1989 Baharı'ndan Öğrenmek – Derya Koca
6 Ocak, 2014
Ülke siyaseti açısından çok kritik geçecek olan 2014 yılında yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak. 2015’te ise genel seçimler var. Cemaatle yaşanan ayrışma sonrası iktidar giderek güç kaybediyor; burjuva siyaseti ise boş durmuyor eski istikrarını kazandıracak yeni seçenekler yaratmaya çalışıyor. Tayyip Erdoğan’lı bir AKP ile yeni bir on yılın geçmeyeceği artık ortada.
AKP’ye karşı Haziran aylarında harekete geçen toplumsal muhalefet cephesinde ise şu an örgütsüzlük ve siyasi alternatifsizlik hâkim. Ancak rüzgâr, Haziran’dan bu yana, uzun zamandır olmadığı kadar emekçilerden yana. Peki, emekçiler savaşı nasıl kazanacak? AKP nasıl yenilecek? Bu soruya vereceğimiz cevap yine bu topraklarda daha önce yaşanmış, başarılmış önemli bir deneyimde saklı. Sınıf düşmanı ANAP’ı bir daha eski haline gelemeyecek kadar gerileten 1989 Bahar Eylemleri’yle başlayan işçi sınıfı hareketinden alınacak dersleri hatırlamak gerek.
ANAP Dönemi: Neoliberal Saldırganlığı Hızlanışı
Özal, sınıf düşmanı olarak kariyerinde hızla yükselen bir teknokrattı. Tükiye kapitalizminin küresel, piyasacı dönüşümünü otoriter bir yeni sağ politika ile tesis etme misyonuna soyunmuştu. 1966’da Demirel’li AP iktidarında başbakanlık müşavirliği, ABD’de Dünya Bankası Proje Müdürlüğü, Sabancı Holding yöneticiliği ve Nakşibendi tarikatı ilişkileri ile sarmalanmış bir tüccarlık geçmişi ile ve 24 Ocak kararlarını yazanlardan biri olarak kapitalistlerin bulup bulabileceği en iyi seçenek idi. 1976’da MESS Genel Sekreterliği yaptığı dönemde DİSK’e karşı sınıf düşmanı söylemleri ile de işçi sınıfına adeta savaş açmıştı. 1978’de bir toplu sözleşme masasından kalkarken“Çocuklar, yaptınız ettiniz, fırsat elinizdeydi, bitirdiniz işi. Ama size şunu söyleyeyim, bir gün gelir benim de elime fırsat geçerse, burnunuzdan fitil fitil getireceğim, haberiniz olsun.”diyerek 1983 sonrası için vizyonunu da açıklamış oluyordu. Özal, iktidara geldiğinde toplumsal muhalefetin tümü özellikle de işçi sınıfı darbe tarafından ezilmişti ve “liberal” söylemleri dilinden eksik etmeyen milliyetçi muhafazakâr Özal, bu fırsatın üstüne konmuştu. Açık bir bir antikomünist duruşa sahip oluşu 12 Eylül rejimi tarafından Özal’ın seçimlere girmesine izin verilerek açıkça desteklenmesinde önemli bir rol oynadı. 12 Eylül Darbesi’ni gerçekleştiren egemen sınıfın amacı, 24 Ocak kararlarındaki piyasa dönüşümlerine müsaade etmeyecek kadar örgütlü bir işçi sınıfını ezmekti. Sosyalistlerin ve devrimcilerin de ezilmesi ile birlikte Özal önünde talan edilmeye hazır bir çiftlik bulmuştu.
“Ben zenginleri severim” diyen Özal, yabancı sermayeyi teşvik etmek üzere dövizin ve ithalatın serbestleştirilmesini ivedi olarak sağlarken fiyat denetimlerini kaydırıyor, sübvansiyonları kademeli olarak kaldırıyordu. Sermaye için cenneti kurarken artan enflasyon ve reel ücretlerdeki düşüş emekçi sınıflar için her geçen gün biraz daha yaşamayı zorlaştırıyordu. Öte yandan burjuva siyasetçilere 12 Eylül tarafından getirilen yasakları dahi kaldırmak istemeyen Özal, iktidarı dönemi boyunca iki bin kişinin siyasi tutuklu olmasını sağlayacak, basına yönelik sansür de muhalifleri susturmak için önemli bir araç olarak kullanılacaktı. Sermaye birikiminden gayrısı ANAP dönemi için teferruattan ibaretti. Liberal cenah dahi Özal’ı siyasi otoriterlik ile eleştirirken o, buna “Batılı Ülkerlerin birçok meseleleri bu kadar hürriyet yokken halletti.” şeklinde pişkinlikle cevap verecekti.
12 Eylül ve ANAP döneminde Türkiye’de 30 yıllık bir serüven başlamış oluyordu. Vurgunculuk, piyasacılık, yolsuzluklar, kirli ilişkilere dibine kadar batmış bir siyaset dönemi kapısını açıyordu. 90’larda ve 2000’lerde karşımıza dökülen ne kadar skandal varsa adeta tohumlarının bu dönemde ANAP eliyle atıldığını görüyoruz. Öte yandan işçi sınıfının dizginsiz sömürüsü hiç olmadığı kadar vahşileşiyordu. Bir başka yolla ifade edecek olursak; 1980’ler
“Türkiye’de piyasanın son derece keyfi, kuralsız, yasadışı ve dizginsiz bir gelişme gösterdiğine işaret eder. Buna göre Özal döneminde burjuvazi, doğrudan yasal olmayan yollarla sağlanan zenginleşmenin (uyuşturucu kaçakçılığından gelen kara paranın sistemin içine çekilmesi, kamu bankalarının yağmalanması, ihale mafyası, vergi kaçırma gibi) yanı sıra, bir şekilde yasaya uydurulan ama sonuçta haksız yollarla (kişiye özel teşvik ve kararnameler, faiz gelirleri, sermaye lehine yasal düzenlemeler gibi) ilkel sermaye birikimi sağlanmıştır.”(Alev Özkazanç , Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce, Liberalizm, Cilt 7, sayfa 638-639İletişim yayınları, 2005)
Kirli paranın ve rant ilişkilerinin, yolsuzlukların toplumda alenen meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir dönem de böylece başlıyordu. Sağ muhafazakâr seçmenin büyük desteğini alan iktidarlar süreci, ANAP ile başlayan ve bugün AKP’ye kadar devam eden bir dönemde “ yiyor ama iş yapıyor” mantığının da yerleştiği dönemler oldu. Zira Özal, döneminin herkesçe kabul edilen bir gerçeği olan rüşvet için “Benim memurum işini bilir” diyecekti. Mesut Yılmaz döneminin ANAP’ı da dahil olmak üzere bundan sonraki bütün burjuva siyasetçiler yolsuzlukla mücadele gibi söylemlerle seçimlere girecek; ancak hepsi de teker teker yolsuzluğu yol edinerek rant zengini olacak ve çevrelerini zengin edeceklerdi. Tıpkı bugün AKP’nin de bir örneğini oluşturduğu gibi. Mesut Yılmaz, Türkiye’de yolsuzluktan yargılanan ilk başbakan olarak tarihe geçerken; bugün bir bütün olarak iktidarın neredeyse boğazına kadar yolsuzluğun içine battığı açıkça görülüyor. İşte bu Türkiye Özal’ın diktiği ağacın meyvesidir.
Öte yandan emekçi halkın gözünde artmakta olan yoksulluk ve yüksek enflasyon 1988’den itibaren bir kıpırdanmaya sebep oldu. 12 Eylül rejiminin bütün yasakları yerli yerinde duruyorken düzen için bir başka emniyet sübabı da bürokrasinin çöreklendiği Türk-İş gibi sendikalardı. Her şeye rağmen hayatın önüne çekilmeye çalışılan set delindi, emekçilerin taşkını tüm ülkenin sokaklarına ulaştı. Burjuvazinin hülyalı iktidarı, bir zamanlar emekçi halkın oylarıyla iktidara taşıdığı ANAP, 1989 Bahar Eylemlilikleri ile birlikte zirve noktasına sokak hareketleriyle sarsılmaya başladı.
Özal, toplumsal muhalefetin kıpırtılarını hissediyordu. O güne değin kaldırmadığı siyasi yasaklar, 1987 yılında yapılan referandumdan çıkan evet ile kalkmış ve ANAP siyasi rakiplerince yıpratılmaya başlanmıştı. 1985 yılında ortaya çıkan Erdal İnönü liderliğindeki SHP’nin darbe ve yoksulluk karşıtı söylemi ile Süleyman Demirel’in DYP’sinin güçlü siyasal liderliği ANAP’ın alternatifsizliğini kırmıştı. Bülent Ecevit’in DSP’si ise 70’lerin hafızasından faydalanmak peşinde idi. Seçimden hemen önce uygulamaya konan çift barajlı ve kontenjanlı sisteme rağmen 1987 Genel Seçimleri’nde ANAP sekiz puan gerileyerek %36 oy kazandı. SHP %24, DYP %19, DSP % 8 ve 1990’larda yıldızı parlayacak olan Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi ise %7.16 oy almıştı.
Sokaklarda “Çankaya’nın Şişmanı, İşçinin Düşmanı” Devri
1986 yılında 12 Eylül’ün yasakları fiili meşru mücadele ile delinmeye başlanmıştı. 8 Şubat’ta ilk işçi yürüyüşü Balıkesir’de yapıldı. 22 Şubat’ta ilk büyük işçi mitingi elli bin kişi ile İzmir’de gerçekleştirildi. Netaş’ta çalışan 2650 işçi 18 Kasım’da, üç ay sürecek olan bir greve çıktı. Bu grev, işçi sınıfının cesaretini körüklemiş ve sendika bürokrasisini aşacak bir enerjiyi ortaya çıkarmıştı. Peşi sıra alınan grev kararları ile ANAP köşeye sıkışmaya başlamıştı. Türk-İş her ne kadar Eylül ayında ANAP’a oy verme çağrısı yapıyorsa da taban radikalizmi bürokrasiyi de peşinden sürüklüyordu. 18 Mart 1987’de Petrol İş’in 4 bin işçisi, 2 Temmuz’da Demiryolu İşçileri Sendikası’nın iki bin işçisi grev kararı aldı. 1989 ile birlikte işçiler ülkenin dört bir yanında iş yavaşlatma, yürüyüş, yemekhane ve servis boykotu, vizite eylemi, sakal bırakma ve yarım bıyık eylemleri ile enerjisini topladı. 1989 yılı aynı zamanda 1 Mayıs yasağının da delindiği, Taksim’e yürünen ilk yıl oldu. Karabük ve İskenderun demir çelik fabrikalarının 24 bin işçisinin aylardır süren eylemlerinin sonunda 4 Mayıs’ta greve çıkması ile bütün ülkede işçi sınıfı büyük bir rüzgâr yakalamış oluyordu. Kamu işçilerinin başını çektiği bu eylemlerde toplam 600 bin kişi greve çıkmış, bir buçuk milyon işçi eylemlere katılmış, Türk-İş’in 900 yöneticisi taban basıncı ile değişmişti. İşçi düşmanı Özal başta bu eylemlere prim vermez pozları takınırken grevden sonra %140 zam yapmak durumunda kalmıştı.
İşçi sınıfı artık sendikal ve siyasal kabuğunu kırmaya aday idi. 26 Mart 1989’da yapılan yerel seçimlerde bir zamanlar ANAP’a oy vermiş emekçiler, bu kez iktidara büyük bir hezimet yaşattı. Seçimlerin kazananı %28 oy ile burjuva sosyal demokrat çizginin temsilcisi SHP oldu. SHP, sınıf mücadelesi dalgası ile İstanbul, İzmir, Ankara başta olmak üzere 39 ilin belediyesini aldı. DYP %25, ANAP ise ancak üçüncü sırada %21 oy alabildi.
Zonguldak Madencileri’nin Mücadelesi ve Çözülüş
ANAP’ın büyük hezimeti sonrası düşüşünü hafifletmek ve parlak bir şekilde kariyerini bitirmek isteyen Özal, Ekim 1989’da cumhurbaşkanı oldu. Yerine gelen Yıldırım Akbulut ve Mesut Yılmaz da sona yaklaşan yolda ANAP’ı kurtaramayacaktı; çünkü emekçiler sokaklardan halen çekilmemişti. 1990’a gelindiğinde Zonguldak maden işçilerinin sesi yükselmeye başlamıştı. 30 Kasım’da grev önlüklerini giyen on binlerce işçi grevin 35. gününde aileleri ile birlikte Ankara’ya doğru Büyük Madenci Yürüyüşü’nü başlattı. Bu devasa eylem bütün ülkeyi emekçilerin etrafında birleştirmişti. Her geçtikleri şehirde binlerce yeni kişinin katıldığı eylem, Demirel hükümetine ve işçilerin “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” dedikleri Özal’a yönelten öfkeyi birleştiriyordu. Ancak 6 Ocak 1991’de Genel Maden İşçileri Sendikası liderliğindeki (sendikaya aldırdığı Jaguar nedeniyle ‘Jaguarcı Şemsi’ adıyla da bilinen) Şemsi Denizer’ in Mengen’e varıldığı sırada hükümetle anlaşması sonucu beş yüz bin kişilik eylem ihanetle sona erdirildi. Yine zafer dönüp dolaşıyor bir önderlik noktasında kilitleniyordu.
Bu büyük emekçi uyanışı alternatifsizlikler içinde SHP’yi öne çıkardı. Ancak SHP, DYP ile iktidar ortağı olduğu dönemde hem emekçi düşmanı politikaların altına imza atarak hem de Kürtlere, Alevilere, devrimcilere karşı yürütülen kirli savaşa ortak olarak kitlelerin 1980’den sonra sola dönen yüzünü bir kez daha çevirmesine neden olmuştu. Sosyal demokratlar İSKİ Skandalı ile en üst noktasına ulaşan bir dizi yolsuzluk ile sola olan bütün güveni yerle bir edecek ve adil düzen sloganıyla hazırda bekleyen Milli Görüş’çü Refah Partisi’nin güçlenmesini kendi elleriyle hazırlayacaktı.
DERSLER
1989 yılı bugüne dair derslerin yılıdır. Emekçi sınıfların tarih sahnesine çıktığında en güçlü iktidarları bile nasıl devirdiğinin dersleri ile doludur. 1989 Mart’ında yerel seçimlerde ANAP’a yaşatılan hezimet sınıf mücadelesinin doğrudan bir ürünüdür ve bu yönüyle toplumsal tabanı güçlü olduğu yanılgısına kapılan bir iktidarın eriyişine neden olmuştur. 2014’ün Mart’ındaki yerel seçimlerde de eğer AKP’yi hezimete uğratmak istiyorsak 89’un dersleri ile hareket etmek gerekmektedir. Bu derslerden ilki, AKP’yi topyekûn tarih sahnesinden silmenin tek yolunun sınıf mücadelesinden geçtiği ve bütün ülkede birleşik bir işçi cephesinin bunu yapmaya muktedir olduğudur. Bütün suni ayrımların dışında tıpkı şu an Yatağan işçilerinin yaptığı gibi bir emek hareketi etrafında emekçi halk kenetlenebilir. Ancak 89’dan çıkarılan ikinci ders de AKP’yi devirecek gücün siyasi niteliğine dair olmalıdır. ANAP’ı devirdikten sonra ortaya çıkan boşluk, emekçileri SHP’ye yönelttiyse de; sosyal demokrasinin piyasacılığı, SHP’nin sol etiketi nedeniyle yine sola uzun süreli bir saygınlık kaybı yaşattı. Nitekim 1995’te Erbakan %21 oy alarak birinci parti oldu. SHP ise tarihe karıştı. Şimdi de AKP’yi yenmek adına CHP’ye göz kırpmak benzeri bir hezimeti sola yaşatacaktır. Bu yönelim emekçi halka yapılabilecek en büyük kötülüktür, mücadeleye ihanettir. Hele ki Mustafa Sarıgül gibi karanlık ilişkilerin içinden gelmiş ve rant ilişkilerinden beslenen bir belediyeci, AKP’nin yolsuzluklarına karşı sokaklara çıkan kitlelere ne verebilir? Dolayısıyla bugün sosyalistlerin CHP ile yan yana durması hele ki bunu Haziran Direnişi’nden sonraki Türkiye’de yapması, radikal bir direniş kuşağını Sarıgül’ül kucağına itmek olacaktır.
Kısacası sınıf mücadelesini merkeze koymak, AKP’nin yerel seçimlerde hezimetini de sağlayacak olan şey olacaktır ve düşüşünü de hızlandıracaktır. Ancak sosyalistler AKP’nin karşısında bir alternatif yaratmadığı takdirde her anlamda AKP ile yarışmaya hazır bir CHP’ye emekçileri kendi elleriyle teslim etmiş olacaktır.
AKP’ye karşı Haziran aylarında harekete geçen toplumsal muhalefet cephesinde ise şu an örgütsüzlük ve siyasi alternatifsizlik hâkim. Ancak rüzgâr, Haziran’dan bu yana, uzun zamandır olmadığı kadar emekçilerden yana. Peki, emekçiler savaşı nasıl kazanacak? AKP nasıl yenilecek? Bu soruya vereceğimiz cevap yine bu topraklarda daha önce yaşanmış, başarılmış önemli bir deneyimde saklı. Sınıf düşmanı ANAP’ı bir daha eski haline gelemeyecek kadar gerileten 1989 Bahar Eylemleri’yle başlayan işçi sınıfı hareketinden alınacak dersleri hatırlamak gerek.
ANAP Dönemi: Neoliberal Saldırganlığı Hızlanışı
Özal, sınıf düşmanı olarak kariyerinde hızla yükselen bir teknokrattı. Tükiye kapitalizminin küresel, piyasacı dönüşümünü otoriter bir yeni sağ politika ile tesis etme misyonuna soyunmuştu. 1966’da Demirel’li AP iktidarında başbakanlık müşavirliği, ABD’de Dünya Bankası Proje Müdürlüğü, Sabancı Holding yöneticiliği ve Nakşibendi tarikatı ilişkileri ile sarmalanmış bir tüccarlık geçmişi ile ve 24 Ocak kararlarını yazanlardan biri olarak kapitalistlerin bulup bulabileceği en iyi seçenek idi. 1976’da MESS Genel Sekreterliği yaptığı dönemde DİSK’e karşı sınıf düşmanı söylemleri ile de işçi sınıfına adeta savaş açmıştı. 1978’de bir toplu sözleşme masasından kalkarken“Çocuklar, yaptınız ettiniz, fırsat elinizdeydi, bitirdiniz işi. Ama size şunu söyleyeyim, bir gün gelir benim de elime fırsat geçerse, burnunuzdan fitil fitil getireceğim, haberiniz olsun.”diyerek 1983 sonrası için vizyonunu da açıklamış oluyordu. Özal, iktidara geldiğinde toplumsal muhalefetin tümü özellikle de işçi sınıfı darbe tarafından ezilmişti ve “liberal” söylemleri dilinden eksik etmeyen milliyetçi muhafazakâr Özal, bu fırsatın üstüne konmuştu. Açık bir bir antikomünist duruşa sahip oluşu 12 Eylül rejimi tarafından Özal’ın seçimlere girmesine izin verilerek açıkça desteklenmesinde önemli bir rol oynadı. 12 Eylül Darbesi’ni gerçekleştiren egemen sınıfın amacı, 24 Ocak kararlarındaki piyasa dönüşümlerine müsaade etmeyecek kadar örgütlü bir işçi sınıfını ezmekti. Sosyalistlerin ve devrimcilerin de ezilmesi ile birlikte Özal önünde talan edilmeye hazır bir çiftlik bulmuştu.
“Ben zenginleri severim” diyen Özal, yabancı sermayeyi teşvik etmek üzere dövizin ve ithalatın serbestleştirilmesini ivedi olarak sağlarken fiyat denetimlerini kaydırıyor, sübvansiyonları kademeli olarak kaldırıyordu. Sermaye için cenneti kurarken artan enflasyon ve reel ücretlerdeki düşüş emekçi sınıflar için her geçen gün biraz daha yaşamayı zorlaştırıyordu. Öte yandan burjuva siyasetçilere 12 Eylül tarafından getirilen yasakları dahi kaldırmak istemeyen Özal, iktidarı dönemi boyunca iki bin kişinin siyasi tutuklu olmasını sağlayacak, basına yönelik sansür de muhalifleri susturmak için önemli bir araç olarak kullanılacaktı. Sermaye birikiminden gayrısı ANAP dönemi için teferruattan ibaretti. Liberal cenah dahi Özal’ı siyasi otoriterlik ile eleştirirken o, buna “Batılı Ülkerlerin birçok meseleleri bu kadar hürriyet yokken halletti.” şeklinde pişkinlikle cevap verecekti.
12 Eylül ve ANAP döneminde Türkiye’de 30 yıllık bir serüven başlamış oluyordu. Vurgunculuk, piyasacılık, yolsuzluklar, kirli ilişkilere dibine kadar batmış bir siyaset dönemi kapısını açıyordu. 90’larda ve 2000’lerde karşımıza dökülen ne kadar skandal varsa adeta tohumlarının bu dönemde ANAP eliyle atıldığını görüyoruz. Öte yandan işçi sınıfının dizginsiz sömürüsü hiç olmadığı kadar vahşileşiyordu. Bir başka yolla ifade edecek olursak; 1980’ler
“Türkiye’de piyasanın son derece keyfi, kuralsız, yasadışı ve dizginsiz bir gelişme gösterdiğine işaret eder. Buna göre Özal döneminde burjuvazi, doğrudan yasal olmayan yollarla sağlanan zenginleşmenin (uyuşturucu kaçakçılığından gelen kara paranın sistemin içine çekilmesi, kamu bankalarının yağmalanması, ihale mafyası, vergi kaçırma gibi) yanı sıra, bir şekilde yasaya uydurulan ama sonuçta haksız yollarla (kişiye özel teşvik ve kararnameler, faiz gelirleri, sermaye lehine yasal düzenlemeler gibi) ilkel sermaye birikimi sağlanmıştır.”(Alev Özkazanç , Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce, Liberalizm, Cilt 7, sayfa 638-639İletişim yayınları, 2005)
Kirli paranın ve rant ilişkilerinin, yolsuzlukların toplumda alenen meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir dönem de böylece başlıyordu. Sağ muhafazakâr seçmenin büyük desteğini alan iktidarlar süreci, ANAP ile başlayan ve bugün AKP’ye kadar devam eden bir dönemde “ yiyor ama iş yapıyor” mantığının da yerleştiği dönemler oldu. Zira Özal, döneminin herkesçe kabul edilen bir gerçeği olan rüşvet için “Benim memurum işini bilir” diyecekti. Mesut Yılmaz döneminin ANAP’ı da dahil olmak üzere bundan sonraki bütün burjuva siyasetçiler yolsuzlukla mücadele gibi söylemlerle seçimlere girecek; ancak hepsi de teker teker yolsuzluğu yol edinerek rant zengini olacak ve çevrelerini zengin edeceklerdi. Tıpkı bugün AKP’nin de bir örneğini oluşturduğu gibi. Mesut Yılmaz, Türkiye’de yolsuzluktan yargılanan ilk başbakan olarak tarihe geçerken; bugün bir bütün olarak iktidarın neredeyse boğazına kadar yolsuzluğun içine battığı açıkça görülüyor. İşte bu Türkiye Özal’ın diktiği ağacın meyvesidir.
Öte yandan emekçi halkın gözünde artmakta olan yoksulluk ve yüksek enflasyon 1988’den itibaren bir kıpırdanmaya sebep oldu. 12 Eylül rejiminin bütün yasakları yerli yerinde duruyorken düzen için bir başka emniyet sübabı da bürokrasinin çöreklendiği Türk-İş gibi sendikalardı. Her şeye rağmen hayatın önüne çekilmeye çalışılan set delindi, emekçilerin taşkını tüm ülkenin sokaklarına ulaştı. Burjuvazinin hülyalı iktidarı, bir zamanlar emekçi halkın oylarıyla iktidara taşıdığı ANAP, 1989 Bahar Eylemlilikleri ile birlikte zirve noktasına sokak hareketleriyle sarsılmaya başladı.
Özal, toplumsal muhalefetin kıpırtılarını hissediyordu. O güne değin kaldırmadığı siyasi yasaklar, 1987 yılında yapılan referandumdan çıkan evet ile kalkmış ve ANAP siyasi rakiplerince yıpratılmaya başlanmıştı. 1985 yılında ortaya çıkan Erdal İnönü liderliğindeki SHP’nin darbe ve yoksulluk karşıtı söylemi ile Süleyman Demirel’in DYP’sinin güçlü siyasal liderliği ANAP’ın alternatifsizliğini kırmıştı. Bülent Ecevit’in DSP’si ise 70’lerin hafızasından faydalanmak peşinde idi. Seçimden hemen önce uygulamaya konan çift barajlı ve kontenjanlı sisteme rağmen 1987 Genel Seçimleri’nde ANAP sekiz puan gerileyerek %36 oy kazandı. SHP %24, DYP %19, DSP % 8 ve 1990’larda yıldızı parlayacak olan Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi ise %7.16 oy almıştı.
Sokaklarda “Çankaya’nın Şişmanı, İşçinin Düşmanı” Devri
1986 yılında 12 Eylül’ün yasakları fiili meşru mücadele ile delinmeye başlanmıştı. 8 Şubat’ta ilk işçi yürüyüşü Balıkesir’de yapıldı. 22 Şubat’ta ilk büyük işçi mitingi elli bin kişi ile İzmir’de gerçekleştirildi. Netaş’ta çalışan 2650 işçi 18 Kasım’da, üç ay sürecek olan bir greve çıktı. Bu grev, işçi sınıfının cesaretini körüklemiş ve sendika bürokrasisini aşacak bir enerjiyi ortaya çıkarmıştı. Peşi sıra alınan grev kararları ile ANAP köşeye sıkışmaya başlamıştı. Türk-İş her ne kadar Eylül ayında ANAP’a oy verme çağrısı yapıyorsa da taban radikalizmi bürokrasiyi de peşinden sürüklüyordu. 18 Mart 1987’de Petrol İş’in 4 bin işçisi, 2 Temmuz’da Demiryolu İşçileri Sendikası’nın iki bin işçisi grev kararı aldı. 1989 ile birlikte işçiler ülkenin dört bir yanında iş yavaşlatma, yürüyüş, yemekhane ve servis boykotu, vizite eylemi, sakal bırakma ve yarım bıyık eylemleri ile enerjisini topladı. 1989 yılı aynı zamanda 1 Mayıs yasağının da delindiği, Taksim’e yürünen ilk yıl oldu. Karabük ve İskenderun demir çelik fabrikalarının 24 bin işçisinin aylardır süren eylemlerinin sonunda 4 Mayıs’ta greve çıkması ile bütün ülkede işçi sınıfı büyük bir rüzgâr yakalamış oluyordu. Kamu işçilerinin başını çektiği bu eylemlerde toplam 600 bin kişi greve çıkmış, bir buçuk milyon işçi eylemlere katılmış, Türk-İş’in 900 yöneticisi taban basıncı ile değişmişti. İşçi düşmanı Özal başta bu eylemlere prim vermez pozları takınırken grevden sonra %140 zam yapmak durumunda kalmıştı.
İşçi sınıfı artık sendikal ve siyasal kabuğunu kırmaya aday idi. 26 Mart 1989’da yapılan yerel seçimlerde bir zamanlar ANAP’a oy vermiş emekçiler, bu kez iktidara büyük bir hezimet yaşattı. Seçimlerin kazananı %28 oy ile burjuva sosyal demokrat çizginin temsilcisi SHP oldu. SHP, sınıf mücadelesi dalgası ile İstanbul, İzmir, Ankara başta olmak üzere 39 ilin belediyesini aldı. DYP %25, ANAP ise ancak üçüncü sırada %21 oy alabildi.
Zonguldak Madencileri’nin Mücadelesi ve Çözülüş
ANAP’ın büyük hezimeti sonrası düşüşünü hafifletmek ve parlak bir şekilde kariyerini bitirmek isteyen Özal, Ekim 1989’da cumhurbaşkanı oldu. Yerine gelen Yıldırım Akbulut ve Mesut Yılmaz da sona yaklaşan yolda ANAP’ı kurtaramayacaktı; çünkü emekçiler sokaklardan halen çekilmemişti. 1990’a gelindiğinde Zonguldak maden işçilerinin sesi yükselmeye başlamıştı. 30 Kasım’da grev önlüklerini giyen on binlerce işçi grevin 35. gününde aileleri ile birlikte Ankara’ya doğru Büyük Madenci Yürüyüşü’nü başlattı. Bu devasa eylem bütün ülkeyi emekçilerin etrafında birleştirmişti. Her geçtikleri şehirde binlerce yeni kişinin katıldığı eylem, Demirel hükümetine ve işçilerin “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” dedikleri Özal’a yönelten öfkeyi birleştiriyordu. Ancak 6 Ocak 1991’de Genel Maden İşçileri Sendikası liderliğindeki (sendikaya aldırdığı Jaguar nedeniyle ‘Jaguarcı Şemsi’ adıyla da bilinen) Şemsi Denizer’ in Mengen’e varıldığı sırada hükümetle anlaşması sonucu beş yüz bin kişilik eylem ihanetle sona erdirildi. Yine zafer dönüp dolaşıyor bir önderlik noktasında kilitleniyordu.
Bu büyük emekçi uyanışı alternatifsizlikler içinde SHP’yi öne çıkardı. Ancak SHP, DYP ile iktidar ortağı olduğu dönemde hem emekçi düşmanı politikaların altına imza atarak hem de Kürtlere, Alevilere, devrimcilere karşı yürütülen kirli savaşa ortak olarak kitlelerin 1980’den sonra sola dönen yüzünü bir kez daha çevirmesine neden olmuştu. Sosyal demokratlar İSKİ Skandalı ile en üst noktasına ulaşan bir dizi yolsuzluk ile sola olan bütün güveni yerle bir edecek ve adil düzen sloganıyla hazırda bekleyen Milli Görüş’çü Refah Partisi’nin güçlenmesini kendi elleriyle hazırlayacaktı.
DERSLER
1989 yılı bugüne dair derslerin yılıdır. Emekçi sınıfların tarih sahnesine çıktığında en güçlü iktidarları bile nasıl devirdiğinin dersleri ile doludur. 1989 Mart’ında yerel seçimlerde ANAP’a yaşatılan hezimet sınıf mücadelesinin doğrudan bir ürünüdür ve bu yönüyle toplumsal tabanı güçlü olduğu yanılgısına kapılan bir iktidarın eriyişine neden olmuştur. 2014’ün Mart’ındaki yerel seçimlerde de eğer AKP’yi hezimete uğratmak istiyorsak 89’un dersleri ile hareket etmek gerekmektedir. Bu derslerden ilki, AKP’yi topyekûn tarih sahnesinden silmenin tek yolunun sınıf mücadelesinden geçtiği ve bütün ülkede birleşik bir işçi cephesinin bunu yapmaya muktedir olduğudur. Bütün suni ayrımların dışında tıpkı şu an Yatağan işçilerinin yaptığı gibi bir emek hareketi etrafında emekçi halk kenetlenebilir. Ancak 89’dan çıkarılan ikinci ders de AKP’yi devirecek gücün siyasi niteliğine dair olmalıdır. ANAP’ı devirdikten sonra ortaya çıkan boşluk, emekçileri SHP’ye yönelttiyse de; sosyal demokrasinin piyasacılığı, SHP’nin sol etiketi nedeniyle yine sola uzun süreli bir saygınlık kaybı yaşattı. Nitekim 1995’te Erbakan %21 oy alarak birinci parti oldu. SHP ise tarihe karıştı. Şimdi de AKP’yi yenmek adına CHP’ye göz kırpmak benzeri bir hezimeti sola yaşatacaktır. Bu yönelim emekçi halka yapılabilecek en büyük kötülüktür, mücadeleye ihanettir. Hele ki Mustafa Sarıgül gibi karanlık ilişkilerin içinden gelmiş ve rant ilişkilerinden beslenen bir belediyeci, AKP’nin yolsuzluklarına karşı sokaklara çıkan kitlelere ne verebilir? Dolayısıyla bugün sosyalistlerin CHP ile yan yana durması hele ki bunu Haziran Direnişi’nden sonraki Türkiye’de yapması, radikal bir direniş kuşağını Sarıgül’ül kucağına itmek olacaktır.
Kısacası sınıf mücadelesini merkeze koymak, AKP’nin yerel seçimlerde hezimetini de sağlayacak olan şey olacaktır ve düşüşünü de hızlandıracaktır. Ancak sosyalistler AKP’nin karşısında bir alternatif yaratmadığı takdirde her anlamda AKP ile yarışmaya hazır bir CHP’ye emekçileri kendi elleriyle teslim etmiş olacaktır.