Kriz Fırsatçılığı – Elif Altunay

 

Bir süredir ayak seslerini duyduğumuz, yakın zaman önce kapımızı çalan ekonomik krizin sarsıntılarını yaşamaya başladık. Tüketim ürünlerinin tamamına yapılan zamlarla hayatımızı doğrudan etkilemeye başlayan ve çok büyük bir kriz olacağı yönündeki öngörülerle tedirginlik yaratan bir süreçle karşı karşıyayız – hatta emekçiler olarak zorluklarıyla başbaşayız.

Erdoğan, Albayrak ve tüm iktidar tayfasının telkinleri ”dış mihrakların oyununa gelmeden, krizi milletçe elele göğüsleyerek def etme” yönünde seyretse de, bugün kurtarıcı ve eyleyici boş lafların altında yakıcı gerçekler yatıyor. Krizin faturası da, hayatın tüm bedelleri gibi emekçiye ödetilmek isteniyor. Hem de sırt sıvazlayarak. Her sıkıştığında ‘hepimiz aynı gemideyiz” yalanı ile duygu sömürüsü yaparak günahlarının bedelini yoksul emekçiye ödetmeye çalışan Erdoğan yine aynı yöntemle sıyrılmaya çalışıyor. Tabii ki sermaye ile omuz omuza yapıyor bunu. Üstelik işin başından beri iktidar tayfası öyle bir tavır takınıyor ki, sanki AKP’nin 16 yıldır yürüttüğü birbirinden rezil ekonomi politikaları krizi hazırlamamışçasına: Bu denli derin bir ekonomik krizi bir rahip sorununa indirgemeler, tüm suçu Trump’ın üstüne atmaya çalışıp konuyu milli sosa bulamalar, “enflasyon” bu ülkeye düşman olduğu için kendi kendine yükseliyormuş gibi hasım ilan etmeler, konuyu dönüp dolaşıp FETÖ’ye bağlamalar havada uçuşuyor. Tüm yardakçılar da aynı yolu takip ediyor tabii.

Albayrak’ın geçtiğimiz ay açıkladığı ”Enflasyona karşı topyekun mücadele” ise bunun ironik bir örneği. Ülke tarihinin en büyük krizine ”hepimize karşı yapılan çirkin bir saldırı” süsü verilmesi trajikomik durumlara sebep oluyor. Tüm sorunun zam yapma peşinde koşan bir düzine toptancının fırsatçılığından kaynaklandığı yalanı daha ne kadar devam edebilecek belli değil. Bir yandan doların 5.5’lara düşmesine ”ilerleme, düşman çatlatma” değerlendirmeleri yapacak kadar komik durumlara düşüldü. Daha geçen sene 3.60’larda olan doların bu seviyeye gelmesi üstü örtülebilecek birşey değil. Peki krize karşı gerçekten topyekun mücadele mi etmeliyiz? Krizden nasıl çıkabiliriz? Krizden çıkmak herkes için aynı sonuçlara mı denk geliyor?

Krizi Fırsata Çevirmek mi?

Ekonomik krizin sonuçları her toplumsal sınıf için aynı değil. Yoksul bir emekçi kriz döneminde türlü sıkıntılarla boğuşurken sermaye sınıfı içindeki tuzu kurular bu durumu da kâr kapısı olarak görebiliyor. 2016 yılında dünya basınına da konu olan bir örneği hatırlayalım: Yunanistan’daki kriz ülke halkına zor günler yaşatırken Çin sermayesi bunu fırsat bilerek en büyük Yunan limanı olan Pire Limanı hisselerini satın almıştı. Özelleştirmeye haftalarca direnen liman işçileri ve orada kalan mülteciler, ağır polis saldırısına maruz kalmıştı. Patronlar için krizin fırsata dönüştüğü tek alan bu değil ne yazık ki.

Zaten zor koşullarda çalışan emekçiyi daha fazla köşeye sıkıştırmak için de ele geçmez bir fırsat. ”Bu krizde insanlar iş bulamazken sen iş mi beğenmiyorsun? Dışarıda senin yerinde olmak isteyen milyonlarca işsiz var.” tehdidi emekçinin hak gaspını meşrulaştırmaya yarayan bir araç olarak kullanılıyor patronlar tarafından. Zaten bir işyerinde “küçülmeye gidiyoruz” cümlesinin kendisi bile insanların “göze batmayayım yoksa beni atarlar” korkusunu yaşaması için yeterli. Bir yandan da iflas eden orta ve küçük ölçekli şirketler, krizden sağlam çıkan sermaye açısından batan geminin malları kıvamında.

Peki Çözüm Nerede?

Hükümetin krize çözüm diye attığı adımlar, 16 senelik politikalarından farksız. YEP (Yeni Ekonomi Politikası) adıyla sunulan ve çözüm yaratacağı iddia edilen paket yoksulu ezmenin güzellemeye çevrilmiş halinden başka birşey değil. Korkut Boratav’ın ”IMF’siz bir IMF programı” diye bahsettiği pakette emekçinin sırtına basarak sermayeyi ve iktidarı rahatlatma adına ne ararsanız var: emekli haklarını ve kıdem tazminatını tırpanlama, özel sektör ve serbest piyasaya destek…

McKinsey, IMF, YEP veya başka herhangi “patronları kurtarma” önerisi bizler için paçavradan başka birşey olamaz. Halihazırda IMF’in kapısını çalan ülkelerin halini görmek mümkün: Yunanistan IMF’e olan 1.6 milyar dolarlık borcunu ödeyebilmek için senelerce halkın sırtına bindi durdu. Birkaç ay önce IMF’e giden Arjantin’de ise durum günden güne kötüleşiyor, Macri hükümeti IMF’in şartlarını yerine getirebilmek için tabiri caizse halkı açlıkla imtihan ediyor. Bu paketlerin bizlere üstü kapalı olarak söylediği şey şudur: ”Bizler hükümet ve sermayedarlar olarak kendi yarattığımız bu krizden çıkmak istiyoruz ama bunu yaparken bedel ödemek istemiyoruz. Bu işi her zaman yaptığımız gibi, yoksuluk sırtına basarak çözeceğiz. Normal şartlarda işten atamadığımızı krizi bahane ederek atacağız, batan orta ve küçük ölçekli şirketleri bünyemize katarak büyüyeceğiz, paramız yok bahanesiyle borçlarımızı erteleyeceğiz, siz de zamlarla ve işsizlikle boğuşarak krizin faturasını ödeyeceksiniz. Bir de şartlardan faydalanıp sermayeyi büyütürsek ne ala!” Öneri olarak sunulan yöntemlerin adı ”krizden çıkış” olsa da, asıl amaç bu işi bir sistem krizi haline getirmeden, sistemin egemenlerini en hafif hasarla işin içinden sıyırmaktan ibarettir. Bu da ülkedeki milyonlarca emekçiye ölümü gösterip sıtmaya razı etmektir.

Önümüzdeki tablo su götürmez ölçüde net ve yakıcı: Emekçinin satın alma gücü günden güne azalıyor. Ülkedeki milyonlarca insanın işten çıkarılma korkusu ile yaşamasının yanında çalışanlar da maaşlarıyla temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyor. Açıklanan enflasyon değerleri ile halkın yaşadığı ekonomik darboğaz arasındaki çelişkisi trajikomik düzeyde. Geçtiğimiz yılın %14’lük asgari ücret zammı, gıdaya ve tekstile gelen %40’larda seyreden zamların altında ezildi, hiçe döndü. Hiçbir şey yokmuş gibi üstü örtülmeye çalışılan bir tablonun altında oğluna pantolon alamadığı için intihar eden bir baba, “insanca çalışmak ve yaşamak istiyoruz” dedikleri için tutuklanan havalimanı işçileri ve sayısı her gün artan milyonlarca üniversiteli işsiz yatıyor. Erdoğan yıllarca ekonominin altını oyarak ülkeyi uçuruma getirmeyi başardı.

Peki çözüm paketleri de krizin kendisinden farksız değilse bizi burdan kim kurtaracak? Düzen içi çözümün mümkün olmadığı gerçeği iyiden iyiye kendini belli etmeye başladıysa, işler sistem için tehlikeli haller almaya gidiyor demektir. Burada kilit görev yine sosyalist unsurlara düşüyor. Rasyonel bir değerlendirme yapmak gerekiyorsa, öncelikle ülkenin muhalefetinin ana gövdesine eleştiri getirmek şart olur. Yıllardır sosyalist hareketin ezici çoğunluğu, asıl görevlerinin emek siyaseti yapmak olduğunu unutup postmodernizmin peşine takılarak kimlik siyasetine endekslenmiş durumda. Sosyalist hareketin bir kabuk değiştirmesinden başka bir çıkış yolu yok. Sistemin bu denli çıkmaza girdiği tarihsel süreçleri doğru değerlendirmek, ana devrimci görevdir. Bu bilinçle sosyalistlerin “ayrı yürüyüp birlikte vurmak” şiarını benimsemesi, emek siyasetini ulaşabildiği her yere ortak bir kampanyayla götürmesi, üzerinde ölü toprağı duran tüm muhalif unsurlara canlanma getireceği gibi tarihin akışını bu topraklar için çok umutlu bir yere doğru değiştirebilecek potansiyeller yaratacaktır. Arjantin’deki sosyalistlerin yaptığı gibi yoksul emekçi milyonlara önderlik edip sokak sokak, mahalle mahalle hep bir ağızdan ”Krizin faturasını biz ödemeyeceğiz!” diye güçlü şekilde haykırmak, uzun zamandır özlemini duyduğumuz canlanmayı da, aradığımız çıkışı da önümüze getirecek yegane çözüm.

KATEGORİLER