Almanya’da AfD’nin Seçim Zaferi: Aşırı Sağın Önü Nasıl Açıldı? – Emre Güntekin
Almanya’da Pazar günü Thuringen ve Saksonya eyaletlerinde yapılan seçimler de AfD (Almanya için Alternatif Partisi) önemli bir başarı yakalarken, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez aşırı sağcı bir parti seçim zaferi yaşamış oldu. Avrupa basınında 1924 yılında Nazilerin Thuringen’de seçimleri kazanmış olmasına dair çokça atıf mevcut. AfD, Thuringen’de oyların % 33’ünü alarak birinci parti olurken, Saksonya’da ise % 30’unu elde etmeyi başararak Hristiyan Demokrat Parti (CDU)’nun ardından ikinci sırada yer aldı. Die Linke (Sol Parti)’den kopan Sahra Wagenknecht’in liderliğini üstlendiği ve geçtiğimiz yılın Eylül ayında kurulan BSW (Bündnis Sahra Wagenknecht – Sahra Wagenknecht İttifakı) ise her iki eyalette de üçüncü sırayı aldı. BSW Thuringen’de % 15,8, Saksonya’da ise % 12 oy oranına ulaştı.
İktidardaki sosyal demokrasiden gelen ilk açıklamalar bunun bir “şok etkisi” yarattığını gösterse de, mevcut sonucun göz göre göre geldiği konusunda şüphe yok. Avrupa genelinde olduğu gibi Almanya’da da merkez sağ ve sol aktörlerin kitleleri ikna etme kabiliyetleri yerlerde geziyor. Her iki eyalette de iktidar koalisyonunu oluşturan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Yeşiller ve Hür Demokrat Parti (FPD)’nin aldığı oylar seçmenin bu partileri cezalandırmayı tercih ettiğini gösteriyor.
İktidardaki partilerin AfD’nin yükselişi karşısında yapabilecekleri sınırlı, hatta seçim sonuçlarında öne çıkan partilere çağrı yapmaktan öteye geçemiyor. Şansölye Scholz sonuçların açıklanmasının ardından “Tüm demokratik partilerin, aşırı sağcıları içermeyen istikrarlı hükümetler kurması gerekmektedir. Ülkemiz bu sonuçlara alışamaz ve alışmamalıdır. AfD Almanya’ya zarar veriyor. Ekonomiyi zayıflatıyor, toplumu bölüyor ve ülkemizin itibarını yok ediyor.” sözleriyle diğer partilere seslenmeyi tercih etti. Bu aşırı sağın yükselişini durdurabilir mi? Daha doğrusu sorunun kaynağı olanlar, tıpkı Fransa’da da bir örneğini gördüğümüz üzere, çözümü bulabilir mi? Saksonya ve Thuringen’de burjuva siyasetinin hokkabazlıklarıyla, yine Fransa’da olduğu gibi, AfD olmadan elbette oluşturabilirler; ancak aşırı sağ artık toplumsal bir gerçekliğe sahip ve mevcut koşullar ve aktörler değişmeden bu gerçekliğin ortadan kalkacağını düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Dolayısıyla Avrupa’nın merkez ülkelerinde ve bunların başında gelen Almanya’da aşırı sağın yükselişinden şok olmanın bir anlamı bulunmuyor. Gelinen noktada AfD’nin Thuringen eyaletindeki lideri olan ve daha önce iki kez Nazi sloganını kullanmaktan yargılanan Björn Hacke gibi isimlerin; yıllardır emekçileri canından bezdiren neoliberal saldırıların uygulayıcısı, emperyalist savaşların kışkırtıcısı sözde muteber ve “demokrat” burjuva politikacılarından daha güvenli bir seçenek olarak görünmesine yol açıyor.
AfD’nin yükselişi geleneksel partileri özellikle göçmen sorunu gibi aşırı sağın meze olarak kullanmayı sevdiği konularda onların retoriğini kullanmaya iterken, toplumdaki sağcılaşmanın da hızlanmasına yol açıyor. Seçimden üçüncü olarak çıkarak kendi adına başarı kazanan Sahra Wagenknecht bile soldan bu kampanyanın bir parçası haline gelmekten kaçınmamıştı. 23 Ağustos’da IŞİD üyesi bir Suriyelinin Solingen kentinde 3 kişinin ölümü, 8 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırısı göçmen sorununa dair tartışmaları da tekrar alevlendirmişti.
Neoliberalizm hemen her anlamda bir tıkanma yaşıyor. Almanya’da yapılan bir anket toplumda en büyük problemin göçmen sorunu, enerji fiyatları, savaş ve ekonomi olduğunu gösterirken; bunların hepsi birbirleriyle neden sonuç ilişkileriyle bağlı konular. Almanya, sembol markalarından Volkswagen’in bile ülkede fabrika kapatarak küçülmeye gitmeyi düşündüğü bir dönemden geçerken bugüne kadar neoliberal politikaların bayraktarlığını üstlenen SPD ve CDU gibi partilerin, zaman zaman da federal ve bölgesel koalisyonlarda bunlara eklemlenen Yeşiller ve Die Linke gibi “sol” aktörlerin emekçilerin karşı karşıya kaldığı sorunlara mevcut çözüm üretemeyeceği inancı derinleşiyor.
Eyalet seçimlerinde görüldüğü üzere Ukrayna ve Filistin gibi uluslararası konular artık Almanya’nın iç siyasetinin de başat konularından biri ve seçimlerde de belirleyici bir rol oynuyorlar. AfD, Ukrayna meselesinde Almanya’nın Zelenski rejimi lehine ağırlık koymasına ve verilen askeri desteğe açıkça karşı çıkıyor. Almanya, Ukrayna’ya ABD’den sonra en çok silah desteği sağlayan ülke. Haziran ayında Zelenski alman parlamentosunu ziyaret ettiğinde her iki partinin milletvekilleri protestoda bulunmuş ve meclisi terk etmişti. Dahası mevcut koalisyon Almanya’da 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük silahlanma programını başlatarak önceliğini emperyalist rekabet içerisinde NATO blokunun çıkarlarını korumaya verdiğini göstermişti. İktidar koalisyonunu oluşturan partilerin çöküşünde özellikle Filistin halkına karşı yürütülen soykırıma açık çek sunulması ve İsrail karşıtı protestoların sert bir şekilde bastırılması da önemli bir etken. Zira Nazi geçmişin getirdiği mahcubiyete sığınarak hemen her Filistinle dayanışma hareketini antisemitizmle ilişkilendirmek toplumda işlemiyor; aksine İsrail’in Ortadoğu’da bu kadar pervasız bir şekilde soykırım uygulaması ve Alman egemen sınıfının Siyonizmin en azılı destekçilerinden biri olması öfkeyi büyütüyor.
Bütün bunların etkisiyle özellikle genç kuşağın ve yoksul emekçilerin AfD’ye doğru yaşadığı kayış bu seçimde daha da belirgin hale geldi. Sandık çıkış anketlerine göre Saksonya’da 18-24 yaş arası seçmenin yüzde 31’i, Thuringen’de 18-24 yaş arası seçmenin yüzde 37’si, bu eyaletlerde yaşayan düşük gelirli seçmenin yüzde 50’si AfD’ye oy verdi.
AfD’nin seçim başarısı kazandığı her iki eyaletin de eski Doğu Almanya sınırları içerisinde kalması ayrı bir çarpıcı nokta. Almanya Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından fiziken birleşse de, duvarı ruhen ayakta tutan toplumsal koşullar varlığını koruyor. 40 yılı aşkın bir süre boyunca Stalinizmin baskısı altında yaşayan Doğu’ya; duvarın yıkılışı sözde hür dünyanın nimetlerini ve sınırsız bir özgürlüğü getirecekti. Fakat aradan geçen on yıllarda Doğu Almanya’da yaşayan halk için neoliberal kapitalizm işsizlik ve yoksulluktan başka birşey getirmedi. İki taraf arasındaki maddi eşitsizliğin kapanması mümkün olmadı. 2010’lu yılların başlarında Doğu’da yükselen hoşnutsuzluk Die Linke’nin Alman siyasetinde yükselişinin önemli bir nedeniydi. Fakat Die Linke’nin sınıfın dertleri yerine kimlik politikalarını öncelemesi, sokaktaki tepkiyi sırtlanmak yerine politikalarını seçim sandığına hapsetmesi, daha da ileri giderek koalisyon ortağı olduğu eyaletlerde özelleştirmelerin, kamuda işten atma, ücretlerin dondurulması gibi uygulamaların altına imza atması Doğu’daki tabanını eritti. Neticede Die Linke’nin de artık diğer burjuva partilerinden bir farkı kalmamıştı. Şimdilerde bu boşluğu Doğu’da AfD ve Die Linke’den koparak göçmen karşıtlığını öne çıkaran sol popülist Sahra Wagenknecht dolduruyor. Özellikle aşırı sağ Doğu’da yaşayan halkın ekonomik olarak gelişmiş Batı’nın vesayetinde kaldığı argümanını sıkça piyasaya sürüyor ve ihtiyaç duyduğu kutuplaşmanın zeminlerinden birini burada yakalıyor.
Almanya’da federal seçimlere az bir süre kalırken, AfD’nin başarısı alarm zillerinin çalmasını sağladı. Gelinen noktada burjuva partilerin buna duvar örebilme yeteneği yok, geleceğin nasıl şekilleneceği Almanya’da emekçi sınıfların takınacağı tavra bakıyor.