Enflasyon Nedir, Neden Olur ve Kimin İşine Yarar? – Davud Caner B.

Enflasyon Nedir, Neden Olur ve Kimin İşine Yarar? – Davud Caner B.

 

Türkiye’de enflasyon, neredeyse herkesin gündeminde. Sermaye çevreleri “güven ortamı zedelendi” derken, popüler ekonomi yorumcuları bu durumu “yanlış faiz kararları” ve “Merkez Bankası’nın bağımsız olmaması” gibi teknik gerekçelerle açıklıyor. Muhalefet de bu söyleme paralel biçimde, tartışmayı büyük ölçüde para politikasının doğruluğuna ya da yanlışlığına indirgemeye çalışıyor.

Ancak tüm bu açıklamalar ortak bir sessizlik içeriyor: Enflasyonun sınıfsal doğası.

Fiyatlar neden artar? Kim bu artışı belirler, kim bundan faydalanır, kim zarar görür? Bu sorular genellikle yanıtsız kalır. Oysa enflasyon, yalnızca yanlış kararların ya da geçici ekonomik şokların değil, kapitalist üretim tarzının kendine özgü işleyişinin bir ürünüdür.

Kapitalist sistemde enflasyon, krizi çözmenin değil, krizin faturasını aşağı sınıflara yıkmanın bir biçimi olarak işler. Fiyatlar serbest bırakılır, ücretler baskılanır, temel tüketim maddeleri zamlanır, dolaylı vergiler artar. Bu tablo, yalnızca bir ekonomik dengesizlik değil; bir sınıf tercihidir. Enflasyon, bu anlamda, sınıflar arası bir yeniden bölüşüm aracıdır (Köymen, Sermaye Birikirken).

Bu yazının iddiası şudur: Enflasyon ne teknik bir arıza ne de aşırı talebin sonucudur. O, kapitalist bir rasyonalitenin ürünüdür. Ve çözümü de ancak bu düzenin mantığını teşhir ederek mümkündür.

Kapitalist Para Sistemi: Değerden Kopuşun Hikâyesi

Kapitalist toplumda para, yalnızca bir alışveriş aracı değildir. O, üretim ilişkilerinin ve toplumsal güç dengelerinin maddi ifadesidir. Marx’a göre para, “toplumsal üretim ilişkilerinin bir sonucudur; ama bu ilişkiler, para biçimi altında kendi başlarına egemenlik kurar” (Marx, Kapital Cilt 1, Para Üzerine). Bu egemenlik, paranın soyut biçimiyle toplumsal gerçeklik arasında bir kopuş yaratır. Değerin kaynağı emek olsa da, piyasada değerin temsilcisi artık metaların kendisi değil, paradır.

Para, sermaye hâline geldiği andan itibaren, değer yasasının sınırlarını zorlamaya başlar. Üretimin amacı, ihtiyaçları karşılamak değil; değerin kendisini büyütmektir. Bu büyüme süreci, giderek soyutlaşan parasal biçimler içinde gerçekleşir: kredi, banka parası, tahvil, türev ürünler… Paranın değerle olan maddi bağının gevşemesi, fiyat düzeylerini de doğrudan etkiler. Artık fiyatlar, üretim maliyetlerinden değil; beklentilerden, spekülasyondan ve krediden etkilenir.

Bu soyutlaşma süreci, kapitalistlerin sıklıkla başvurduğu bir yanılgıyı da besler: talep artarsa fiyatlar artar, arz artarsa düşer. Ne var ki kapitalizmde üretim, ihtiyaçlara değil; kârlılık oranlarına göre şekillenir. Bu yüzden piyasa canlılığı, fiyatların düşmesini değil, çoğu zaman artmasını beraberinde getirir. “Talep enflasyonu” olarak adlandırılan olgu, aslında kâr oranları garanti edilmeden arzın artırılmaması gerçeğinin üstünü örter.

Ayrıca, durgunluk dönemlerinde dahi fiyatların arttığı örnekler (örneğin Türkiye’de 2018 sonrası yaşanan stagflasyon) bu ilişkinin çelişkili doğasını gösterir. Sermaye, daralan talep koşullarında kâr oranlarını korumak için fiyatları yukarı çeker; maliyetleri emekçiye yıkar. Üretim düşer ama fiyatlar artar. Bu nedenle enflasyon, yalnızca ekonomik canlılığın değil, sınıfsal pozisyonların bir sonucudur.

Değer yasasının işleyişi bozulduğunda, fiyat mekanizması sermaye tarafından manipüle edilen bir araç hâline gelir (Ben Fine & Saad-Filho). Dolayısıyla fiyatların artışı, yalnızca “talep fazlası”yla değil, sermayenin toplumsal konumuyla ve sistemin çelişkileriyle açıklanmalıdır.

Kredi, Borç ve Fiktif Sermaye: Enflasyonun Maddi Temeli

Kapitalist ekonomilerde para, sadece dolaşan bir değişim aracı değil; aynı zamanda gelecekte yaratılması umulan artı-değerin bugünden pazarlanması anlamına gelir. Kapitalist üretim süreci, yalnızca mevcut sermayeyle değil, henüz gerçekleşmemiş değerlerin bugüne çekilmesiyle işler. Bu durum, paranın fiziksel sınırlarını aşmasını ve finansal soyutluklar içinde genişleyerek fiktif sermaye biçimini almasını sağlar.

Kredi-paranın yaygınlaşması, paranın kıymetli metal niteliğinden uzaklaşmasına ve giderek maddi değerle olan bağının kopmasına yol açar. Bu kopuş, enflasyonun maddi zeminini oluşturur; çünkü artık dolaşımdaki para miktarı, üretimle değil, beklentiyle, kârla ve finansal spekülasyonla belirlenmektedir (Lapavitsas). Paranın üretim süreciyle bağının zayıflaması, fiyatların yükselmesiyle sonuçlanan yapısal bir enflasyon sürecini tetikler.

Borçla genişleyen ekonomi, ilk bakışta bir refah görüntüsü yaratır. Bankalar kredi dağıtır, şirketler yatırım yapar, hanehalkı harcamalarını artırır. Ancak bu genişleme, üretim kapasitesine değil, gelecekte elde edilmesi umulan gelirlere dayanır. Böylece sistem içten içe şişmeye başlar. Üretimle örtüşmeyen parasal genişleme, fiyatlar genel düzeyinde artış yaratırken, arkasında gerçek bir değer bırakmaz.

Bu noktada, üretimin toplumsal temellerinden uzaklaşan kredi sisteminin yarattığı dengesizlikler, enflasyonun ve borç krizlerinin kaçınılmaz zeminini hazırlar (Brenner). Çünkü krediyle yaratılan parasal bolluk, değer yaratımına dayanmadan piyasayı şişirir; bu şişkinlikse sonunda geniş halk kesimlerinin sırtına binen fiyat artışları olarak geri döner.

Üstelik kredi sistemi yalnızca borçla değil, beklentiyle işler. Bankalar, gelecekteki kâr potansiyeline dayanarak kredi verir; sermaye sahipleri, henüz gerçekleşmemiş artı-değere dayanarak yatırım yapar. Bu durum, finansal sistemin üretim süreciyle bağını daha da zayıflatır. Bankaların kredi genişlemesiyle yarattığı para artık üretimle değil, yalnızca kâr beklentisiyle ilişkilidir (Lapavitsas). Böyle bir düzende fiyatlar, üretim maliyetlerinden değil, finansal dalgalanmalardan etkilenir.

Bu yapay refah, bir kriz anında aniden dağılır. Gerçek sınıfsal bölüşüm, artan fiyatlar ve eriyen ücretlerle kendini gösterir. Enflasyonun kaynağı, ne yalnızca tüketici talebi ne de para politikasıdır; sermayenin üretim dışı alanlara kayarken kendine alan açtığı finansal şişkinliktir.

Kısacası, krediyle dönen ekonomi üretim değil, hayal satar. O hayallerin bedeli ise, ertesi gün ekmek fiyatı olarak geri döner.

Enflasyon Kim İçin Ne Anlama Gelir?

Enflasyon, egemen ekonomi politikalarında genellikle teknik bir sorun gibi ele alınır. Tüketici fiyat endeksindeki artış, para arzının genişlemesi, kur şokları ya da faiz kararlarının yan etkisi olarak tarif edilir. Ancak bu açıklamalar, enflasyonun toplumun farklı sınıfları üzerindeki etkilerini görünmez kılar. Çünkü enflasyon yalnızca bir ekonomik olgu değil, gelirin sınıfsal olarak yeniden dağıtılmasının da bir aracıdır.

Sermaye açısından enflasyon, üretim dışı değer aktarımını kolaylaştıran işlevsel bir mekanizmadır. Borçlar reel olarak küçülür, ücret artışları enflasyon karşısında erir, fiyatları belirleme gücüne sahip olanlar maliyetleri tüketicilere yansıtır. İşverenler, fiyatları artırarak maliyet baskısını telafi ederken, aynı anda ücret zamlarını baskı altında tutabilir. Böylece enflasyon, kâr marjlarını korumanın ve hatta büyütmenin bir yolu hâline gelir.

Buna karşın emekçiler, enflasyon karşısında savunmasızdır. Ücretler çoğu zaman fiyat artışlarının gerisinde kalır; sabit gelirli kesimlerin alım gücü erir, tasarrufları yok olur. Özellikle örgütsüz, güvencesiz çalışanlar için bu süreç doğrudan yoksullaşma anlamına gelir. Yüksek enflasyon dönemlerinde işçi sınıfının satın alma gücü hızla düşerken, fiyatları belirleme yetisine sahip olan sermaye sınıfı konumunu korur (Köymen).

Üstelik bu süreç yalnızca piyasa içi ilişkilerle sınırlı değildir. Devletin bütçe açıklarını kapatma yöntemleri de enflasyonun sınıfsal karakterini daha da belirginleştirir. Gelir vergisi gibi doğrudan vergiler sınırlı kalırken, KDV, ÖTV gibi dolaylı vergiler artırılır. Bu vergiler tüm toplumdan aynı oranda değil, tüketim kalıplarına bağlı olarak en çok yoksullardan tahsil edilir.

Devlet böylece enflasyonu, hem borç yükünü reel olarak hafifletmek hem de bütçeyi yeniden dengelemek için bir araç olarak kullanır. Bu durum, enflasyonun yalnızca ekonomik değil, mali ve siyasi bir tercih olduğunu da gösterir. Çünkü dolaylı vergilerin artırılmasıyla birlikte, ücretlilerin maaşlarından yapılan kesintiler de en güvenli gelir kaynağı hâline gelir. Devlet, açıklarını en hızlı ve garantili şekilde emekçilerin cebinden kapatır.

Özetle: Enflasyonun teknik sebeplerinden söz etmek, yalnızca yüzeyi anlatır. Derinlerde ise işleyen şey, emek ile sermaye arasındaki ilişkinin yeniden yazılmasıdır. Enflasyon, bir yandan sermayeye kâr aktarımını sürdürmenin, diğer yandan emeğin toplumsal payını daraltmanın aracına dönüşür.

Finansallaşma ve Görünmezleşen Kriz

Kapitalizm, krizlerini görünmez kılmakta ustadır. Reel üretimden koparak finansal araçlar üzerinden büyüyen bugünkü ekonomi, bu görünmezliğin en gelişmiş halidir. Krediler, tahviller, döviz işlemleri, borsa rallileri… Sermaye artık emeği sömürerek değil, borcu şişirerek büyümek ister. Ama bu “görünmez büyüme” krizi ortadan kaldırmaz; yalnızca onu ertelemenin ve emekçilere hissettirmeden derinleştirmenin bir yoludur.

Sistem, üretmeden zenginleşmek ister. Paranın kendisi bir yatırım aracına dönüşür. Bu durumda fiyatlar artık maliyetle ya da üretimle değil; beklentiyle, spekülasyonla, krediyle belirlenir. Enflasyonun kaynağı da tam buradadır: gerçek değere dayanmayan bir parasal genişleme.

Yaratılan sahte refah, bir noktada patlar. Üretimle bağı olmayan para şişkinliği bir yerde boşalmak zorundadır. O boşalma da enflasyon olarak halkın cebine yansır. Bankalar kârlarını korur, şirketler fiyatlara zam yapar ama işçinin maaşı aynı kalır. Spekülasyonla büyüyen servet, geçimlik gıdanın fiyatına yansır.

Bu düzende kriz, ekranlara düşmeden önce çoktan başlamıştır. Kriz, ekranlara düşmeden önce market raflarına düşer.

Sonuç

Enflasyon, teknik bir sapma ya da yönetim hatası değildir. O, kapitalist düzenin krizlerini aşağı sınıflara havale etme yöntemlerinden biridir. Fiyatlar yükselir, ücretler geride kalır, vergi yükü geniş halk kesimlerine kaydırılır. Tüm bunlar bir “ekonomik arıza” değil, sistemli ve bilinçli tercihlerle oluşur. Çünkü kapitalizm, krizlerini çözmek için değil, yönetmek ve yönlendirmek için vardır ve bunu da her defasında emekçilerin sırtına basarak başarır.

Bugün Türkiye’de izlenen ekonomi politikası da farklı değildir. Faiz artırımıyla sıcak para çekme çabası, bütçe disiplinini sağlama bahanesiyle sosyal harcamaların budanması, dolaylı vergilerin artırılması… Bunların her biri, “sermaye güveni”ni artırmaya dönük sınıfsal tercihlerdir.

Bu tercihler enflasyonu durdurmaz; olsa olsa kâr oranlarını korur, borçların reel yükünü hafifletir, sermaye için istikrar sağlar. Ama işçi sınıfı için, bu politikaların anlamı daha pahalı bir ekmek, daha düşük reel ücret ve daha zor ulaşılan kamu hizmetleridir.

Bugün tartışılması gereken şey, enflasyonun nasıl düşürüleceği değil; bu sistemin neden hep aynı kesimi yoksullaştırarak ayakta kalmaya çalıştığıdır. Kriz teknik değil, sınıfsaldır. Ve çözüm de teknik önlemlerle değil, sınıf mücadelesinin yeniden güç kazanmasıyla mümkündür.

Kaynakça

Brenner, Richard & Pröbsting, Michael. Marksist Kriz Teorisi ve Kredi Krizi. Çev. Senem Çakmak Şahin – Aslı Şen Taşbaşı. Yordam Kitap.

Fine, Ben & Saad-Filho, Alfredo. Marx’ın Kapital’i. Çev. Nail Satlıgan. Yordam Kitap.

Harman, Chris. Zombi Kapitalizm. Çev. Ali Çakıroğlu. Marx-21 Yayınları.

Itoh, Makoto & Lapavitsas, Costas. Para ve Finansın Ekonomi Politiği. Çev. Tuncel Öncel. Yordam Kitap.

Köymen, Oya. Sermaye Birikirken. Yordam Kitap.

Marx, Karl. Kapital Cilt 1–3. Çev. Mehmet Selik (Cilt 1–2), Yavuz Alogan (Cilt 3), Kavram Editörü: Nail Satlıgan. Yordam Kitap.

 

 

CATEGORIES

COMMENTS

Wordpress (0)
Disqus ( )