Nükleer Santral Tartışmasında Marksistler Ne Diyor?

Ferit Eren – (22.03.11)
Japonya’da yaşanan 9.0 şiddetindeki depremin ardından Fukuşima nükleer santralindeki reaktörlerden ciddi oranda radyasyon sızmasıyla, yaşananların ikinci Çernobil olması olasılığının yarattığı korku tüm dünyayı kapladı. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler üretimi durdurup kendilerine olan tepkiyi azaltmayı amaçlıyorlar. Üretimi durdurmaları ama santralleri kapatmamaları, Japonya’daki olay unutulunca tekrar üretime başlayacaklarının ve eski tas eski hamam devam edeceklerinin habercisi.
Şimdi akademisyenlerin, medyadaki bazı tayfanın, kimi çevrecilerin hükümetlere nükleer santrallerin kapatılması konusunda baskı yaparken sistemin işleyişini gözden kaçırmakla ne kadar büyük bir hata yaptıklarına dikkat çekelim. Emperyalist kapitalist sistemde bugün nükleer santrallere karşı samimi bir duruş düzeni toptan karşımıza almayı gerektirecektir. Çünkü nükleer enerji konusunda ulus devletler arasında müthiş bir kapışma almış başını gidiyor. Bu rekabetin engellenmesi mümkün değil. Kar etmekten, sermayeyi büyütmekten başka hiçbir arzusu ve kaygısı olmayan bir üretim biçimini konuşuyoruz.
Dönemsel felaketlerin faturasını zaten devletler şirketlerin üzerinden alıp emekçi halkın üstüne yıkmak konusunda uzmanlaştılar. Atıkların depolanması da umursanmıyor, denize döküldükten, toprağa gömüldükten sonra atığın doğaya vereceği geri dönülmez zarar kimin umurunda? Güvenlik tedbirlerinin yarattığı maliyet de şirketler tarafından minimize edildiğinde nükleer enerji üretiminin kapitalistler için oldukça ucuz olduğu görülüyor. Çünkü hammadde maliyeti, diğer enerji üretim biçimlerinin aksine oldukça sınırlı. Nükleer enerjiyi avantajlı kılan da bu. Maliyet hesaplarına dair şöyle bir veri var elimizde: “ Nükleer Enerji Enstitüsü’nün (NEI) 2008 yılında tesis kurulum maliyetlerini dikkate almadan yaptığı hesaplamalara göre, ABD’de 1 kw elektrik üretmenin maliyeti, nükleer enerji ile yaklaşık 2 cent (100 cent = 1 ABD Doları) iken kömür ile 3.5 cent, doğalgaz ile 8 cent, petrol ile 18 cent düzeyinde gerçekleşmiş.”  (Metin Ercan, 19.03.11 Radikal)
İşte bu yüzden her kim nükleer enerji konusunda çevreyi ve insan hayatını yüceltir, emperyalist yarışta önemli bir silahtan da yoksun kalmış olur. Büyük bir kapitalist güç haline gelmede enerji hayati bir etken. ABD dünyanın bir ucundan neden sürekli Ortadoğu’nun bir ülkesini bombalıyor sanıyoruz? Nükleer enerji, petrol gibi pahalı bir enerji kaynağının yanında enerjiye açlık duyan büyük kapitalistler için bulunmaz nimet. Dünyada şu an 30 ülkede 442 nükleer santralin faaliyette olduğu, 60 tanesinin de yolda olduğu söyleniyor.
Nükleere yöneliş 1970’lerden itibaren hız kazandı. OPEC petrol krizinin ardından enerji ithalatına bağımlı ülkeler nükleer enerjiyi gündemlerinin baş sıralarına koydular, 1973-1988 yılları arasında nükleer araştırmalar için 100 milyar sterlin harcandı. Böylece hem görece pahalı olan petrol gibi bir hammaddeye olan bağımlılıklarını daha azaltmayı hedeflediler, hem de petrol fiyatlarının dalgalanmalarından kendilerini bir ölçüde koruma amacı güttüler.
Nükleere yönelişin bugünkü en iyi örneğini ise Çin, Hindistan gibi yükselişteki ülkeler oluşturuyor. Bu ülkelerin günden güne büyüyen sanayileri enerjiye çok büyük ihtiyaç duyuyor. Boşuna değil Çin’in Latin Amerika’da, Afrika’da yatırımlar yapması, bir şarkıdır tutturmuş gidiyorlar: Aman petrol canım petrol! Ama petrol de yetmiyor. Muazzam bir hızla sanayileşen Çin, var olan on nükleer santralin sayısını artırmak istiyor. Dahası sadece bu ülkeler değil, petrole sahip olanlar bile nükleer enerji rekabetine girişmiş durumda.
Hükümetleri ikna etmek için kullanılan bir diğer iddia da nükleer enerjinin dünya çapındaki enerji üretiminin çok az bir kısmını karşıladığı, dolayısıyla vazgeçilebilir olduğu yönünde. Nükleer santrallerle üretilen enerji, dünya elektrik üretiminin %14’ünü oluşturuyor. Türkiye’deki santrallerin ise ülkenin elektrik ihtiyacının %5’ini karşılayacağı söyleniyor. Ama bu %5’ten vazgeçin demek, sistemin doğasından da hiçbir şey anlamamak demek. Nükleer santrallere bu istatistiği veri alarak karşı çıkamayız, kapitalistler o %5’i bile kolay kolay bırakmazlar. “Biraz radyasyon iyidir” derler, ya da Özal gibi “radyoaktif çay daha lezzetlidir” buyururlar, hiç olmadı Tayyip Erdoğan gibi tüp gazın patlama riskiyle, bütün bir canlı yaşamını tehdit eden nükleer felaketi bir tutarlar, o da olmadı Kenan Evren gibi “radyasyon kemiklere yararlıdır” derler… Ama nükleerden vazgeçmezler!
Çünkü, maliyet faktörünün yanında nükleer santraller aynı zamanda askeri bir amaca da hizmet ediyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız: “Mahallenin delisi biz miyiz? Dünyada halen 440 nükleer santral işletiliyor. Onlar kapatma kararı mı aldılar?“(1) derken sonuna kadar haklı. Türkiye, emperyalist bir güç olarak yükselişini sürdürmek istiyorsa nükleer santralleri askeri amaçları için de kullanmak zorunda. Bu yüzden, nükleer meselesi emperyalist rekabetten bağımsız bir olgu olarak alınıp salt içerisinde barındırdığı tehlikeler dolayısıyla insan yaşamına yönelttiği tehditlerle değerlendirilemez. Nükleer enerji olgusu askeri rekabetten ve emperyalist saldırganlıktan bağımsız bir olgu değildir.
Nükleer santrallerin neden olduğu facialar artık cümle alem tarafından bilinir hale geldi. Binlerce ölüm, sakatlıklar, kanser, doğanın hiçe sayılması… Almanya gibi gelişmiş bir kapitalist ülkede dahi santrallere yönelik güvenlik önlemleri maliyeti artıracağı gerekçesiyle alınmıyor, nükleer atıkların nereye konacağı hala bilinmiyorsa, Çin gibi Hindistan gibi çevreyi canavarca katleden devletlerin halini siz düşünün. Almanya Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir’in belirttiğine göre “Çekirdek erimesi tehlikesi olmayan tek bir nükleer santral yok dünyada. Hiçbir sigorta şirketi nükleer santralları sigorta etmeye yanaşmıyor.”(2) Sigorta şirketleri bile nükleere hiç bulaşmıyorsa bir bildikleri var demektir.
Peki nükleer santraller konusunda işçi sınıfının tavrı nasıl olmalı? Öncelikle işçi sınıfının hiç de öyle “her türden” teknoloji kullanımına karşı olmadığını belirtmekle başlayalım. Enerji kaynaklarının geliştirilmesi maddi yaşamın yeniden üretimi için büyük önem taşıyor. Sosyalizmde de mevcut enerji kaynaklarının geliştirilmesi, yeni kaynakların bulunup kullanılması için çalışmalar yapılacak.Ama sermaye sınıfının ideologlarının, her daim enerji ihtiyacının artıyor olmasından dem vurmasını da sorgulamak zorundayız. Bu kadar enerjiye kimin ihtiyacı var? Bu enerji insan yaşamını daha da geliştirmek için mi kullanılıyor yoksa “büyüme oranları”nın dayattığı bir zorunluluk mu bu artan enerji ihtiyacı?
Burjuva ideologlar üretici güçler sorununa yaklaşırken büyüme oranlarını, kar oranlarını düşünürler, Marksizm ise “insan”ı merkeze koyar. “Bir hümanizm biçimi olarak Marksizm, böyle hususlarda insanlığı değer standardı yapar. İnsan dışı çevreye yapısal değer yüklenmesini yadsır. Değerler insani bir fenomendir.”( Sean Sayers, Marksizm ve İnsan Doğası sf:237) Nükleer santral meselesine de bu perspektiften bakmak gerekiyor. Nükleer santraller insanlık için ne ifade ediyor? Kendimize sormamız gereken soru şu: Dizginsiz bir enerji üretimi için rekabet mi; yoksa insan sağlığını, yaşam alanlarımızı, doğayı hiçe sayan nükleer santrallere karşı çıkmak mı?
 “Belli bir üretim biçimi çevreyi ve bizzat insan yaşamının olabilirliğini tehdit ederse, o zaman bu bakımdan değerli değildir ve engellenmelidir.”( Sayers, age sf:237) İşte bu yüzden, nükleer enerjinin gelecekte kurulacak olan toplumda yeri yoktur. Kapitalistlerin sınırsız enerji ihtiyacının ortadan kaldırmış olan sosyalist toplumda doğanun yıkımının önünde durmak aciliyettir. Bugünden başlamak üzere yenilenebilir ve temiz enerji için kapitalistlere baskı yapmak bir sınıf mücadelesi alanıdır. Rüzgar ve güneş enerjisinin maliyetini karşılamak istemeyen ve karbon yakıtlara bağımlı biçimde işleyen kapitalist ekonomiyi yok etmek, önümüzü açacaktır.
ETİKETLER