AKP İçin Sanat: Yık ve Bırak – Derya Koca

Erdoğan yeni bir rejim tesis etmek konusunda referandum engelini de öyle ya da böyle aştı. 16 Nisan’ın temeli 15 yılda atıldı. 15 yılın temelini atmak için ise 1970’lerde yola çıkıldı. Yani tüm bu uzun yol baştan sona bir hegemonya savaşımı. Yeni bir otoriter rejim tesis etmenin koşulu bu. Yeni bir hegemonya yaratma kabiliyeti. Kitleleri kendi hedefleri etrafında mobilize etme becerisi.

Yeni bir rejim kurmak, eski olana meydan okumakla başlar. Kitlelerin ruhu, dünyaya bakışı bu nazardan yeniden kurulmalıdır. Tüm totoliter rejimlerin arkasında benzer hikayeler vardır. Özellikle Naziler örneği, kitlelerin geniş desteğini kazanmak için bu kuralın en başarılı uygulanmış biçimidir. Otorite, liderlik kültü, eskinin saldırganca karalanması ve silinmesi olmaksızın tarihsel kopuş anlamına gelen bu tür rejimler tesis edilemez. Her yönüyle toplumsal hayata müdahale etmeden de bu zincir tamamlanamaz. Kültürel ve sanatsal öğeler siyasetin hizmetine sokulur. Geçmişle bağı koparmış, tarihe taklalar atlatmış yeni bir rüzgar alır yürür. Geçmişin gölgesinden bugünün sultasına altın varaklar dökülür. Siyasi kabiliyetleri dışında hiçbir şeyi olamayan basit ve kaba bir kabadayıdan yüce bir lider üretmek ancak bu ruh yaratılarak mümkün olur. Liderin yüceliği, onun şaşmaz, düşmez-kalkmaz, hatasız, günahsız kişiliği etrafında tek adam sultası “milletin iradesi” adıyla pazarlanır.

AKP’nin yeni rejim kurma hedefleri ile bu yeni rejimi taşra tutuculuğuna, eğitimsiz, sanatsız, kültürsüz bir kitleye dayandırması gerçekliği arasındaki çelişki referadum sonuçlarında iyice görünmüş oldu. Yenisini üretemediğiniz yerde, eskisinin bıraktığı boşluk temelinizde gedik açar. Hegemonya sarsılır. Kültürel alanın istatistiksel olandan daha büyük bir gücü temsil ettiği gerçeğine toslarsınız. Yeni dindar nesiller üretmek ve ucuz ara eleman yetiştirmek gibi tarihsel hiçbir ilerleme ifade etmeyen motivasyonla eğitime el atarsanız sonuç, dünyanın en kötü eğitim notu ile oturuverirsiniz.

Otoriter Rejim Ve Sanat

Bugünün otoriter rejim tesis sürecinde tipik bir örneği yaşıyoruz. Dalkavukluk, karaktersizlik, kişiye tapma ve bu yolla elde edilen para, makam, mevki insanın en geri halini dünyada zuhur ettiriyor. Eskiden soldan giden, bir rüzgarla sağa savruluyor. Amele Pazarı’nın siyah beyaz fotoğrafını çeken Ara Güler, Saray’larda ağırlanır oluyor. Kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen ve kendi çıkarı için her yalanı, her riyakarlığı yapabilen burjuva ahlakın bu en aşağılık biçimi tepedeki çürümeyi topluma yayıyor. İnsani değerler ayaklar altına alınıyor.

Sanatın kitleleri etkileme gücü iktidarlarca, hele ki yeni rejim kurmak için ortaya çıkan diktatörlerce çok yoğun kullanılmıştır. Almanya gibi ileri bir sanayi ülkesinin yüzyıllara dayanan sanatsal birikimine yaslanan bir Führer iseniz iktidar yalakası bir “sanatçı” çevresi yaratmanız çok zor olmayabilir. Devasa mimari yapılar, besteciler, heyketraşlarla ülkeyi faşist sanat galerisine dönüştürebilirsiniz. Ama az ve geç gelişmiş bir ülkenin zaten burjuva sanatı bile gelişmemiş bir ülkenin “reisi” iseniz işiniz zor. Cılız bir burjuva gelişimin tarihsel ne heyecanı olacak ki kendisini sanatçıların ilham kaynağı haline getirsin ve bir sanat denizi yaratsın. Türkiye gibi ülkelerde tam da bu sebeple sanatsal yaratı; saygın sanatçılar ve eserler mücadele geleneği ile birlikte var oldu. Onun vadettiği dünyanın değerleri ile yoğruldu. Türkiye’de kaliteli sanatçı ve aydınlar hep sol ile özdeşleşmiş isimler oldu. Bu değerlerin ve duruşun yarattığı hegemonyanın içinde yer aldı. Çünkü sanatın kendi doğası özgürlüğe ve hesapsızca üretmeye dayanır. Bu da sanatın doğal olarak solun içinde var olmasına sebep olur. Sanatçı devrimci, solcu olmasa bile kendi varlığını burada görecektir.

AKP döneminde, kendisini piyasaya, her türden alçalmaya ve alçaklığa dayandıran; dalkavukluğun pirim yaptığı, biat edenin ödüllendirildiği bir rejimde sanatın da ruhuna fatihalar okundu. Bu ödüllerin büyüklüğü, ters yönden esen rüzgarın gücü çok bilinen isimleri bile savurdu. Tüm televizyonlar, büyük şirketler: yani yeni bir kültür ve ideolojik bombardıman dolu yapımları finanse etmek için her şey ellerinde. Evlere giren televizyon, “ecdadın” zaferleri ile milyonları yaşamının çilesine rağmen “zaferden zafere” koşturmakta. Paranın, lüksün, sonradan görme zevksizliğin norm haline gelmesi ile ekranda ultra zengin aileler, yatlar, katlardan ibaret bir emlak reklamına dönen diziler peyda oldu. Bu çürümüşlük dünyasında insanî değerler görünmez oldu. Yalanın, ayak kaydırmanın, üç kağıdın, riyakarlığın, rekabetin her türlüsü saatlerce izletilmekte.

Nefretle heykelleri yıktıran, estetik değeri tartışılmaz heykelleri meydanlardan kaldırtan bir cürret yıkmasına yıkıyor ancak yerine bir şey koymayı da beceremiyor. Böyle bir becerisi yok. Sanatçı değil, “ünlü” demenin daha doğru olduğu birtakım ikbal avcısıyla bir iki poz vermek yeter mi? Yetmiyor. Ismarlama işlerin ruhu da olmuyor. İtalyan Marksist Gramsci Hapishane Defterleri’nde şöyle der: “Bir partinin tarihini yazmak, monografik bir bakış açısıyla bir ülkenin genel tarihini yazmak demektir.” Bu sözü, Reis filmi için de aynen kullanabiliriz. Bu film, sanatın ülkedeki kaderine dair bir tarihi anlatmakta. Türlü tarihsel çarpıtma dolu. Tam bir mit üreticiliği. Uydurma, basit ve başarısız. Yönetmeni bile galasına gitmedi. Set işçilerinin ücretleri ödenmedi. Çekim sekteye uğradı. Gişede tam bir felaket oldu. Para ile her şeyi yaptırırız sandılar, olmadı.

Sanattan da sanatçıdan da haz etmiyorlar. Baleye bel altı deniliyor, heykeller yıkılıyor, galeriler içkili olduğu için eli sopalı yobazlarca basılıyor, tiyatro ve sinemaya sansür uygulanıyor, muhalif sanatçılar görevinden alınıyor. Okullardaki ve üniversitelerdeki konser ve şenlikler yasaklanıyor. Sanata ve sanatçıya düşmanlığının temel sebebi üretmenin temelinde özgür düşüncenin yatması. Soyut düşünme; soyut düşünce ise herkeste farklı şeyler uyandıran, kontrol edilemeyen üretim demektir. Hatta tam da bu sebeple, kübizm, sürrealizm gibi akımlar Nazi Almanya’sında da Stalinizm altındaki SSCB’de de afaroz edildi. İstenmeyen düşünceler, büyük hayaller, “ucu nereye varacağı belli olmayan” yoruma açık şeyler sansürlendi, hatta yok edildi. Çünkü sanatın işlevi otoriterlik altında olsa olsa övme makinası olabilir. Troçki, “Sanat, kağıttan yapılmış bir uçurtma gibi havalara çıkar ve dünyadaki bütün sorunları sisli bir umursamazlık içinde gözden kaybedebilir. Ama bu zavallı ‘özgür’ sanat bulutlara çıksa bile yine de kuvvetli bir iple toprağa bağlıdır. İpi elinde sımsıkı tutan da softadır.”(1) der. Sanatı kendi zamanının zincirlerinden, softanın elindeki ipten kurtaracak olan ise büyük ideallerdir. Maddi çıkar ve başarı beklentisi olmaksızın üretmek, bayağılıktan nefret etmek, doğru olanı tutkuyla aramaktır.

Ne şan, ne şöhret arzusu ne de kişisel yeteneğin tek yönlülüğü büyük sanatçılar çıkartmaya yetmez. Rusya’da on yıllarca devam eden devrimci gelenek işte tam da böyleydi. Çarlık otokrasisinin altındaki aydınlar bir direniş edebiyatı açığa çıkardı. O eserler, Bolşevik kuşakları besledi. Bugün de Türkiye’de durum aynı. Devrimci kabarıştan ve özgürlük düşünde devleşen 60’lar ve 70’ler kuşakları sayısız isim çıkarttı. Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz, Tarık Akan, Kemal Sunal, Zeki Ökten, Cem Karaca, Ruhi Su, Yaşar Kemal ve onlara da kuşaklar öncesinde ustalık eden Nazım Hikmetler, Sabahattin Aliler… Hepsi de insana ait olana değer verdi. Halkın gönlünde taht kurdu. Bu yıllarda sanat öylesine emekçilerin gerçekliği tarafından kuşatıldı ki, halk kendisinden olanı öylesine benimsedi ve ona öylesine sahip çıktı ki Kemal Sunal gibi aslında politik aktif bir duruşla pek özdeşleşmemiş usta bir oyuncunun en büyük rolleri köylüler, işçiler ve yoksullardı. Dönemin yönetmenleri yeni kentli yoksullara kendilerinden şeyler sundu. Kameralar karşısında tarafını seçmiş insanlar vardı. Senaryolarını halkın öyküleriyle örmüş senaristler, üzerlerinde grev önlükleriyle jönler, sansüre karşı yürüyen sanatçılar vardı. Halk, bu yüzden bu günlerde her birini tek tek yitirdiğimiz sanatçıları çok sevdi. Şimdi ise bu hikaye bambaşka.

Sanatta Kuraklaşma

Türkiye’de her şeye rağmen bu dalkavukluk kervanına katılmayan ve iyi işler yapan başarılı yazarlar, sinemacılar, tiyatrocular var. Olmaya da devam edecek. Fakat onlar da AKP’nin sanatı ve sanatçıları dev kültür endüstrisi şirketlerinin “insafına” terk etmiş durumda. Devlet tiyatroları özelleştirme tehlikesinde, kitaplardan alınan vergi tam %8 (bu oran dini kitaplarda sadece %1!), sinema tamamen tekellerin eline teslim edilmiş durumda. Eğitim çöpe dönüşmüş, dünyada en çok televizyon izleyen ikinci ülkeyiz. Ve bedava eğlence ve haberleşme aracı olan televizyonlar AKP yandaşlarının elinde; ortalık Osmanlıcı hamaset dolu saçmalıklardan geçilmiyor. Havuz medyasının ahvali herkesin malumu.

Ülkede emekçilerin başına gelen ne varsa sanatın ve kültürün de başına o geliyor. Yaşam koşulları öylesine ağır, piyasa bu alana öylesine çöreklenmiş durumda ki bir işçi ailesi için sadece yaşama bakış açısı itibariyle değil, maddi olanaklar itibariyle de sanatsal faaliyetler imkansız hale gelmiş durumda. Ocak 2015’te yapılan bir ankete göre, ülkenin %45’i hiç kitap okumuyor, – %96’sı hiç opera ve baleye gitmemiş, %73 konser yüzü görmemiş, % 80’i tiyatroya ve %56’sı sinemaya hiç gitmemiş(2). Açlık sınırının altında asgari ücret alan bir ülke için hiç de şaşırtıcı olmayan bir tablo.

AKP dönemi ile birlikte sanat ağacının köküne balta darbeleri art arda iniyor. Sinema üzerinden somut veriler ortaya koyacak olursak durum çok daha net anlaşılacaktır.

Tekelleşme Kıskacında Sinema

AKP için sanat sadece sektörel bir konu. Ve Türkiye sinema sektörü 2005’te sattığı bilet sayısını 27 milyondan 2015’te 60 milyon bilete çıkarmış durumda. Yani para dönüyor. Nitelik ise vahim. Çok sayıda yerli film üretiliyor. Öyle ki sinema sektöründe yerli filmlerin pazar payı %50. Bu rakam sinemanın çok gelişmiş olduğu Fransa’da %33. 2005’te 29 yerli film üretilirken bu sayı 2015’te 136 oldu. Şimdi burada bir duralım. Yılda 136 film oldukça şaşırtıcı bir sayı. Ne var ki bunların çok büyük kısmı piyasa için çekilmiş ısmarlama filmler. Oysa genç ve yetenekli çok sayıda yönetmenin çok başarılı işleri var. Ancak bunlara ulaşım neredeyse yok. Vizyondaki filmlerde ise herhangi bir nitelik yok. Tek derdi yapımcı ile sinema salonları sahipleri arasındaki çıkar ağlarına hizmet eden büyük kar getiren kolay izlenebilen, vasat filmler. Zaten bu filmler içindeki en karlı olanlar dışında sinema salonlarında kendisine yer bulabilen film yok. Kar getirmeyene salon da yok! Örneğin, 2015 yılının ilk haftasonu 2300 sinema salonunun 1700’ünde sadece 2 film gösterildi. Aynı dönemde Venedik’ten ödülle dönen Abluka 25, Altın Portakal ödüllü Sarmaşık ise 16 salonda yer bulabildi. Rakamlara devam edelim: Star Wars gibi dev bir yapım ABD’de gösterime girdiği hafta salonların sadece %10’unda yer bulabildi. Ama Türkiye’de “Düğün Dernek 2: Sünnet” filmi aynı anda tüm ülkedeki salonların %60’ında gösterime sokuldu(3). Oysa yurtdışında yine takdir edilen ve ödül alan Ali Aydın imzalı Küf filmi Türkiye’de sadece bir kopya ile vizyona girmişti! (Belirtmeden geçmeyelim, film İtalya’da 15 kopya ile vizyona girdi ve ciddi gelir sağladı) Bu rezilliğin arkasında ne var peki? Kısaca tekelleşme!

AKP döneminde kent merkezlerinin tüketim patlamasını tetikleyecek şekilde yeniden kurgulanmasının merkezinde oturan AVM’lerde sayısız sinema salonu açıldı. Bu salonlar, bağımsız salonların sonunu getirdi. 3 dağıtımcı firma sektörün %70’ine sahip olurken AVM’lerin neredeyse tamamının tepesine çöreklenen CineMaximum (Mars Grup) tüm seyircinin %52’sini elinde tutuyor. Çoluk çocuk milyonlarca insanın akın ettiği AVM’lerde seyirciyi garantilemek isteyen ve tüccar olmak dışında sinema ile hiçbir bağı olmayan şirketler yapımcılara çeşitli teşviklerle “gideri olan” filmler için büyük paralar akıtıyor. Dolayısıyla kendisine az sayıda seyirci getireceği garanti olan ve “festival filmi” denilen salon verilmeyen kaliteli filmler meraklısından da koparılmış oluyor. Böylece kalitesizlik genelleştirilmiş, doğallaştırılmış oluyor. Sonuç, Recep İvedik ve Reis filmi ile ülkenin tüm sinema salonlarına bulaşmış bir garabet! Kültür Bakanlığı’nın aslında projeler için ayırdığı ancak tozlanmaya bıraktığı bütçe, sansüre uğrayan sayısız film, tek tek kapanan tiyatro salonları, müzik endüstrisinin günübirlik sanat müsvetteleri ile bütünlüklü bir bakışa burada ne yazık ki yer yok.

Mutlu Son

Mutlu sonla biten hiçbir filmde karakterler yan gelip yatmaz. Yaşar Usta patronun üstüne yürür, dayanışma ve özveri ile mutlu son yazılır. Bugün de mutlu son yazmak için bundan başka yolumuz yok.

Sanata, kültüre, insani değerlere doğalında bağlı olan hiçbir insani faaliyet kendinden menkul bir savaşım veremez. Sanat kendi kendisini kurtaramaz. Toplumsal mücadeleler; yani bugün bizim diktaya karşı vereceğimiz, zalimlerin bu cürretine cesaretle karşı geleceğimiz mücadele sanatın da akıbetini belirleyecek.

Baş eğmeyen sanatçılar da bu mücadelenin taşıyıcılarından olacak. Sanat, kendisine sadık olduğu sürece, devrimin en sıkı müttefiki olacak.

1-Isaac Deutcher, Silahlı Sosyalist, Sf 73, Alfa.

2-http://t24.com.tr/haber/bu-anket-dogruysadurum-vahim,282452

3-İstatistikler, Kapalı Gişe: Türkiye’de Tekelleşen Film Dağıtımı belgeselinden derlenmiştir

KATEGORİLER
ETİKETLER