Home / Karışık / Afrika Neden Aç, Afrika Neden İsyan Etmiyor?

Afrika Neden Aç, Afrika Neden İsyan Etmiyor?

Dünya üzerindeki milyarlarca insanın gözünün önünde tüm 21. yüzyıla dair uygarlık söylemlerini, “uzay çağı” pışpışlamalarını, dört koldan yürütülen bu propaganda hamlelerini tersyüz edercesine, sefaletiyle, hastalıklarıyla, açlık ve susuzluÄŸuyla kapitalizmin tüm gerçekliÄŸini gözler önüne seren bir kıta var bu yeryüzünde. Kara kıta Afrika, 1 milyardan fazla nüfusuyla açlık içinde debelenirken, tüm dünya halkları gözlerinin önündeki bu insanlık dramına yıllardır bir son verilmesini istiyorlar. Ancak küresel güç sahibi ülkeler göstermelik yardımlar dışında en ufak hamlede bulunmuyorlar. Üstelik, örneÄŸin ABD’nin savaÅŸ bütçesinin yanında komik denebilecek meblaÄŸlarla engellenebilecek açlık ve susuzluk gibi acil tehditler karşısında kapitalizmin uluslararası temsilcileri oralı dahi olmuyor. ABD ve Avrupa ülkeleri bu hayati sorun karşısında gayri safi milli hasılalarının binde birini dahi harcamaktan kaçınıyorlar. Neden mi? Çünkü bu onlara kar getirmeyecek. Kapitalizmin mantığı böyle iÅŸliyor. Marks’ın yıllar önce belirttiÄŸi gibi kapitalizm bir tarafta zenginliÄŸi arttırırken öteki kutupta da yoksulluÄŸu derinleÅŸtirdi. Bugün bunun örneÄŸini Afrika kıtasında
yaşananlardan daha iyi ne özetleyebilir? Kıta ülkelerinin gelirleri toplamı tek bir Avrupa ülkesine dahi eşit çıkmıyor.

Afrika kıtasının fakirliği üzerine sayfalar dolduracak kadar istatistik sıralamak mümkün. Biz fikir vermesi için sadece birkaç verinin üzerinde duracağız. Yüzlerce milyonun açlık tehdidi altında bulunduğu kıtada bir milyondan fazla bebek yaşamının ilk dört haftasında ölüyor. Üstelik, ölüm sebebinin %39 zatürre, tetanoz, ishal gibi tedavisi çoktan dünyada yaygınlaşmış hastalıklar nedeniyle. Son yıllarda ise bu hastalıklara Ebola gibi ölümcül virüsler eklendi. 

Nüfusun ancak yarısı temiz su kaynaklarına ulaÅŸabiliyor. Kıta yıllar süren iç savaÅŸlardan çok çekti. Egemenlerin nüfuz paylaşım savaÅŸlarında milyonlarca Afrikalı katledildi, Kongo’daki iç savaÅŸta 3 milyon kiÅŸi yaÅŸamını yitirdi. Her yıl milyonlarca ölüme yol açan AIDS ise kıtadaki bir baÅŸka sorun. Afrika tüm bu sefaletiyle günümüz kapitalizminin sömürü koÅŸullarının aynası olarak gözüküyor. Peki tüm bu dram karşısında diÄŸer devletler ne yapıyorlar? Onlar sineÄŸin yağını çıkarmakla meÅŸgul. Afrika kıtasının bugün Batı ülkelerine yüz milyarlarca dolar borcu var. Batının finans kuruluÅŸları bu borçları verirken ise inanılmaz faiz yüzdelerini hayata geçiriyor.Afrika devletleri bu borçları kat be kat ödemiÅŸ olmalarına raÄŸmen hala daha devasa faiz ve borç yükü altında eziliyorlar. Yani Batı emperyalizmi, Afrika’ya verdiÄŸini misli ile geri almanın derdinde. YoksulluÄŸa “yatırım” Batı’ya kar olarak dönüyor. Yani, yoksul ülkeler zengin ülkeleri kalkındırıyor. Emperyalizmin kuralı bu.

Peki Afrika ülkelerinin bu fakirliÄŸi nereden kaynaklanıyor? Bazıları bunun Afrika’nın coÄŸrafi ve tarımsal özelliklerinden kaynaklandığını iddia etse de bu görüşlere itibar etmemek gerekir. Zira küresel sistemin en önemli halkalarından biri olan Afrika kıtasının az geliÅŸmiÅŸliÄŸinin nedenleri kapitalizmin rotasından ve geçirdiÄŸi içsel dönüşümlerden bağımsız olamaz. Kaldı ki Afrika kıtası doÄŸal kaynakları ve iÅŸgücü kapasitesiyle yeterli ekonomik kaynaklara sahiptir ve Afrika’nın krizinin ulusal özelliklerinden kaynaklandığını iddia etmek, sömürgeciliÄŸi ve sonrasında hüküm süren emperyalizmi aklamaktan baÅŸka bir iÅŸe yaramaz. 

Kapitalizm bir üretim biçimi olarak tarih sahnesinde yerini aldığında etkisini ilk olarak Avrupa’da hissettirdi. Merkantilizmin yükseliÅŸi deniz aşırı ulaşımın kolaylaÅŸtığı bir döneme tekabül ederken yeni kıtalar keÅŸfediliyor; bu yeni kıtalardaki zengin maden kaynakları yerli halkı katletme pahasına Avrupa’ya taşınıyor; bir yandan da eski kıta Afrika’dan getirilen köleler ÅŸeker plantasyonlarında çalıştırılıyor ve Avrupa’da serpilen kapitalizmin temel iÅŸgücü kaynağını oluÅŸturuyorlardı. Böylece Avrupa’da yükselen medeniyet yeni kıtanın yerlilerinin kanından, Asya ve Afrika’nın sömürgeleÅŸtirilmesinden ve sonu gelmez bir köle ticareti furyasından beslenerek bugünlere geldi. 19. yüzyıl itibariyle hâkim üretim biçim haline gelen kapitalizmin üzerinde yükseldiÄŸi nesnel gerçeklik budur. Böylece Afrika sömürgeleÅŸtirildi, hammadde ihraç edip mamul madde ithal eden bir ekonomik dayatma altına alındı ve endüstrisinin geliÅŸimi önüne set çekildi.

2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından dünya parsel parsel ABD ve SSCB arasında paylaşıldı ve bu ülkelerin etkin olduÄŸu nüfuz bölgelerinde statüko korunurken Afrika, Asya gibi iki gücün de kesin hegemonyaya sahip olmadıkları bölgelerde acımasız bir paylaşım savaşı hüküm sürdü. 60’larla beraber
ulusal hareketlerin yükseliÅŸi ifadesini eski kıtada da buldu ve Pan-Afrikanist söylemlerle öne çıkan bir kuÅŸak Afrika’nın çeÅŸitli bölgelerinde iktidara geldi.

Bu yönetimler kendilerini “Afrika sosyalizmi“nin taşıyıcıları olarak lanse ettiler ancak yaptıklar birkaç kamulaÅŸtırmadan ve devletçiliÄŸi güçlendirmekten baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildi. Bu politika ise esasen uluslararası siyasetin konjonktürel yönelimlerinden kaynaklanıyordu. SSCB ve ABD hızla dünyanın geri kalanını kendi kutuplarına çekmeye çalışırken Afrikalı liderler bu iki ülke arasında denge politikası izlediler ve manevra taktikleriyle kendi çıkarlarını saÄŸlamlaÅŸtırmayı tercih ettiler. ABD ve İngiltere’nin başını çektiÄŸi emperyalist blok Afrika ülkelerinin diÄŸer bir  emperyalist blok olan SSCB’ye kayışından korku duymaktaydı.
Dönemin yazışmalarında geçen belgelere göre ABD ve İngiltere PanAfrikanistlerin iktidara gelmelerini kendi emperyalist siyasetleri için tehlike olarak görmüyorlardı; çünkü SSCB desteÄŸini elde etmek için kendilerini “sosyalist” olarak adlandıran burjuva liderlerin her daim kendileriyle uzlaÅŸmaya açık olduklarının bilincindeydiler. Dolayısıyla Afrika ülkelerini tamamen SSCB’ye kaptırmamak adına bu ülkelerin devletçi uygulamalarına göz yumuldu ve karşılıklı uzlaÅŸma politikaları esas alındı, Küba meselesinden gerekli dersler ABD cenahı tarafından çıkarılmıştı. Böylece 60’larla beraber Afrika ülkelerinin birçoÄŸu siyasi bağımsızlıklarını elde ederken ekonomik olarak dev ÅŸirketleriyle Afrika ekonomisinde söz sahibi olan Batı ülkelerine bağımlı durumda kalıyorlardı.

Pan-Afrikanist liderler kendilerini “sosyalist” olarak tanıtırken IMF ve Dünya Bankası‘yla da anlaÅŸmalar yoluna gittiler. İkili oynayıp ABD ve Avrupa kapitalizminin de desteÄŸini alan Afrikalı egemen sınıflar içerideki sınıf mücadelelerini durduracaklarının garantisini verdiler. Zira Batı emperyalizminin esas olarak korktuÄŸu ÅŸey Afrika ülkelerinin SSCB’ye kayması ya da Pan-Afrikanist liderlerin devletçi politikaları deÄŸil, Afrikalı emekçilerin bu rezil yaÅŸam koÅŸullarına isyan ederek tüm bu pislikten kurtulmak için egemen sınıfın iktidarını yerle yeksan etme olasılığıydı. Çünkü bu yıllarda sınıf mücadelesi Afrika’da oldukça güçlenmiÅŸti ve ardı sıra kıtanın çeÅŸitli bölgelerinde, maden sektörü merkezli olmak üzere on binlerce işçinin katıldığı grevler patlak vermekteydi.

Kendi çıkarlarının sekteye uÄŸradığını gördüğü ülkelerde ABD, CIA eliyle darbeler örgütledi. Afrika sosyalizminin sınırları böyle çizilmiÅŸti: işçi sınıfının mücadelesini bastırmak, ya da bir askeri darbeyle aÅŸağı indirilmek. Afrika’daki sınıf mücadeleleri yalnızca Batı bloku ülkelerinin ve PanAfrikanist liderlerin eliyle sönümlendirilmedi. SSCB ve ABD arasındaki statüko iliÅŸkisine göre devrimler iki ülke için de tehlike teÅŸkil etmekteydi. Stalinizm dünyanın birçok yerine olduÄŸu gibi burada da Afrika sosyalistlerine burjuva hükümetlerine güven çaÄŸrısında bulundu ve dünyayı dönüştürebilecek bir devrimler silsilesine ihanet etti.

Pan-Afrikanist liderler devletçi politikalarla kendi çıkarlarını sağlamlaştırıp egemenliği kendi ellerinde toplamışlardı. Ancak SSCB daha çözülmeden önce bile ABD ve finansal kuruluşların dayatmalarıyla
serbest rekabetin önünü açan yapısal dönüşümler yine Afrikalı egemenler tarafından gerçekleÅŸtirildi. 70 ve 80’li yıllarda IMF’yle kimi anlaÅŸmalar imzalayan ülkeler SSCB’nin çöküşüyle ellerinde manevra olanağı kalmayınca yönlerini serbest piyasa kapitalizmine çevirdiler ve 90’larla beraber IMF’nin yapısal uyum programları tüm ülkelere dikte edildi. Böylece zaten oldukça yetersiz beslenen, yarıdan çoÄŸunun okuma-yazma dahi bilmediÄŸi Afrika halkları bu programlarla eÄŸitimin, saÄŸlığın paralı hale getirilmesini, ülkelerinin dev komünikasyon, ulaşım, madencilik ÅŸirketlerinin özelleÅŸtirilip Batılı ÅŸirketlerce devralınmasını izlediler. Angola gibi birçok ülkede suyun da ticarileÅŸtirilmesiyle içme suyu sıkıntısı ortaya çıktı. Afrika liderleri IMF’yle borç anlaÅŸmaları yapıp emekçilerin sosyal haklarına saldırırken aldıkları finansal yardımdan aslan payını da kendilerine ayırdılar ve emperyalistlerin desteÄŸini alarak işçilere karşı egemenliklerini saÄŸlamlaÅŸtırma yoluna gittiler.

Milyonlarca insan açlıktan ölürken onlar askeri harcamalara çok büyük kaynaklar ayırdılar. Tüm bunlar Afrika’daki ulusal kalkınmacı burjuva ideolojisinin görkemli çöküşünün emareleri oldular ve devrimci Marksistlere 21. yüzyılda sosyalist devrim stratejisi adına büyük dersler bıraktılar  Afrika’da bugün yaÅŸanan dramın kökenleri ancak emperyalizmin ve Afrika egemenlerinin politikaları çerçevesinde anlaşılabilir.

Kapitalizm zehirli oklarıyla Afrika halklarını bir borç yüküyle kendine köle etti ve aç bıraktı, ÅŸimdi de ölüp giden milyonlara karşı kılını dahi kıpırdatmıyor. Peki, Afrika halkları tüm bu sefil koÅŸullara karşı neden ayaklanmıyorlar? Geri kapitalist bir ekonomik temele sahip olma Afrika ülkelerinin genel özelliÄŸi. Dolayısıyla bu geri bırakılmışlık işçi sınıfının örgütsüzlüğünü, eÄŸitimsizliÄŸi ve bir dizi faktörü daha beraberinde getiriyor. Örgütsüz bir işçi sınıfının ise kapitalist barbarlık karşısında hiç ÅŸansı yok. Ancak Nijerya gibi kıtanın motor ekonomik gücü olan bir bölgede 2000’li yıllardan beri birçok genel grev örgütlendi. Bu durum sosyalist devrimi, “ne kadar ezilirsen o kadar baÅŸkaldırırsın” formülasyonuyla özetleyenlerin iddialarını çürütmek için de önem taşıyor. Afrika gibi fakirliÄŸin kol gezdiÄŸi bir kıtada dahi isyanlar ancak işçi sınıfının örgütlü olduÄŸu bölgelerde cereyan ediyor. 

Afrika ekonomik geriliğinin yanında örgütlü bir şekilde harekete geçebildiğinde düzenin surlarını temelinden sarsabilecek kuvvetli bir işçi sınıfına da sahip. Ancak örgütsüzlüğü dolayısıyla bu sınıf siyaset sahnesinden uzakta bırakıldı ve her türlü sömürü ve baskı koşullarına göğüs geriyor. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise ne geçmişte olduğu gibi burjuva ulusal kalkınmacı önderlerin inisiyatifine bel bağlamak ne de kaypak küçük burjuva unsurlara güvenmek.

Sürekli devrim perspektifiyle bakıldığında Afrika burjuvazisinin ne ulusal sorunları, ne tarım sorununu, ne açlığı ne iÅŸsizliÄŸi çözmeye muktedir olmadığı, bunları bizzat güçsüzlüğü nedeniyle ve bunun sonucu olarak emperyalist burjuvaziye kopmaz baÄŸlarla baÄŸlanmış olduÄŸu için yapamayacağı görülecektir. Burjuvazi geçmiÅŸte bunların hiçbirini gerçekleÅŸtiremedi, gerçekleÅŸtiremezdi de. Afrika işçileri, köylü kitlelerini kendi hegemonyalarında tıpkı Rus işçilerinin geçmiÅŸte yaptığı gibi düzenin yıkılması amacıyla seferber edip proleter enternasyonalizmi perspektifiyle devrimi yayma amacında mücadele ederlerse emperyalist kapitalizmin çok önemli bir ayağını kırmış olacaklar. Kapitalist vampir yüzlerce yıl Afrika’nın kanından beslendi ve onu yok edebilecek tek güç de geçmiÅŸte Togo’lu maden işçilerinin, 2000’lerde Nijerya işçilerinin gösterdiÄŸi üzere sınıf mücadelesi olacaktır. İşçiler baÅŸarılı oldukları anda kendi çıkarları gereÄŸi diÄŸer ülkelerin devrimci proletaryasına desteklerini sunacaklar; ilk elde Afrika Sosyalist Federasyonu‘ nun oluÅŸturulmasına ve dünyanın diÄŸer ülkelerindeki işçi sınıfına ulaÅŸmaya çalışacaklardır.

Etiketlendi: