ABD’de Filistin Protestoları Yeni Bir 68 Hareketi’nin İşareti mi? – Tarık Hasan

ABD’de Filistin Protestoları Yeni Bir 68 Hareketi’nin İşareti mi? – Tarık Hasan

Geçtiğimiz haftalarda ABD’de başlayan üniversite eylemleri dünyanın birçok üniversitesine yayılarak genişliyor. Fakat eylemlerin genişlemesinin yanı sıra öğrencilerin eylemlerini kırmak için egemen sınıfların manevraları da artıyor. Eylemlerin başlangıç ve gelişme aşamaları 68’ hareketini anımsattığı için birçok insanda bu eylemlerin küresel siyaseti ne derecede etkileyeceği soru işareti yaratıyor. En son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim: Her ne kadar benzer taleplerle ortaya çıksa ve son zamanların en geniş katılımlı eylemleri olsa da 68’in ruhunu geri çağırmak için henüz erken.

Nasıl başladı?

17 Nisan’da Filistin’de Adalet için Öğrenciler (Students for Justice in Palestine), Barış için Yahudilerin Sesi (Jewish Voice for Peace) ve Aparheid Karşıtı Columbia Üniversitesi’nin (Columbia University Apartheid Divest) çağrısıyla Columbia Üniversitesi’nde yürüyüş düzenlendi. Öğrencilerin talebi üniversitelerinin İsrail’le ticari ilişkilere son vermesiydi. Ana kampüsteki çimli alanlara Filistin’le Dayanışma Çadırları yerleştirerek protestolara devam eden öğrenciler ertesi gün işkenceden başka zihni faaliyetleri olmayan polislerle karşılaştılar. ABD’de yasalara göre polisin rektörlüğün çağrısı olmadan kampüse girme izni yok. 1968 öğrenci hareketinden bu yana Columbia Üniversitesi’ne polis ilk defa giriyordu. Aynı zamanda İngiltere kökenli ve İngiltere Lordlar Kamerası üyesi olan rektör Minouche Shafik, New York Şehri Polis Departmanı’nı arayarak müdahele edilmesi için bizzat çağırdı.

17 Nisan’da rektör Shafik, eylemler hakkında sorgulanmak üzere ABD Kongresi’ne çağrıldı. Shafik’in Filistin’le dayanışma gösteren öğrencileri antisemitizmle suçlaması üzerine öğrencilerin haklı öfkesi daha da büyüdü. Polisin öğrencileri ve öğretim üyelerini işkence ile gözaltına alması eylemlerin büyümesiyle sonuçlanırken; üniversite yüz yüze eğitimi durdurmak zorunda kalarak online eğitim kararı aldı.

Aynı zamanda Güney Kaliforniya Üniversitesi, kampüsteki protestolar nedeniyle ana mezuniyet törenini iptal etti. Dünyaca prestijli üniversitelerin neredeyse hepsi polis baskısının yoğunlaştığı mekanlar haline geldi. Öğrenciler ise artan baskılar karşısında daha da artan cesaretle ve direngenlikle eylemlere devam ediyorlar.

Birçok öğrenci üniversiteden atıldı, eğitim programları durduruldu. Ayrıca, eylemlere yabancı öğrenci katılımı da yüksek düzeyde. Normalde, yabancı öğrencilerin göz önünde bulundurmak zorunda kaldığı oturma izni, yasal ayrıcalıklardan mahrum bırakılması gibi sorunlar nedeninden protesto eylemlerine katılmadığı veya dışarıdan gözlemlemekle kaldığı alışılmış bir durum. Fakat geçtiğimiz haftalarda başlayan ve hala devam eden eylemlerde yabancı öğrenciler bu sorunlara rağmen cesaretli tavırlarla eylemlere katılım gösteriyorlar.

30 Nisan Salı günü öğrenciler üniversiteye bağlı Hamilton Hall adlı binayı ele geçirdi. Columbia Üniversitesi sözcüsü Ben Chang ise “binayı işgal eden öğrencilerin okuldan atılmakla karşı karşıya olduklarını” söyledi. İlerleyen saatlerde yüzlerce New York polisi Hamilton Hall’a girerek 50’ye yakın protestocuyu gözaltına aldı.

Öte yandan öğrencilere saldırılar sadece polis cephesinden gelmiyor. Los Angeles’da bulunan California Üniversitesi’nde (UCLA) siyonist İsrail destekçileri öğrenci çadırlarına saldırı düzenledi. Öğrencilere taş, çekiç ve diğer sert cisimlerle saldıran siyonistlere polis müdahelesi gerçekleşmedi. Siyonistlerin saldırısı sırasında “yok olan” polisler, sabah saatlerinde kampüse gelerek Filistin’le dayanışma gösteren öğrencileri gözaltına aldı. Üniversite yönetmeliği ise olayları “iki karşıt düşünceli grup arasında çatışma” olarak nitelendirdi. 1970’lerdeki olayları “sağ-sol çatışması” olarak niteleyen sözde aydınlar ve hükümete karşı söylenilen ifadeyi biraz değiştirip söyleyebiliriz: “İki karşıt düşünceli grup arasında çatışma yoktur, siyonist saldırı var.”

Şuan kampüs protestoları en az 45 eyalette yaklaşık 140 üniversiteye yayılmış durumda. 3 Mayıs itibariyle gözaltına alınanların sayısı 2000’den fazla.

Joe Biden Beyaz Saray’da yaptığı konuşmasında “Biz otoriterliğin hakim olduğu bir ulus değiliz. İnsanları susturmak ve muhalefeti bastırmak amacında değiliz. Ama kanunsuzluğun hüküm sürdüğü bir ülke de değiliz” ifadelerini kullandı.

“Kimsenin kaos yaratma hakkının olmadığı”nı söyleyen Biden, yaklaşan seçimler karşısında zor durumda. Arap Amerikalı seçmenlerin kurmuş olduğu Ulusal Kararsızlar Hareketi, Biden’ı savaş karşıtı protestoları karalamaya çalışmakla suçladı ve şöyle söyledi: “Biden’ın ülke çapındaki gençleri veya siyasetini değiştirmesini isteyen yarım milyondan fazla kararsız seçmeni dinlemediği açık. Umarız çok geç olmadan bizi duyar.”

Savaş başladığından beri yaklaşık 800 milyon dolarlık askeri yardım ve milyarlarca dolarlık finansal yardımla İsrail’e destek olan ülkelerin en başında yer alan ABD’de seçimlerde Filistin konusu belirleyici konumda olmaya devam edecek.

Eylemler sınırları aşıyor

Protestoların talepleri ve yoğunluk düzeyi onun sınırlarını da belirler. Temel talebin İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı soykırıma karşı çıkmak olması ve ABD egemen sınıfının çıkarları uğruna eylemcilere uygulanan yoğun baskı bu eylemlerin ABD’nin sınırlarını aşmasını sağladı. Kanada, Mısır, Fransa, Almanya, Arjantin, Avustralya, Hindistan, İtalya, Lübnan, İspanya, Birleşik Krallık, Tunus, Küveyt, Yeni Zelanda ve Yemen’deki üniversitelerde öğrenciler kampüslerde Filistin’le dayanışma eylemleri düzenlediler. Tarihsel olarak radikal öğrenci eylemlerinin en yoğun yaşandığı üniversiteler olan Sorbonne Üniversitesi ve Sciences Po’da öğrenciler kampüslerde çadırlar kurdu ve polis baskısıyla karşılaştılar.

Filistin halkıyla dayanışma gösteren herkesi antisemitist olarak kodlayan Almanya hükümeti, üniversite eylemlerinde de benzer tutumu sergiledi. Marx’ın heykelinin bulunduğu ve fakülte duvarına 11. Tez’in yazılmış olduğu Humboldt Üniversitesi’nde oturma eylemi yapmak isteyen öğrenciler işkence ile gözaltına alındılar.

***

Öğrenci eylemlerine ve karşı-saldırılara gösterilen en “trajikomik” tepki ise Türkiye’den geldi. Kampüs eylemleri sırasında kampüse polis çağırmaktan çekinmeyen, rektörlük önüne toplanan öğrencileri “terörist” diye yaftalayan mailler atan; Bahar Şenliği, Mezuniyet, topluluk etkinliklerini yasaklayan ODTÜ Rektörlüğü, 26 Nisan’da attığı gönderide şöyle yazdı: “6 ayı aşkın bir süredir Gazze’de yaşayan masum insanları adeta yok etmeye yönelik vahşeti barışçıl yöntemle protesto eden üniversite öğrencilerine yönelik şiddet uygulanıyor. Columbia Üniversitesi’nden Yale’e, New York Üniversitesi’nden Harvard’a birçok üniversitedeki protestocular üniversitelerinden, Gazze’de ateşkes çağrılarını desteklemelerini ve İsrail’le bağlantılı şirketlerle ilişkilerini kesmelerini talep ediyor. Eylemlerde öğrenciler gözaltına alınıyor, üniversiteler protestoları durdurmak için uzaktan eğitime geçiyor. Üniversite öğrencilerinin gösterdiği barışçıl tepkiye karşı gösterilen orantısız tepkiyi temel insan hakları ve akademik özgürlüğe vurulmuş bir darbe olarak kabul ediyor, derin bir üzüntü duyuyor ve şiddetle kınıyoruz.”

Akademik özgürlük konusunda konuşma hakkına sahip olan en sonuncu kişi bile olmayan, öğrencilere yaptığı baskıları, öğretim görevlilerini işten atmaları, her türlü kolektif etkinliklere gösterdiği tepkiler hala hatıramızda taze olan Boğaziçi’nin kayyım rektörü Naci İnci, 26 Nisan’da attığı tweetde ABD polislerini kınadıktan sonra şöyle yazdı: “Kendi çıkarları için kendi üniversitelerini itibarsızlaştırmaktan başka gündemi olmayan bu kişileri, en azından İsrail vahşetine karşı duran insanları kendi amaçlarına alet etmeyecekleri bir vicdani vasata davet ediyorum.”

Erdoğan da aynı zamanda Demokratlar Birliği Çalıştayı’nda yaptığı konuşmasında “Bazı prestijli marka üniversitelerinde vicdanlı öğrenciler ve akademisyenler katliama tepki gösteriyor. Şiddete, işkenceye maruz kalıyorlar. Rektörler, akademisyenler işten atılıyor, linç ediliyorlar. Kimsenin bu hadiseler karşısında gıkı dahi çıkmıyor. Olayların yatışmasını bekliyorlar. Çünkü batı demokrasinin sınırlarını İsrail’in çıkarları çizmekte.” ifadelerini kullandı.

Siyonist İsrail ile temel tüketim maddelerinden demir, çelik, jet yakıtı ve diğer silah üretimi için gerekli hammadde ticaretini devam ettirirken kahve-kola şovu yapan hükümetin aynı ikiyüzlülüğü protestolara karşı tepkilerinde göstermesi elbette bizi şaşırtmıyor.

Benzer türde trajikomik açıklamayı, geçtiğimiz ay iklim aktivisti Greta Thunberg’in gözaltına alınmasına karşı, en asgari hakların bile temin edilmediği Azerbaycan’ın Dış İlişkiler Bakanlığı yapmıştı: “Greta Thunberg’in barışçıl gösteriler sırasında gözaltına alınmasından rahatsızlık duyuyoruz. Hollandalı yetkilileri ifade özgürlüğüne saygı göstermeye ve gözaltına alınanları serbest bırakmaya çağırıyoruz.”

Bu türden ikiyüzlü açıklamaların bizi şaşırtmak yerine sadece sinirli gülmemize neden olması bir yana; burjuva demokrasisinin biçimsel görevini bile yerine yetirmediğini, uluslararası diplomatik ilişkilerde kullanılan söylemsel araçlardan birine dönüştüğünü görüyoruz.

Peki, kapitalizmle demokrasi arasında içsel bir bağlantı var mı(ydı)?

Bu soruyu yanıtlamak elbette bu yazının kapsamını hayli hayli aşar. Fakat son eylemlere yapılan polis baskılarının da gösterdiği bir gerçeği işaret etmek gerekli. Demokrasi ile kapitalizm arasında tarihsel bir uyumsuzluk ve zıtlık vardır. Kapitalizm ile demokrasiyi karşıt kılan ise kapitalizmde siyasi ve iktisadi alanın birbirinden ayrış(tırıl)masıdır. İfade özgürlüğü, seçim hakkı, gösteri hakkı gibi burjuva biçimsel demokrasisinin temel öğeleri sadece siyasal alana hapsedilmekte, ayrı alanmış gibi gözüken ekonomik sorunlara dair özgürlükler temin edilen özgürlükler çatısının dışına atılmaktadır.

Bu yüzden de, ekonomik alanın en büyük aktörü olan işçi sınıfının da Filistin’le dayanışmak ve ABD hükümetini İsrail’e yardımı kesmeye zorlamak için sahneye çıkması gerekiyor. Geçtiğimiz yıl otomobil sektöründe işten atmalara, ücret kesintilerine karşı grevler düzenleyen işçiler istedikleri zaman nasıl bir baskı yaratabileceklerini gösterdiler. İşçilerin ekonomik alandaki sorunlara sıkışmayarak tam de demokrasinin çıkmazı olan kapitalizmin “ekonomiyle siyasetin ayrışması”nı çözmek için siyaset alanında da etkin olması gerekiyor. 1968’de milyonlarca işçinin greve çıkarak öğrencilerle dayanışması sonucunda birkaç ülkede hükümetler düşmüş, egemen sınıf kefenini hazırlamıştı. Sendikal bürokrasinin ihanetiyle kendine gelen kapitalist düzen karşı-saldırıyı hızlandırmıştı. Başta söylediğim gibi, 68’in ruhunu geri çağırmak için henüz erken. İşçi sınıfının bu gösterilere katılması hayati öneme sahip olacaktır.