Amputasyon, Thomas Rowlandson, 1793 (Boyd, 2011)
Şiddet insanın anlam dünyasında mevcuttur ve toplumsal düzenin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Doğada ise şiddet değil kuvvet uygulama vardır.İnsan, şiddeti toplumsal olarak icat eder ve kullanır, bunu icat etmek de insanın toplumsal yapısının bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Şiddetin insan doğasıyla bütünleşik olduğu kanısı oldukça yaygın. Birbirine saldıran insanlar ya da vurup kırma eylemleri gibi fiziksel şiddet örneği diyebileceğimiz eylemler şiddet denildiğinde akla ilk gelenler oluyor.
Bu durumlar doğadaki birtakım olaylara da benzetilerek hayvanlar arasında, özellikle de aslan gibi yırtıcılarla avlarının arasındaki av-avcı ilişkileri üzerinden, şiddetin doğada da olduğu, dahası insana da doğanın bir parçası olmasından dolayı geldiği ve bunun kalıtım gibi yollarla nesilden nesle aktarıldığı düşünülüyor.
Fakat şiddeti sadece vurma kırma üzerinden tanımlamak sözlü, psikolojik ya da simgesel şiddet gibi şiddet türlerini tanımlarken anlamlı olmuyor. Bütün bunların şiddet diyebilmemizi sağlayan ve doğadan gelmeyen ortak bir yanları var.
Şiddet Nedir?
Şiddet nedir sorusunun çeşitli cevapları var. Örneğin Türk Dil Kurumu “Karşıt görüşte olanlara kaba kuvvet kullanma” ya da “Kaba güç” olarak tanımlıyor[1] fakat şiddete dair genel kanı da bu yöndeyken bir eylemi şiddet yapan şeyin ne olduğuna baktığımız zaman bunun kaba kuvvetten çok farklı bir şey olduğunu görürüz. Bu şey şiddet eyleminin kaba kuvvetle karşıya fiziksel zarar vermesi ya da acı çektirmesi değildir, onun dil üzerinden toplumsal olarak böyle bir eylem olarak tanımlanmasıdır.
Biz insanlar toplumsal olarak bazı davranışları ya da eylemleri şiddet olarak tanımlıyoruz, bundan dolayı bu eylemler fiziksel zarar ya da acı çektirmek gibi içeriklerinden bağımsız bir şekilde şiddet olarak kabul ediliyorlar ve uygulandığı kişi ya da kişiler tarafından aşağılayıcı, küçültücü, irite edici ve acı verici olarak algılanıyorlar. Bireyler bunu uygulamayı ve bunlara maruz kaldıklarında ne hissedeceklerini içine doğdukları toplumda büyürken öğreniyorlar.
Örneğin koşarken takılıp düştüğümüz zaman da canımız yanar ve çok ciddiye varan zararlar da görebiliriz fakat bu durumda kendimizi şiddet görmüş saymayız ya da yer çekimi bana şiddet uyguladı demeyiz çünkü bu durum şiddet kavramının içine girmez, ama koşarken birisi bizi iter ve düşersek o zaman canımız acımasa da, fiziksel zarar görmesek de o kişinin bize şiddet uyguladığını söyleriz, işte şiddet dediğimiz olgu ilk duruma kıyasla ikinci durumda fazladan olan her şeydir diyebiliriz.
Eğer şiddetin temel kriterini “acı” olarak kabul edersek, acı çektirici eylemler bazen zorunlu olarak katlanılması gereken şeyler de olabilir ve böyle durumlarda şiddet olarak tanımlanmazlar. Örneğin anestezinin bulunmasından önceki ameliyatlarda insanlar uyuşturulmazdı ve kesme işlemlerinin hepsi hasta acılar içindeyken yapılırdı[2].
Yukarıdaki resimde de görüldüğü gibi dışarıdan baktığımız zaman cerrahın yaptıklarının bir işkencecinin yaptıklarından çok farklı şeyler olmadığını görürüz. İşte bu durumu işkenceden ayıran şey burada doktorun bu uygulamayı hastayı tedavi etmek amacıyla yapması ve hastanın bunu bilmesi ya da başka bir deyişle doktorla hasta arasında dil üzerinden bu şekilde bir ilişki kurulmasıdır. Bunun haricindeki her şey bir işkence uygulamasıyla aynıdır.
İşkence olayında işkenceciyle mağdur arasında daha farklı bir ilişki kurulur ve her iki taraf da bunun farkındadır. Bu yüzden bir eylemin şiddet olup olmadığını belirleyen şey o eylemin toplumsal olarak nasıl tanımlandığıdır. Burada doktor da hasta da bu işlemi bir şiddet eylemi olarak görmez, ikisi de eylemi hastanın sağlığının daha iyi hale gelmesi için yapılan bir eylem olarak tanımlarlar.
Bir başka örnek olarak dövüş sporları verilebilir. Dövüş sporlarında sporcular birbirlerine şiddet uygulamış kabul edilmezler ya da yapılan dövme eylemi aynı zamanda bir şiddet eylemi değildir. Burada sporcular arasında oyunun kuralları üzerinden bir anlaşma vardır. Karşılaşmanın sonucunda kurallara göre yenilen oyuncu tipik bir sokak kavgasında dövülen kişiden farklı olarak sadece yenilmiş sayılır ve bu kişi için “dayak yedi” gibi ifadeler kullanılmaz ya da bu durum onun için eril bir toplumda mahcubiyet duyulması gereken bir durum değildir, o sadece o müsabaka için yenik duruma düşmüştür. Bunun sebebi bu eylemin bir spor oyunu olarak tanımlanması ve sporun şiddetten farklı anlamlandırılmasıdır. Bu noktada eğer şiddet olarak kabul edilen bir olay (örneğin kadına yönelik şiddet) şiddet olarak kabul edilmezse o olay şiddet olmaktan çıkar mı gibi bir soru akla gelebilir. Bunun cevabı şiddet olarak kabul edilmediği söylenen eylemin hangi amaçla yapıldığındadır. O eylem eğer şiddet uygulamak amacıyla yapılıyorsa o zaman yine o bir şiddet eylemidir ya da tersinden düşünürsek ilk örnekteki itme eylemi şiddet uygulamak değil de başka bir amaçla yapılmışsa bu durumda o da şiddet olmaktan çıkar, çünkü o zaman o kişiler arasında farklı bir anlam yüklenen bir ilişki kurulmuş olur.
Şiddetin Uygulayıcıları ve Alıcıları
Şiddetle ilgili üzerinde durulması gereken bir diğer konu da uygulayıcısının ya da alıcısının kimler ya da neler olabileceğidir. Şiddet; kişiler arası ilişkilerde, dil üzerinden kurulan anlamla ortaya çıkan bir olgu olduğundan sadece insanın uygulayabileceği ve sadece insana uygulanabilecek bir şeydir ve ortaya çıkabilmesi için de en az iki tarafa ihtiyaç vardır. Örneğin, kişi kendi kendine şiddet uygulayamaz, bir kişi kendine fiziksel zarar verdiği ya da başka bir şiddet biçimini uyguladığı zaman bu durum “kendine şiddet uygulamış” şeklinde ifade edilmez. Ayrıca bu tarafların insan olması gereklidir, çünkü bunun uygulayıcısı da alıcısı da ancak bir insan olursa taraflar bu dil üzerinden kurulan anlama haiz olabilir, mesela hayvanlar bu anlamı anlayamazlar, bu yüzden hayvanlara onlar açısından şiddet uygulanamaz, eğer bir hayvan darp ediliyorsa orada o hayvan sadece fiziksel acıyı hisseder ama şiddet diye bahsettiğimiz kısmı anlayamaz. Örneğin küçük düşürme, hakaret gibi şiddet biçimleri de aynı mantıkla bir hayvana uygulanamaz, çünkü siz bunları uyguladığınız zaman hayvan bu davranış ya da sözlerin anlamını anlamayacağı gibi onların şiddet uygulamak amacıyla uygulandığını da anlayamaz.
Darp edilen bir hayvana yapılanın şiddet olduğunu sadece dışarıdan bakan bir kişi anlayabilir. Tabi burada bahsedilen şey hayvanlara fiziksel, cinsel birçok yolla yapılan istismarın zararsız olduğu anlamına gelmediği gibi o eylemlerin zararını da hafifletmemektedir, yukarıda da söylendiği gibi hayvanlar bu sırada acı çekiyor hatta bu durumun yarattığı psikolojik yıkımları da yaşıyorlar.
Tersinden düşündüğümüz zaman bir hayvan da bir insana şiddet uygulayamaz. Örneğin bir aslan bir insana saldırdığı zaman bunu bizimki gibi bir şiddet uygulama amacıyla yapmaz, genelde ya beslenmek ya da savunma amacıyla saldırmıştır, bu yüzden yaptığı eylem sadece fiziksel bir zarar vermedir, şiddet değil. Ayrıca bir kişi böyle bir duruma maruz kaldığı zaman bunu “şu hayvan bana şiddet uyguladı” şeklinde ifade etmez. Yani doğada şiddet değil sadece kuvvet uygulama vardır.
Doğadan Bir “Şiddet” Örneği: Tecavüzcü Su Samurları
Şiddete dair yanlış bakış açısına bir örnek olarak Evrim Ağacı’nda yayınlanan, su samurlarının fok yavrularına tecavüz ettikleri anlatılan “Sevimli Ve Tecavüzcü Su Samurları[3]” başlıklı içerik verilebilir. Olayda bazı su samurlarının fok yavrularına ölene kadar tecavüz ettiklerinden bahsediliyor. Oysa tecavüz de bir cinsel şiddet biçimi olarak sadece insanın insana uygulayabileceği bir eylemdir, çünkü bu eylemdeki zorlama ya da irade kırımı da sadece bunu uygulamayı bilen bir canlı tarafından, sadece bunu bilen bir canlıya uygulanabilir.
Bir hayvan yukarıdaki fiziksel şiddet örneğinde de bahsedildiği gibi bu kültürel ya da dilsel kodlara sahip olmadığından bunu tecavüz olarak algılayıp, yorumlayamaz. O sadece o anda duyduğu fiziksel acıyı ve türüne göre değişebilmekle birlikte bunun getirdiği psikolojik yıkımları yaşayabilir. Aynı şekilde bu eylemi uygulayan diğer hayvan da bunu ona bir insanınkiyle aynı anlamı yükleyerek değil içgüdüsel bir hareket olarak uygular. Fakat her iki durumda da bu olaya sadece görüntüde insan dünyasındaki tecavüze benzer bir durum diye, kendi dünyamızdaki bu durum üzerinden değerlendirerek tecavüz diyemeyiz.
Bir cinsel şiddet biçimi olan tecavüz sadece bir canlının cinsel organını başka bir canlının cinsel organıyla zorla birleştirmeye çalışması değildir. Bunun arkasında bu eyleme yüklenen, tecavüzcünün kurbanının üzerinde bir iktidar ve güç sahibi olmaya ve ona bunu kabul ettirmeye çalışması gibi anlamlar içeren koca bir anlam dünyası yatmaktadır.
Samurlarla ilgili haberde aynı değerlendirme hatasını davranışın sebebi açıklanırken de görüyoruz. Haberde samurların bu davranışı yapma sebebiyle ilgili olarak şöyle bir açıklama mevcut:
“Deniz biyologlarının bu konuyla ilgili bir açıklaması bulunuyor: yapılan incelemelerde, su samurlarının kendi içlerindeki sekslerinin de oldukça sert geçtiği ve erkekler arası çok sert mücadelelere sahne olduğu görülüyor. Ve bu su samurlarından birçoğu, yeterince güçlü olmadıkları sebebiyle dişilerce reddediliyorlar. Özellikle reddedilen su samurlarında, foklara tecavüz davranışı görülüyor. Dolayısıyla araştırmacılara göre, su samurları reddedilmenin öfkesini ve üreyememenin yarattığı psikolojik baskıyı, su samuru dişilerinden çok daha kolay bir hedef olan yavru foklardan çıkarıyor olabilirler.”
Burada öncelikle açıklama doğrudan insanlar tarafından gerçekleştirilen tecavüz olaylarının reddedilme, beğenilmeme ya da bir tür cinsel tatminsizlikten kaynaklandığı düşüncesinin hayvanlara yansıtılması üzerine kurulmuş. Oysa tecavüzün sebebi bunlar değildir, mağdurla kurulan ilişkiye yüklenen anlamlardır. Örneğin, çocuk istismarına dair yapılan araştırmalarda istismarcıların bir bölümünün çocukluklarında cinsel ya da fiziksel istismara maruz kaldığı ve yetişkinlik dönemlerinde de bilinçaltlarındaki bu kötü anıların yarattığı duygulardan kaynaklı başka çocukları koruma, onlara gelişimlerinde yardımcı olma gibi hislerle — gerçeklik algılarının yitirilmesi söz konusu olmadan, yaptıklarının kötü bir şey olduğunu bilerek — istismar ettikleri ortaya çıkarılmıştır[4] [5].
İşte açıklamada bu anlam dünyasının samurlarda da aynı şekilde var olduğu kabul edilerek bu açıklama yapılıyor. Fakat insan dışındaki hayvanlarda bunlar yoktur. Çünkü insan sahip olduğu bu dili ve anlam dünyasını yaşamsal ihtiyaçlarını üretmek için bir araya gelerek oluşturduğu toplumsal yapısı içinde, diğer bireylerle karşılıklı etkileşimi sonucu, toplumsal olarak inşa eder ve yeni doğan bireyler de bu toplum içinde büyürken bu dili öğrenir ve buna göre şekillenirler. Dolayısıyla aynı kavramların diğer hayvanlarda da bulunması için en azından bizimki gibi bir toplumsal yapıya sahip olmaları gerekmektedir. Bundan dolayı insan dışı hayvanlarda şiddet diye bir kavram yoktur. Haberde şiddete bu açıdan değil de görüntüde insan dünyasındaki olaylarla doğadaki olayları doğrudan eş tutarak bakan yaklaşım mevcut olayın hem doğrudan tecavüz olarak yorumlanmasına hem de açıklamasının bahsedilen sebeplerle yapılması hatasına düşülmesine ve tecavüzün arkasındaki gerçek sebeplerin de görülememesine sebep oluyor.
İşkencenin Temeli
İşkenceyi şiddet yapan şeyin ne olduğunu değerlendirmek için “Eğer dışkı yemenin kendisi doğrudan sağlığa zararlı değilse bile birine zorla dışkı yedirmek işkence sayılabilir mi” sorusu tartışılabilir. Dışkı yedirerek işkence yapmanın amacı hem normalde yenilmeyen kötü bir şeyi yedirmek hem de karşıdakinin iradesini kırarak ona zorla bir şey yedirmek, uzun bir süre fiziksel ve psikolojik açıdan acı çektirmek amaçlandığı için yapılan işlemin anlık olmaması, belli bir süre devam etmesi de işkenceye dahildir. Fakat işlemi işkence kılan şey esasında son iki özelliktir. Çünkü insanlara normalde yenilip içilebilecek materyallerle de aynı şekilde işkence yapılabilir.
Örneğin açlık grevindeki/ölüm orucundaki bir insana ağzından midesine doğru bir boru sokarak zorla sıvı gıda vermek de verdiği fiziksel acının yanında tek başına bir işkence olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü burada da irade kırımı vardır. İşte bu yüzden dışkı yedirme mevzusunda da eylemi işkence yapan esas nokta irade kırımıdır, yedirilen şeyin yenilebilecek nitelikte olup olmadığı değil. Bununla birlikte şiddetin kriteri “bir şeyin hoşa gitmemesi” de olamaz çünkü şiddet her zaman kişinin hoşlanmadığı bir şey olmak zorunda değildir. Örneğin sadist-mazoşist ilişkilerde haz bizzat şiddet üzerinden sağlanır, burada iki taraf da yapılanın şiddet hatta işkence olduğunda hemfikirdir hatta yapılan eylem bizzat şiddet olduğu için yapılır ve bunun üzerinden haz duyulur. Kimi insanlar dışkı yemeyi çok güzel bulabilir, kaşık kaşık yiyebilirler, ama mazoşistçe bir arzuyla ama sadece bir yiyecek olarak, nasıl yaptıkları ona nasıl bir anlam yüklediklerine bağlıdır.
Şiddetin Farklı Bir Biçimi: Sembolik Şiddet
Şiddet uygulanma biçimi olarak sadece fiziki ya da psikolojik yollarla uygulanmaz, şiddetin farklı bir biçimi olan “sembolik şiddet6” mevcuttur. Pierre Bourdieu’nun kavramı olan “sembolik şiddet” insanlara şiddet uygulamak için bırakın onlara dokunmayı onlarla karşılaşmanıza bile gerek olmadığını söyler. Örneğin Bourdieu ataerkil toplumlarda erkeğin tarihsel bir arka plandan gelen bir güçle de birlikte hayattaki her türlü eylemi eyleme gücüne sahip kabul edilerek, toplumsal yaşamda kadınlara göre sembolik de olsa üstün bir konumda ve her şeye muktedir görülmesini o toplumdaki kadınlara yönelik bir simgesel şiddet olarak tanımlamıştır. Bourdieu’ya göre, modern toplumlarda moda tarafından dayatılan standart beden algısı da bu standartlara uymayan insanlara yönelik bir sembolik şiddettir. Bourdieu aynı zamanda sembolik şiddetin bu şiddete maruz kalanlar tarafından doğal ya da normalmiş gibi içselleştirildiğinden ötürü fark edilmesinin de zor olduğundan bahseder[6] . Burada da bu eylemleri şiddet kılan temel unsur yine taraflar arasında kurulan ilişkidir.
Sonuç olarak, şiddet ne doğrudan fiziksel saldırıdır ne de fiziksel acı vermenin kendisidir, kişiler arası ilişkisel alanda, bu davranışlara yüklenen anlamlar üzerinden cereyan eden bir olgudur. Fiziksel şiddet, mobbing, psikolojik şiddet, işkence ve simgesel şiddet gibi çeşitli şiddet türlerine baktığımızda bütün bunları şiddet kılan ortak nokta şiddet olduğu söylenen davranışın bunu uygulayan ve buna maruz kalan kişiler arasında kurulan ilişkiye dayalı olarak, dil üzerinden anlamlandırılan bir olgu olduğudur. Yani bir eylemin, şiddet eylemlerinin özelliklerine sahip olmasına rağmen şiddet olarak kabul edilmeyen eylemlerden farkı arka planında taşımış olduğu anlam ve bu anlam üzerinden onun ne amaçla yapıldığıdır.
Bu sonuçlar üzerinden, insan tarafından var edilen “şiddet” doğal bir olgu olmadığı gibi insanın doğasından da gelmez, yani genlerimiz ya da beynimizin herhangi yerindeki bir sinir ağından ötürü “şiddet” uygulama özelliğine sahip değiliz.
Her ne kadar bu konuda ilişkili bulunmuş genler[7] , beyin bölgeleri vs. minvalinde araştırma sonuçları olsa da bu, şiddetin doğrudan o biyolojik özellikten geldiği anlamına gelmez, hatta bir ölçüde biyoloji bir ölçüde çevre etkiliyor gibi bir yargıya da varmak doğru değildir, Richard Lewontin’in “Üçlü Sarmal[8]” kitabında dediği gibi böyle özelliklerde (ya da fenotiplerde) genler gibi biyolojik faktörler sadece birer etkendir, oluşturucu sebep değildir, oluşturucu sebep farklı olması durumunda özelliğin hiç ortaya çıkmamasını sağlayabilecek olan sebeptir ve “şiddet” konusunda bu sebep “toplumsal çevre”dir. Çünkü eğer toplumsal çevrenin değişmesi durumunda bir birey bu genlere sahip olmasına rağmen şiddet uygulama özelliğine sahip olmuyorsa o zaman burada esas sözü söyleyen toplumsal çevredir. Toplumsal şartlar uygunsa genetik yapıdan bağımsız olarak bireylerde şiddet uygulama özelliği ortaya çıkacak veya çıkmayacaktır.
İnsan, şiddeti toplumsal olarak icat eder ve kullanır, bunu icat etmek de insanın toplumsal yapısının bir sonucu olarak ortaya çıkar, küçük bir örnek olarak günümüz Türkiye’sinde kadına yönelik şiddet, çocuk istismarı, hayvan istismarı, doktorlara şiddet, evde şiddet, okulda şiddet, trafikte şiddet, iş yerinde şiddet derken bu şiddet denizinde yaşamamızın bugünün toplumsal sorunlarından kaynaklanması gibi, ve bu durum gerek iradi müdahalelerle gerekse de ortaya çıkmasındaki diğer sebeplerle mücadele edilerek yok edilebilir, yani hayatımızın hiçbir alanında şiddetle yaşamaya mecbur değiliz.
- 1. TDK, “Şiddet” Başlığı, https://sozluk.gov.tr/
- 2. Boyd, J., E., (2011), “Painless Dreams”, https://www.sciencehistory.org/distillations/painless-dreams
- 3. Bakırcı, Ç.M.”Sevimli Ve Tecavüzcü Su Samurları” Evrim Ağacı. https://evrimagaci.org/sevimli-ve-tecavuzcu-su-samurlari-1600 (erişim tarihi: 15 Mart 2020).
- 4. Aslıhan Okan İbiloğlu, Abdullah Atlı, Remzi Oto, Mustafa Özkan, (2018), “Çocukluk Çağı Cinsel İstismar ve Ensest Olgularına Çok Yönlü Bakış”, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/338602
- 5. İMDAT Şiddeti Önleme Ve Rehabilitasyon Derneği & ASUMA Acıbadem Üniversitesi Suç ve Şiddetle Mücadele Uygulama ve Araştırma Merkezi, (2016), “Çocuk İstismarına Yöenlik Rapor”, http://imdat.org/wp-content/uploads/ 2016/05/ÇOCUK-İSTİSMARINA-YÖNELİK-RAPOR.pdf
- 6. Pierre Bourdieu, (2015), “Eril Tahakküm”, Bağlam Yayınları
- 7. Jari Tiihonen ve ark., (2015), “Genetic background of extreme violent behavior”, Molecular Psychiatry, https:// www.nature.com/articles/mp2014130
- 8. Richard Lewontin, (2006), “Üçlü Sarmal”, TÜBİTAK Yayınları 6
ODTÜ Biyolojik Bilimler Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Seçkin Eroğlu*’na yazıyla ilgili teknik önerilerinden dolayı çok teşekkür ederim.