Afganistan Bataklığına Yolculuk ve Göçmen Sorunu – Emre Güntekin
AKP iktidarının dış politikadaki yaklaşımını özetleyen bir cümle seçecek olsaydık, bu muhtemelen TRT’nin MİT güzellemesinden ibaret Teşkilat adlı dizisinin sosyal medyada dalga konusu olan “olmadığımız masa yok” repliği olurdu. Zira göreve geldiği günden bu yana iktidar etrafındaki çatışma alanlarının bir aktörü olma konusunda oldukça istekli davrandı. Bunun ilk örneği 2003 yılında, henüz tam muktedir olamadıkları bir dönemde muhalefetin de gücüyle geri püskürtülen 1 Mart tezkeresiydi. ABD’den gelecek maddi destek karşılığında Irak bataklığına koşar adım giden iktidara toplumsal muhalefet güçlü bir direnç göstermiş, bu durum iktidar içerisinde bile çatlak yaratmıştı.
Arap Baharı’nın ardından, koşulların içerde iktidar lehine değişmesiyle, rakiplerini ortadan kaldırdıkça, RTE neo-Osmanlıcı, altemperyalist hayallerinin peşinde ülkeyi iç savaşların, çatışma alanlarının ortasına sürükledi. Suriye, Libya ve son olarak Karabağ… uzar,gider. Neo-Osmanlıcı maceracılık koşullar elverdiği ölçüde sürdürülürken Batıcı-Avrasyacı kamplar arasında tükürdüğünü yalama şeklinde gitgellerle devam etti. Çatışma bölgelerindeki etnik-mezhepsel ayrışma içeriye taşındı, milliyetçi-şovenizm, ezilen halklara yönelik körüklenen düşmanlık, otoriterlik bu savaşların içerde kalan bakiyesi oldu.
İktidar bugünlerde ise ekonomik krizin yarattığı sıkışmanın etkisiyle ABD ile yeniden ilişkilerini geliştirmenin bedeli olarak Afganistan bataklığını ülke içerisine taşımakla meşgul. Elbette bu sözlerin hedefi Afganistan’daki Taliban ilerleyişinden kaçıp sığınacak yer arayan Afgan mülteciler değil. Zira ortada bir suçlu, öfkeyi yöneltecek bir hedef aranıyorsa bu ancak on yıllardır Afganistan’ı bataklığa dönüştürenler olmalıdır.
Çatışma alanlarına koşar adım giden iktidarın şu an en son umursadığı şeyse sınırları kontrol altında tutmak, göçmenler için doğru bir entegrasyon politikası uygulamak ve ülke içerisindeki göçmen nüfusa yönelik düşmanlığa karşı çareler üretmektir. AKP için göçmenler iki açıdan kullanışlı bir araç: Birincisi Erdoğan rejimi için AB ülkeleriyle ekonomik ve politik pazarlıklarda göçmen nüfus bir koza dönüştü. En ufak bir anlaşmazlıkta geçtiğimiz yıllarda gördüğümüz üzere göçmen nüfusun önü açıldı. Merkel ve Macron gibi AB’nin liberal-sağ hükümetleri için ülkelerinde ırkçı siyasal hareketlere malzeme teşkil eden göçmenlerin zapturapt altına alınması önemliydi ve Erdoğan bu konuda bir güvence oluşturuyordu.
Diğer taraftan, Türkiye’de göçmen nüfus ucuz işgücü cenneti yaratmanın adeta bir yapıtaşına dönüştü. Güvencesiz, emek yoğun çalışılan sektörlerde Türkiyeli patronlar için göçmen emeği zaman içerisinde önemli bir sömürü kaynağına dönüştü. Göç Araştırmaları Derneği’nin yayınladığı “İstanbul’un Hayaletleri: Güvencesizliğin kıyısında Afganlar” başlıklı raporu göçmenlerin güvencesiz ve zor koşullarda nasıl istihdam edildiğine ışık tutuyor. Bugünlerde bu ucuz işgücü cennetini yaratan iktidar ve sermaye yerine işsizlik gibi sorunların kaynağını göçmen nüfus olarak görmek ise toplumun örgütsüz geniş katmanları için otomatik bir refleks.
Egemen sınıflar onyıllardır örgütsüz emekçileri birbirine düşman ederek, daha fazla yoksulluğun getirdiği öfkeyi toplumun en savunmasız ve ezilen kesimlerine yönelterek ayakta kalıyor. Türkiye pandemi ile derinleşen ekonomik kriz süreci içinde debeleniyor, mültecilere yönelik düşmanlığın kaynağını burada görmek gerekiyor. Bir taraftan AKP için de işler hiç olmadığı kadar zorlaşmış durumda.Küresel emperyalist merkezlerden gelecek para akışına olan bağımlılık Afganistan’da olduğu gibi sonu olmayan karanlık yeni kuyulara gözü kapalı dalmayı gerektiriyor. Bir yandan da yoksuluğun ve özellikle işsizliğin bu denli arttığı bir dönemde yeni göçmen akınlarının sebebi olan politikalar özellikle yoksul-muhafazakar mahallelerde iktidar desteğini de zayıflatıyor. AKP karşısında muhalefetin ana söylemlerinden birinin göçmen karşıtlığı olmasının temelinde bu pragmatik çıkarlar yatıyor.
Dikkat edilecek olursa son dönemde taciz, tecavüz, gasp gibi olaylarla göçmenler aynı cümle içerisinde daha fazla telaffuz edilmeye başlandı. Bu durum da şaşırtıcı değil. Zira iktidarın böyle bir ön kabulün oluşumuna engel olmak gibi bir derdinin olmadığı da ortada. Bir noktadan sonra bu durum ülkedeki sorunların temelinde yatan iktidar politikalarını tartışmayı da olanaksız hale getirmektedir. İşin trajik yanı burjuva muhalefetin de göçmen düşmanlığının oluşumuna ideolojik olarak eşlik etmesi kendisini muhalif olarak kodlayan kesimlerin de göçmen düşmanlığı girdabına yakalanmasını kolaylaştırmaktadır.
Mevcut veriler Afganistan’dan gelen göç dalgasının yeni olmadığını ortaya koyuyor. Son yıllarda 300 bini aşkın Afgan mültecinin Türkiye’ye geldiği biliniyor. Van Barosu İltica ve Göç Komisyonu Başkanı Jindar Uçar da “kentlerinde yıllardır bu göçün yaşandığını, bazı gazetecilerin sınırdan geçişleri görüntülemesiyle birlikte bunların sosyal medyada yayıldığını, ‘Büyük Afgan göçü başlıyor mu?’ sorusu üzerine toplumun gözünü buraya çevirmesiyle bir anlamda konunun popülerleştiğini” ifadeleriyle konunun yeni olmadığını vurguluyor.
Göç İdaresinin yıllara göre verileri de bunu doğruluyor:
Elbette bu durum yeni göç dalgasının bu denli gündemde yer tutmasını iktidarın Afganistan politikasıyla ilişkilendirmeyi zorunlu kılıyor. Bu göç dalgası, tıpkı Suriye örneğinde olduğu üzere, Taliban’dan gelen ılımlı uyarılara rağmen Afganistan bataklığına koşar adım ilerleyen iktidarın yeni ideolojik kılıfı haline gelebilir.
Erdoğan’ın “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok. Daha iyi anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum” sözleri Pakistan istihbaratı desteği ve Katar finansmanıyla büyüyen Taliban ile Türkiye’nin anlaşabileceğine işaret etse de Afganistan bataklığından kolay kolay çıkılamayacağını on yıllardır süren çatışma göstermiştir. Suriye bataklığında dans etmeye çalışmanın bedelini Türkiye halkları katliamlarla ve ülke içindeki otoriterleşmeyle fazlasıyla ödedi. Suriye İç Savaşı’ndaki maceracı heveslerin bedeli çatışmanın süreklileşmesi ve derinleşmesi oldu. Aynı senaryonun Afganistan için de gerçekleşmesi kaçınılmaz. Çözümün bir ayağı göçmen nüfusa yönelik düşmanlığı köpürtmek yerine bu durumu sorgulamaktan geçmektedir. Afganistan krizinde doğru tavır emekçileri birbirine düşürecek milliyeçi-kutuplaştırıcı söylemden değil, ABD’nin karakolu olarak Türkiye’nin Afganistan’da işgalci bir güç olarak bulunması karşısında iktidara yönelik söylemden geçmektedir.