devralıp kendi amaçları için kullanamaz” demişti. Önceki devlet mekanizmasının yıkılmaması, SPD liderliğinin kafasında, artık işçi sınıfı devrimi ve sosyalizme dair hiçbir şeyin kalmadığının göstergesiydi.
Devlet aygıtına dokunmadan iktidara yerleşen SPD yine o aygıta dayanarak işçi hareketinin önünü kesmeye çalışıyordu. USPD ise hareketin en can alıcı anlarında hep tereddüte düşüp işçi sınıfını yolda bırakacak, her seferinde SPD ile uzlaşma arayışına girecekti. Daha başta SPD’den pek fazla bir farkı olmadığını ortaya koymuştu. Bu ortamda devrimci Marksist bir örgüt olmadan işçi sınıfının devam eden devrimci mücadelesinin zafere ulaşması mümkün değildi. Nihayet, Spartaküs Birliği 30 Aralık’ta Almanya Komünist Partisi’ne (KPD) dönüştü.
KPD, Spartakusbund adına yazılmış olan programı kabul etti. Program Rosa’nın eseriydi. Bu yüzden de parlaktı. Ne var ki partiyi oluşturan kadrolar, o güne kadar yeterince sıkı bir birliğe sahip olmamış ve bu toplam, bir bütün olarak mücadele deneyimlerinden geçmemişti. Sonuçta KPD’nin kuruluş kongresinde, yaklaşan seçimlerin boykot edilmesine dair alınan karar gibi feci taktik sonuçlar ortaya çıkabilmiş oldu.
Rosa, henüz Alman işçi sınıfının liderliğini ele geçiremediklerini söyleyerek ayaklanma döneminde olmadıklarını ve seçimleri boykot etmenin yanlış olacağını düşünüyordu. Ne var ki mücadelenin pratik sorunları karşısında daha önce hiç bu kadar bir başlarına kalmamış olan kadrolar için incelikli taktikler üretme kapasitesi henüz çok zayıftı. Başta Rosa olmak üzere liderliğin ısrarlı çabaları her zaman başarıya ulaşamayacaktı. KPD’nin kuruluşunda da rol oynayan Bolşevik Radek, kuruluş kongresini şöyle anacaktı: “Kongre, partinin olgunluktan uzak ve deneyimsiz olduğunu açık bir biçimde gösterdi… Kurduğumuz şeyin gerçek bir parti olduğu duygusunu yaşayamadım.”. Radek, bu ifadeleri birkaç gün sonra konsey iktidarı için ayaklanma çağrısı yapacak olan bir parti için kullanıyordu…
Ocak 1919 Ayaklanması
SPD’li Ebert ve Scheidemann’ın liderlik ettikleri hükümet, boş durmuyordu. 4 Ocak günü SPD hükümeti, Kasım Devrimi sırasında ayaklanmanın doğrudan bir sonucu olarak Berlin polis şefi olan Ecihorn görevden alındı. Bu, devrime yönelik bir saldırıydı. Kitleler hızla tepki gösterdi. USPD, Devrimci İşyeri Temsilcileri ve KPD, birlikte eylem çağrısı yaptılar.
KPD liderliği, eylemden bir gün önce hareketin bir ayaklanma girişimine dönüşmesini engellemek gerektiği yönünde kesin bir karar almıştı. Ne var ki ertesi gün, Berlin’deki USPD örgütünü, Devrimci İşyeri Temsilcilerini ve KPD’yi temsil eden bir “Birleşik Devrimci Komite” kuruldu. KPD adına Liebknecht (Pieck ile birlikte) komitededir. Devrimci Komite, yaptığı çağrıda “devrimci proletaryanın iktidarı için mücadeleye!” derken, dağıtamadıkları başka bir bildirilerinde Devrimci Komite’nin geçici olarak iktidar görevini devraldığını söylüyordu.
KPD liderliğinin erken bir ayaklanma girişimini engelleme çabası boşa düşmüştü. Önceden, erken harekete geçmeye karşı alınan parti kararlarına katılmış olan Liebknecht, buna rağmen hareketin peşinden sürüklenip bir ayaklanma çağrısına katılmıştı. Kurulan Devrim Komitesi’nde birlikte durulan USPD’liler hala tereddüt içindeydi. Nitekim komitenin çağrısıyla sokakları dolduran kitleler, sabahtan itibaren komitenin toplantıda olduğu binanın önünde çıkacak kararı beklemesine rağmen, komite bir türlü karara varıp toplantıyı sonlandıramadı. Bu durum geceye kadar sürünce kitleler dağıldı. Komite, kitlelere pratikte önderlik edemiyordu. Öncünün krizi, hareketin krizi oldu. SPD’nin karşı kampanyası hızla yükseldi. Noske’nin Freikorps birlikleri Berlin’e girdi. Bu sırada USPD, ayaklanma hazırladığı SPD hükümetiyle uzlaşma arayışına girdi. Güç dengesindeki değişimi fark eden SPD, uzlaşmaya yanaşmadı ve Freikorps’lar ayaklanmayı kanla bastırmaya girişti.
Rosa Luksemburg, işçi sınıfının iktidarı ele alacak kadar olgunlaşmadığının farkındaydı. Önemli bir kısmı hala kendilerine ihanet eden liderlerine duydukları güveni yitirmemişti. Komünistler işçi sınıfının çoğunluğunu arkasına alamamıştı. USPD ise çağırdığı ayaklanmanın tam ortasında uzlaşma arayışına girecek kadar kararsız ve devrimci iradeden yoksundu. Berlin dışında ayaklanma hali mevcut değildi. Bu şartlar altında ayaklanma, intihar demekti. Ama kitleler harekete bir kez giriştiğinde, Marksistlerin o harekete sırt çevirmesi de kabul edilemezdi. Ne Marks erken doğduğunu düşündüğü Paris Komünü’ne sırtını dönmüştü ne de Lenin erken gerçekleşen Temmuz 1917’deki yarı ayaklanmaya burun kıvırmıştı. Tam tersine görev, harekete katılıp ileri taşımaya çalışarak onun en motive şekilde ve en az zararla kurtulmasını sağlamaktı. Rosa da bunu yaptı.
Ancak parti aygıtının güçsüzlüğü ve bu nedenle olaylara gerekli şekilde yön veremeyişinin sonucunu Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht hayatlarıyla ödedi. Ayaklanma zayıflamasına rağmen ikisi de mücadeleye devam ediyor ve gizlendikleri yerden çıkardıkları gazeteleri aracılığıyla kitlelerin bu deneyimden öğrenebileceği kadar çok şey öğrenmesini sağlamaya çalışıyorlardı. Freikorps birlikleri ikisini de buldular ve 15 Ocak günü vahşi bir şekilde katlettiler. Troçki’nin deyimiyle “Karşı devrim, hiç kuşku yok ki daha şanlı kurbanlar seçemezdi.”.
Hareket Devam Ediyor
Ne Berlin’deki Ocak ayaklanmasının bastırılması ne de işçi sınıfının liderliğini taşıyabilecek yetenekteki iki önderin katledilmesi, işçi kitlelerinin hareketini sona erdiremedi. Daha uzun süreler de bunu başaramayacaktı.
Ayaklanma bastırıldıktan hemen sonra SPD, burjuva partilerle koalisyon kurdu. Hareket ise, hükümete karşı mücadele etmenin yanında işçi kitlelerinin işyerlerinde ekonomik bir mücadeleyi de yükseltmesiyle yoluna devam etti. Ekonomik çıkarlar mücadelesi, SPD’nin gerçek yüzünü iyice ortaya çıkaracaktı.
Pek çok yerel bölgede konsey hareketleri güçlü bir şekilde devam ediyordu. Ekonomik talepli mücadeleler de gitgide daha geniş işçi kesimlerini SPD iktidarı ile karşı karşıya getiriyordu. Ruhr bölgesindeki maden işçileri kamulaştırma taleplerini eyleme döken bir greve başladı. Şubat sonunda Orta Almanya’nın sanayi havzalarında grev başladı. Grev nihayet 3 Mart’ta Berlin’e de sıçradı. Berlin’deki grevci işçi sayısı 500 bindi. Ülke genelinde 1 milyonu buluyordu. Hareket işçi ve asker konseylerinin organizasyonuyla devam ediyordu. İşçilerin kimi bölgelerde silahlanması da söz konusuydu. Ancak hareket eşitsiz gelişiyordu ve birleşik bir liderlikten yoksundu. KPD örgütleri çeşitli yerellerde etkili olabilseler de hareketin birleşik liderliğini üstlenecek kadar güçlü değillerdi. Onlardan başka kimsenin de bu görevi yerine getirme kapasitesi yoktu.
Ruhr’da, Orta Almanya’da ve Berlin’de Freikorps birlikleri kanlı bir bastırma harekâtına girişti. Berlin’de çatışmalar 5 Mart’tan itibaren iç savaş boyutuna vardı. Ne var ki işçi sınıfı devrimci bir birlikten yoksundu. KPD ise kitleleri açık çatışmalara girmekten uzak tutmaya çalışsa da Ocak’taki Spartakist günlerindekine benzer şekilde hedef alınmıştı. Freikorps birlikleri, Berlin’de bin işçiyi katletti.
İki ay önce, işçi sınıfının komünist olmayan geniş kesimlerini manipüle ederek komünistleri katleden Freikorps, şimdi namlunun ucuna ekonomik çıkarları için mücadeleye girişen bütün bir işçi sınıfını koyuyordu. Mart çatışmaları, SPD tabanında sola kayışların önünü açtı. Ancak Freikorps katliamları Almanya’nın pek çok yerindeki işçi ve asker konseylerini ve bunlara dayanan yerel iktidar mekanizmalarını yıkmış; eski imparatorluk aygıtından kalma mekanizmaları sağlamlaştırmıştı. Yine de bu da yetmeyecekti.
Bavyera Konsey Cumhuriyeti (Nisan 1919)
Almanya’nın güneydoğu eyaleti Bavyera’da Kasım’da iktidarın başına USPD’li Eisner geçmişti. Chris Harman’ın deyimiyle “Kasım Devrimi, iktidarı, en çok laf üreten ve iktidarı almaya en hazır olanlara teslim etmişti”. Edebiyatçı olan Eisner, partisinin %2,5 oy alabilmesine rağmen iktidarın başında kalmayı başaran bir figür olacaktı.
Eisner’in Kasım 1918’de ilan ettiği “Bavyera Özgür Devleti” güçlü bir zemine ayak basmıyordu. Hükümet azınlıkta olan USPD’li Eisner’in liderliğinde SPD ile koalisyona dayanıyordu. Kitleler, ekonomik durumlarının zayıflamasına karşı giderek radikalleşirken, SPD “düzen”i koruyacak önlemler alınmasını istiyordu. Somut güçlere dayanmayan Eisner ise ne yapacağını bilmez bir duruma gelmişti.
Eisner, 21 Şubat’ta sağcı bir suikast ile öldürüldü. Silahlı işçiler, suikaste karşı sokaklara döküldü. Bundan sonra başlayan iktidar krizinin sonucunda, 1919’un Nisan ayında yapılan bir işçi konseyleri toplantısında “Konsey Cumhuriyeti” ilan edildi.
Eugen Leviné’nin önderliğindeki Münih’teki KPD örgütü, konsey cumhuriyeti ilanına karşı çıktı. Leviné, partisinin daha önce yaşadığı acı deneyimleri ve bunlardan çıkardığı sonuçları da dikkate alarak “Bir konsey cumhuriyetinin ilanı bir konferans masası etrafında kararlaştırılamaz. Böyle bir cumhuriyet, ancak muzaffer bir proletaryanın mücadelesinden sonra kurulabilir. Münih proletaryası, iktidar mücadelesine girmeye henüz hazır değil.” diyecekti (aktaran: Chris Harman).
Konsey cumhuriyeti daha bir haftayı doldurmamışken silahlı saldırılara maruz kaldı. KPD, ortada gerçek bir konsey cumhuriyeti olmadığını düşünüyordu ancak Münih’in savunulmasında aktif rol üstlendi. 13 Nisan’da karşı devrimcilerin darbe girişiminin ardından kitleler KPD’den liderliği almasını istedi. Bu defa işyerlerinde yeni seçilmiş konseyler gerçekten de vardı ve konseyler merkezinden gelen kararlara bütün işçiler uymaya başlamıştı. KPD Münih’teki Konsey Cumhuriyeti’nin başına geçmek durumunda kaldı. Leviné, baştan beri konsey cumhuriyeti ilanını macera olarak görüyordu ancak olaylar başka olanak bırakmamıştı. Hem bu seferki gerçekten konseylere, yani Münih proletaryasının mücadele araçlarına dayanıyordu; ancak öyle bir yalıtılmıştı ki ülkenin geri kalanında ya da Bavyera’nın tamamında bile bir mücadele dalgasına yol açamamıştı.
Merkezi hükümetin ablukası sonucunda Münih, iki hafta içinde açlıkla karşı karşıya kalmıştı. İşçilerin konseyleri vardı, konseylere dayanan bir iktidar vardı ama ekmek yoktu. Kitlelerin yeni konsey hükümetine güveni de hızlıca kırılmaya başlamıştı. Leviné, konseylerden, hükümetin istifasını kabul etmelerini istemek zorunda kaldı. Yine de Freikorps birlikleri 30 Nisan-1 Mayıs tarihlerinde Münih’e girdi. İki günde en az 600 kişiyi katlederek Münih’teki hareketi bastırdı. Leviné tutuklandı ve kurşuna dizildi. Ancak bu bastırma, işçi kitlelerinin SPD’den daha fazla kopmasına ve sola kaymasına yol açtı.
Münihli komünistlerin, konsey hareketi bir kez ortaya atıldığında geriye dönme imkânı kalmamış olabilir. Ancak Alman proletaryası bir kez daha güçlü bir örgütlülükten yoksun olmanın yıkıcı sonuçlarıyla pratikte tanışmak zorunda kalmıştı.
KPD’nin Yeni Sınavı: Kapp Darbesi (Mart 1920)
SPD hazır devlet mekanizmasının üstüne oturmuştu. O mekanizmayı önce KPD’ye karşı kullandı. Ardından hedefte devrimciliğe yönelen geniş işçi sınıfı kitleleri vardı. Bu defa ise mekanizma SPD’nin kendisine karşı yönelecekti.
Daha imparatorluk yıkılmadan, düzenin tepe kadroları SPD’yi hükümete almıştı. Gelişen kitle hareketini kontrol altına almanın ve bastırmanın tek yolu olarak bunu görmüşlerdi. Taht devrildikten sonra da aynı düzen mekanizması varlığını korumuştu. Ortaya çıkan bir burjuva rejimdi, sadece rejimin dümeninde, işçilere dayanan SPD bürokrasisi vardı. Ancak burjuva mekanizma, SPD’ye kitle hareketi devam ettiği müddetçe muhtaçtı. SPD kitleleri bastırdıkça, burjuva siyaset ve devlet mekanizmasında SPD’den kurtulma arayışları da başlamıştı.
SPD’li Savunma Bakanı Noske’nin muhafızları diye bilinenler, şimdi Noske’nin partisine karşı darbeye girişiyordu. 13 Mart 1920 tarihinde askeri bir birlik, Berlin’e girip hükümetin devrildiğini ve yerine muhafazakâr bürokrat Kapp başkanlığında yeni bir hükümetin kurulduğunu ilan etti. Darbenin askeri kanadının başında, Versailles anlaşmasına göre dağıtılması gereken birliklerin başında olan ve birliklerini dağıtması konusunda Noske’den emir almış olan Lüttwitz vardı.
SPD’li Noske, kendisine itaat etmeyen generale karşı diğer generallere koştu. Geri kalan generallerin hepsi darbeye katılmamış olsa da hiçbiri Noske ve SPD’nin yanında durmak istemedi. “Ordu orduya ateş etmez” diyorlardı ve başlayan çatışmanın sonucunun belli olmasını bekliyorlardı. SPD’li Hükümet Berlin’i terk etti.
Hükümetteki liderler kaçmıştı ancak hala kitleler arasındaki popülerliklerini düşünenler Berlin’deydi. Berlin’i terk etmeyen SPD ve USPD liderleri genel grev çağrısı yaptı. Darbenin olduğu gün öğlen saatlerinde Berlin’de genel grev başlamıştı. Ertesi gün bütün ülkeye yayıldı. Ruhr bölgesinde silahlanan işçiler 50 bine varan bir güce ulaştı ve resmi silahlı güçlere karşı koydu.
KPD’nin ilk tepkisi ise yeni bir facia oldu. Berlin’de genel grevin başladığı gün bir açıklama yapan parti merkezi “iki karşı devrimci kamp arasındaki kavga” olarak tanımladığı darbeye karşı, “Devrimci proletarya, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i katleden bu hükümet için parmağını bile oynatmayacaktır.” diyerek ultra sola savruldu. Ertesi gün tavır değiştirilip genel grevi desteklemeye başladı. Ancak darbeye karşı işçilere silahlanma ve darbeyi püskürtme çağrıları yerine işyerlerinde kalma ve sokaklara dökülmeme çağrısı yapıyordu.
Kapp darbesinin çözülmesiyle birlikte SPD ve sendikalar, işbaşına dönme çağrısı yaptı. KPD bu defa “greve devam” diyordu ancak etki yaratamadı. Başta alınan hatalı tavırlar partinin kitleleri etkileme fırsatını kaçırmasına yol açmıştı.
Rus devriminde Bolşevikler de benzer bir süreçte geçmişti. Karşı devrimci General Kornilov -ki Geçici Hükümet’in Sosyalist Devrimci (gerçekte karşı devrimci!) Başkanı Kerenski tarafından atanmıştı- Kerenski’ye karşı darbe girişiminde bulundu. Bolşevikler, KPD gibi “iki karşı devrimci arasındaki kavga” deyip de kenarda oturmak yerine, darbenin Kerenski’yle birlikte diğer ve gerçek iktidar odağı Sovyetleri de yıkacağını görerek elde silah darbenin karşısına dikildi. Direniş öyle planlanmıştı ki Kornilov başkente girmeyi bile başaramadı. Kitlelere darbeyi püskürtmede pratik önderliği Bolşevikler sağlamıştı. Rusya’daki ikili iktidar döneminin kritik dönüm noktalarından olan Kornilov darbesine karşı Bolşeviklerin bu politikası, Ekim Devrimi’ne giden yolu açmıştı.
KPD ise sabırsız ultra sol eğilimlerin üstesinden bir türlü gelemiyordu. Parti liderliğinin deneyimsizliği, hareket içerisinde öğrenmelerini zorunlu kılıyordu ama bu öğrenme fena halde pahalıya patlıyordu: Bütün can alıcı olaylar bir bir kaçırılıyordu. Oysa KPD’nin geçmişten gelen bir deneyimi olsaydı, liderlik daha az hata yapmayı çoktan öğrenmiş olur ve karşısında çıkan fırsatları değerlendirmeyi başarabilirdi.
KPD’nin darbe karşısında yarattığı yenilgi havası partinin bölünmesine ve güç kaybetmesine yol açtı. Daha önce partiden ayrılmış olan sol muhalefetin kurduğu Almanya Komünist İşçi Partisi (KAPD), KPD üyelerinin yarısı kadarını kopardı.
Darbeden sonra yapılan seçimlerde SPD oyları 5,6 milyona düşerken USPD 4,9 milyon oy aldı. KPD ise 441 bin oyla 2 temsilci çıkarabildi. Hükümeti bu defa burjuva partiler kurdu, SPD ise dışarıdan destek oldu.
USPD içinde ise sol kanadın güçlenmesiyle partide Komünist Enternasyonal’e katılma tartışması başladı. Komintern, USPD’den katılma koşulu olarak bünyesindeki merkezci ve reformistlerden kurtulmasını ve demokratik merkeziyetçilik ilkesini kabul etmelerini istedi. 1920’nin Eylül ayında yapılan USPD olağanüstü kongresinde sol kanat çoğunluğu kazandı ve KPD ile birleşerek Komintern’in parçası olma yönünde karar alındı. KPD önce Birleşik KPD (VKPD) ismini aldı, kısa süre sonra tekrar KPD ismine döndü.
Mart 1921 Çılgınlığı
Orta Almanya’nın Halle ve Merseburg bölgesinde KPD en güçlü partiye dönüşmüştü. Şubat 1921’de yapılan seçimlerden KPD 204 bin oyla birinci çıkmıştı (SPD’nin oyu 147 bindi). Eyalet yönetimi durumu kontrol altına almak için operasyon başlattı.
KPD liderliği bu kez savunmada kalmamayı düşünüyordu. Komintern adına Zinovyev, Buharin, Bela Kun ve Radek de “saldırı teorisi” diye bir teori geliştirdi. “Teori”ye göre parti kendiliğinden gelişmeleri beklemek zorunda değildi, silahlı saldırılarla kitleler uyandırılabilirdi. Komintern’den gelen bu ultra sol telkinlerle birlikte KPD, bütün Orta Almanya’da genel grev zorlama kararı aldı. Sonrasında “zorlama” bütün Almanya’yı kapsayacak şekilde genişletildi.
Genel grev çağrısı yankı bulmadı. Halle ve Merseburg’daki atmosfer, ülkenin geri kalanından yalıtıktı. Parti yine de bu bölgede silahlı bir ayaklanma başlatmaya girişti. Birkaç bin silahlı güce dayanan hareket, hükümet tarafından çok zorlanılmadan bastırıldı. KPD’nin tekrar tekrar yaptığı grev çağrıları küçük bir azınlık dışında karşılık bulmadı. Bu durumu tepki olarak partinin yayın organları sosyal demokrat işçileri suçlayan yazılar yazmaya başladı.
Sonuç bu defa çok ciddi bir faciaydı. Hareket yenilgiye uğradı. Mart 1921’e 400 bin kadar üyeyle giren KPD, üyelerinin yarısını birkaç hafta içinde kaybetti. Devlet komünistleri ve komünist basını yasakladı. Parti çılgınlığın bedelini büyük bir yıkımla ödeyecekti. Liderlik bölündü, parti başkanı Levi’nin önderliğinde Mart hareketini eleştirenler partiden koptu. (Levi hareket sırasında tutuklu olduğu için alınan kararlara katılamamıştı). Partinin yeni başkanı Brandler ve partinin teorisyeni Thalheimer ise saldırı teorisi taraftarıydı.
Tartışma Komintern’de de alevlendi. Lenin ve Troçki ayrı ayrı ama aynı sonuca vardılar: Mart hareketi çılgınlıktı ve bunu telkin eden Komintern yöneticileri hatalı davranmıştı. Lenin ve Troçki birlikte, Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde bu teoriye karşı çıktılar. Troçki’nin “saldırı teorisi”ne karşı ortaya koydu “birleşik cephe stratejisi”, Komintern tarafından kabul edildi. (Stalinist “birleşik cephe” adı altındaki halk cephesi ile karıştırılmamalıdır. Troçki’nin önerdiği “birleşik işçi cephesi”ydi.). Komünist Parti, ayaklanma koşullarının oluşmadığı dönemde kısmi talepleri için sosyal demokratlarla birleşik bir mücadele vermeli ve onların tabanına, kısmi taleplerin bile ancak devrimci yöntemlerle kazanılabileceğini pratikte göstermeliydi. Bu yaklaşım, uluslararası komünist hareket için müthiş bir fırsattı. Sosyal demokrat liderlerin “birleşik cephe”yi kabul ettikleri durumda komünistler kendilerini pratik mücadele içinde kanıtlayarak kitleleri kazanacaktı. Sosyal demokrat liderler, çağrıyı reddederse de bu sefer kitleleri, birleşik mücadele çağrısına kendi liderlerinin olumsuz yanıt verdiğini görecek ve yine komünistler için bu iyi bir propaganda fırsatı olacaktı. (Bu strateji, Komintern’in Dördüncü Kongresi’nden sonra Stalinizm tarafından terk edilecek ve tekrar ultra sol politikalara dönülecekti. Bu kez yıkım karşılaştırılamaz derecede ağır olacaktı: Stalinist Komintern’in ultra sol politikaları Nazi’lerin iktidara gelmesini sağlayacaktı.)
Mart çılgınlığı, partinin motivasyonunu büsbütün dağıttı. Yeni liderlik, artık kendi politik yargılarına güven duymaktan korkar hale gelmişti. Kişiselleşen tartışmalar bütün örgütü sarmıştı. Parti içinde hizip ortamı oluşmuş ve partiye zarar vermeye başlamıştı. Yeni liderliğin özgüven kaybı, gelecek mücadelelerde yeni yanılgılara ve yenilgilere yol açacaktı.
1923 Mücadeleleri: “Alman Ekim’i”
1921’de yenilgi ağır sonuçlara yol açmıştı. Ancak ülke ekonomisindeki kötüye gidiş işçi sınıfına bir kez daha tarihe müdahale etme fırsatı yarattı. 1923 yılı Alman ekonomisinin yokuş aşağı yuvarlandığı bir yıl oldu. Enflasyon hiperenflasyona dönmüş, aylık ve haftalık büyük yükselişler yerini günlük ve saatlik fiyat artışlarına bırakmıştı. Ücret mücadeleleri artık günü gününe veriliyordu.
Enflasyon, paranın değer kaybı gibi durumlar işçi kitleleri muazzam bir sefalete iterken, büyük burjuvazi bu ortamdan istifade ederek sermayesini katlamaya devam ediyordu. Yılın başlarında Fransa’ya ödenen savaş borçlarına karşı burjuva hükümetin isyan etmesi, Ruhr bölgesinde Fransız işgaline yol açtı. Hükümet Fransız işgalini kullanarak ulusal birlik havası yaratmaya çalışıyordu. Geçici bir süre başarılı da oldu.
Bu sırada Bavyera’da aşırı sağ güçlenmeye başlamış ve Hitler önderliğindeki Naziler örgütlenmeye başlamıştı. Büyük burjuvazi henüz devleti faşistlere emanet etmeye hazır değildi ancak onları sol işçi hareketi karşısında elinde tutuyordu.
KPD ise birleşik cephe politikasını uygulamaya başlamıştı. SPD bir süre görüşmeleri sürdürse de SPD’nin çekilmesi nedeniyle cephe kurulamamıştı.
Yılın ortasına doğru ekonomik krizin etkileri derinleşmişti. Öte yandan faşist tehlike de güçlenmeye başlamıştı. Sonuçta KPD faşistlere karşı işçi savunma birlikleri çağrısı yaptı. “Proleter 100’ler” adı verilen silahlı işçi birlikleri oluşturulmaya başlandı. Grevler de gittikçe yaygınlaşıyordu.
Bu sırada SPD güç kaybetmeye devam etti. KPD’nin üye sayısı artıyor, işçi kitleleri üzerindeki etkisi de genişliyordu. KPD, SPD’ye “işçi hükümetleri” çağrısında bulundu: SPD burjuva partilerden kopmalıydı ve komünistlerle birlikte işçi hükümet kurmalıydı. Devrimci olmayan yöntemlerle ve sosyal demokratlarla birlikte hükümet kurmak, komünist hareket içinde tartışma yarattı. Lenin ve Troçki, haklı olarak, bunun ancak burjuva devletin yıkılmasının ve işçilerin silahlandırılmasının başlangıcı olacak şekilde bir taktik olarak uygulanabileceğini savundu.
İşçi sınıfının kitle ve grev hareketi büyürken, KPD çekimserliğini tam olarak üstünden atamamıştı. Brandler’in antifaşist mücadele üzerinden yaptığı çağrılar, parti liderliğinin geri kalanı tarafından reddedilince Brandler, 1921 Mart deneyimini tekrarlamak korkusuyla tereddüde düştü ve Komintern’e başvurdu. Zinovyev ve Buharin yine saldırı taktiğinden yanaydı ama Komintern liderliğinin çoğu, Almanya’daki gelişmeleri yeterince takip edememişti.
Bu sırada KPD, burjuva Cuno hükümetine karşı genel grev çağrısı yaptı. Krizin derinleştiği ortamda bu çağrı karşılık buldu ve grev hareketi yayıldı. Sonuçta Cuno hükümeti çekilmek zorunda kaldı ve SPD yeniden hükümete dâhil edildi. Hareketin canlılığı da hükümetin değişmesiyle zayıfladı. Ancak kriz ve sefalet sürüyordu ve kitleler istediklerini almış değildi.
Cuno grevi sonucunda Moskova’da Bolşevikler ve Komintern yöneticileri gözlerini hızlıca Almanya’ya dikti. Gelişmeler Almanya’da işçi iktidarıyla sonuçlanacak bir devrimi mümkün gösteriyordu. Troçki ayaklanma için hazırlıklara başlanması gerektiğini söyledi ve Komintern tarafından kabul edildi. Ancak Troçki’nin ayaklanma hazırlıkları için Almanya’ya gönderilme önerisi Zinovyev-Stalin tarafından reddedildi. (Lenin hastalığı nedeniyle sahnede aktif olarak bulunamıyordu, Stalin-Zinovyev hizbi ise Troçki’ye karşı çalışmaya başlamışlardı.)
KPD ayaklanma hazırlıklarına başladı. Bütün parti askeri hazırlıklara motive olmuştu. Hazırlıklar tabii ki gizli yürütülüyordu ancak parti basını iktidar mücadelesini gündeme sokmuştu bile. Fakat ayaklanmanın hazırlıklarına odaklanan parti örgütleri, işçi kitleleriyle bağlarını yeteri kadar önemsememişti.
Saksonya ve Thuringia’da işçi hareketi ve sol güçleniyordu. Sağcıların buralara saldırması bekleniyordu. KPD de planını bu saldırıya karşı savunma mücadelesi üzerinden çağrı yapmaya göre hazırladı. Savunma üzerinden işçi sınıfının topyekûn bir saldırısı örgütlenecekti. Komünistler, ayaklanma hazırlıkları kapsamında Saksonya hükümetine katılmışlardı. Ordunun saldırısı yaklaşıyordu. SPD’liler, devrimci bir çözüme yanaşmayacaklarını ortaya koyunca, SPD soluna umut bağlamış olan KPD başkanı Brandler şüpheye düştü. Sosyal demokratların yan çizmesi sonucunda, KPD genel grev çağrısını iptal edip yasal eylem çağrıları yaptı. Genel grevle birlikte ayaklanma da iptal edilecekti.
Ayaklanmanın iptal edildiği kararı Hamburg’a zamanında ulaştırılamadı. Hamburg’daki KPD örgütü, ulusal bir ayaklanmanın parçası olarak düşündükleri ayaklanma planını uygulamaya soktular. Ancak çok fazla dayanamayacaklardı.
Sonuçta Komintern yönetiminin hemfikir olduğu ayaklanma şartlarının olgunlaşmasına rağmen, Hamburg haricinde kurşun atılmadan ayaklanmadan vazgeçilmişti. Alman Devrimi’nde bir kez daha büyük bir fırsat, liderlik zafiyeti sonucunda elden kaçırılmıştı.
KPD’nin savaş meydanından daha savaş başlamadan çekilmesi kitlelerde umutsuzluğa yol açtı. Artık kısmi mücadeleler için bedel ödemek anlamsızlaşmıştı. Ya işçiler iktidar mücadelesine girişecek ve kazanacak ya da uzunca bir süre bütün olasılıkları kaybetmiş olacaklardı. KDP’nin mücadeleye girişme koşullarının varlığına rağmen bunu yapamaması, kitlelerin çoğunluğunu arkalarını almayı başarmalarının mümkün olduğu o anda bütün fırsatları elinden kaçırması anlamına geldi.
Troçki, 1923 Ekim’indeki olayları değerlendirirken, başarının garanti olduğundan yola çıkmaz. “Troçki’nin temel argümanı; durumun, gerçek güçler dengesini ancak devrimcilerin yapacağı bir saldırının tersine çevirebileceği kadar akışkan hale gelmiş olduğudur.” (Harman). Yenilgi ise uzun zamandır devrimci ajitasyon yürüten partinin, devrim anı gelip çattığında bocalamasını gösterdi.
Alman Devrimi Dersleri
1918 Kasım’ında başlayan Alman Devrimi, 1923 sonunda işçi sınıfının yenilgisiyle sonuçlandı. Bu yenilginin yakıcı sonuçları sadece Almanya’yı değil bütün bir insanlığı kasıp kavuracaktı. Proleter devrimin yıkıntılarından güçlenen ve artık Stalincileşmiş olan Komintern’in devam ettirdiği felaket politik hattan yararlanan Naziler, 10 yıl sonra iktidara gelerek hem Alman işçi sınıfı hareketini paramparça ederek insanlığın gelecek umutlarını uzunca bir süre sona erdirecekti.
Alman Devrimi’nin yenilgisi, temelde devrimci liderliğin zaaflarından kaynaklandı. Rosa’ların bağımsız bir devrimci partiyi inşa etmeye girişmekte geç kalmaları, erken ölümlerinden sonra partinin liderliğini üstlenenlerin bocalamasına yol açtı. Çünkü Rusya’dan farklı olarak Almanya’da kritik dönemeçlerden geçmiş ve bunların deneyimlerini bünyesinde cisimleştirmiş bir parti yoktu. Almanya’nın devrimci partisi, olaylar başladığında inşa edilmeye başlamıştı.
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katledilmelerinin ardından partinin başına geçen liderlik zayıftı. Devrimci politikanın inceliklerine hâkim olamıyordu. İhtiyaçları olan desteği vermesi gereken ise Komintern’di. Ne var ki Komintern’in başındaki yöneticiler (başta Zinovyev, Buharin, Radek, Kun) de dargörüşlü bir hattan sıyrılamadı. Lenin ve Troçki’nin müdahaleleri Komintern ve KPD’ye yön verse de olayların akışı içinde Lenin ya da Troçki’ye danışmak her zaman mümkün olmuyordu.
1923’teki tıkanmanın ardından Alman proletaryası yeni fırsatlar elde etmeyi de başardı. Ne var ki bu defa, 18-23 yıllarında uluslararası politikada pek fikri ya da etkisi olmayan Stalin, Komintern’i Rusya’daki bürokratik aygıtı aracılığıyla kontrolüne alacaktı. Stalin’in önce Çin Devrimi’nde yarattığı felaketi örtbas etmek için KPD’ye “üçüncü dönem” politikalarını dayatacak ve “sosyal faşizm” saçmalığı altında Alman proletaryasının yükselen faşist tehlike karşısında parçalanmış kalmasına yol açacaktı. Stalinizmin yüz kızartıcı suçları neticesinde Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi sonucunda bu defa ortaya “Halk Cephesi” teorisi atılacaktı. Ultra sol politikanın ardından gelen ultra sağ Halk Cephesi politikası, Stalincilerin “devrime elveda” demesi anlamına gelecek ve dünya proletaryasının 20. yüzyıl boyunca defalarca tekerrür eden yenilgilerine yol açacaktı.
Troçki, Alman proletaryasının göz göre göre faşizmin kollarına teslim edilmesinin ardından tümüyle Stalin’in komutasına girmiş ve bütün devrimci içeriğini yitirmiş Komintern’den koparak yeni bir dünya partisi – Dördüncü Enternasyonal – için kolları sıvayacaktı.
Troçki’nin bu son yola çıkışında söylediği şu sözler, 1918’den bu yana bütün yenilgileri açıkladığı gibi, bugün hâlâ güncelliğini korumaktadır: “İnsanlığın tarihsel krizi devrimci liderliğin krizine indirgenmiştir.”