40.Yılında 1968: Türkiye Devrimci Geleneği (1) – Emre Güntekin
Bu yazı ilk kez 2008 yılında Marksist Bakış dergisinin 15. sayısında yayımlanmıştır.
40.yılını geride bırakan 68 dönemine dünyada ve Türkiye’de damgasını vuran sosyal hareketliliklerin niteliği tartışma konusu yapılmaya devam ediliyor. Burjuva yazar-çizer takımınının da ilgisiz kalamadığı bu tartışmalar genelde bir yerleri budanarak, 68 gençliğini bu kadar öne taşıyan sınıf mücadelesinden ve tüm dünyada gelişen devrimci uyanıştan kopartılarak kısır bir şekilde ele alınıyor. Bu tartışmalar ya Deniz Gezmiş’lerin Kemalizminde ya da 68 gençliğinin maceracı-romantik eğiliminde kilitlenip kalıyor. Halbuki 68 hareketinin ve Denizleri, Mahirleri bu denli efsaneleştiren uyanışın altında burjuvazinin duymaktan, hatırlamaktan bile korktuğu radikal sınıf mücadelesi yatıyor. Bu mücadelenin Saraçhane Mitingi’yle başlayıp, 15-16 Haziran’la zirve noktasına ulaşan gelişimi içerisinde toplumun alt sınıfları sosyalist düşüncelerden etkilenmiş ve geniş halk kitleleri sosyalist örgütlenmeler etrafında mücadeleye atılmışlardır. Fakat 60’lı yılları bu yönde bütünsel bir bakış açısıyla ele almayan yaklaşımlar, tüm dünyayı sarsan 68’in içini boşaltmaktadır. Bunun önüne geçmek adına Türkiye devrimci hareketinin en başından itibaren geçirdiği ideolojik dönüşüme, örgütlenme anlayışına ve sınıf hareketiyle olan ilişkisine bir yorum getirmek bu yazının temel işlevi olacaktır.
TKP ve Mirası
Türkiye’de devrimci Marksizmin örgütlü anlamda ilk temsilcisi Mustafa Suphiler öncülüğündeki TKP olmuştu; fakat daha yolun başındayken Mustafa Suphi’nin başını çektiği parti önderliği Kemalist iktidar tarafından katledilmişti. Bu katliamla birlikte TKP’nin bizzat Ekim Devrimi, iç savaş ve Komünist Enternasyonal deneyimlerine sahip önder kadrolarının bıraktığı boşluk doldurulamadı. Sonraki süreçte SSCB’de işçi iktidarının Stalinist bürokrasi tarafından boğulmasına ve Ekim Devrimi’nin hafızasını taşıyan Bolşevik kadroların temizlenmesine paralel olarak tüm dünya komünist partilerinde benzer temizlikler yaşandı. Türkiye’de bu kuşakları temizleyen Stalinistlerden önce Kemalistler oldu ve TKP Komintern’in bir uydusu konumuna getirildi. 1930’larda tüm dünyada “ılımlı” burjuva iktidarlarla girilen ittifakların bir benzeri Türkiye’de yaşandı ve TKP Kemalist iktidarın çıkarları doğrultusunda şekillendirildi. İdeolojik alanda Mustafa Suphilerin miras bıraktığı devrimci Marksist gelenek, Kemalizm-Stalinizm bulamacı bir ideolojiyle yer değiştirdi, pratik alanda da Kemalist iktidarın çıkarları doğrultusunda tavırlar geliştirildi. Örneğin, defalarca katliama uğrayan Kürtler üzerine tek bir kelime edilmedi, ezen ulus şovenizminin suyuna gidildi. Kurtuluş Savaşı için destan yazan Nazım Hikmet’in, yaşanan katliamlarda en ufak bir dize yazmaması bile bunun en basit örneğidir. Yani, bu dönemin önder kadroları şefik Hüsnü, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belliler bir yandan Kemalist iktidarın zindanlarında yatarken, siyasi faaliyetlerinde bu iktidarın savunucuları oldular. TKP’de yaşanan bu köklü dönüşüm sonucu oluşan politik çizgi, 1960’lı yıllarda oluşacak örgütlenmelerin ideolojik yapılarının oluşmasında önemli rol oynadı.
Bir Dönüm Noktası: 27 Mayıs Darbesi
Türkiye tarihinde tek parti diktatörlüğü ve DP iktidarı altında geçen dönem sosyalist örgütlenme açısından karanlık bir zaman dilimini ifade etmektedir. Bu dönemde Türkiye’nin ABD ile yakınlaşması sonrası tekrar faaliyete başlayan dar TKP örgütlenmeleri, tutuklamaların ardından tamamen dağıtıldılar. 1960’ların başlarında Türkiye’de kapitalizmin gelişimine paralel olarak işçi sınıfı kendini hissettiren bir uyanış içerisine girdi. Ayrıca 27 Mayıs’ın bir ürünü olan 1961 anayasası işçi sınıfına eylem ve örgütlenme konusunda kısmi özgürlükler getiriyordu. 1961 anayasası bu yönüyle darbecilerin o dönem için ihtiyacını duydukları toplumsal meşruiyetin kazanılması amacına hizmet ediyordu. Fakat bu durum burjuvazinin işçi sınıfına ve toplumsal muhalefetin diğer kesimlerine dikensiz gül bahçesi yarattığı anlamına gelmiyordu. En basitinden anayasada siyasal amaçlarla grev yapılması yasaklanıyor, bir yandan toprak reformu dillendirilirken, toprak reformu yasalarla imkansız hale getiriliyor ve Türkiye’de devrimci mücadelenin en hareketli olduğu dönemlerde katliamların, kirli savaşın sorumlusu Milli Güvenlik Kurulu bu anayasayla siyaset sahnesine çıkıyordu. Bu gerçekliğe rağmen, Türkiye’de sol 27 Mayıs darbesini değerlendirirken büyük illüzyonların etkisi altındaydı.
Türkiye solunun 27 Mayıs’a yaklaşımı incelendiğinde, sınıf işbirlikçiliğinin, işçi sınıfının bağımsız siyasetini egemen sınıflara terk etmenin tipik örnekleri görülmektedir. Darbeden sonra boy gösteren küçük burjuva-reformist kaygılar, toplumsal devrimin önderliğini orduya bırakma eğilimi, sol içerisinde ciddi bir zaafiyetin belirtileri olmuştur. Gerek eski TKP’liler olsun gerekse Mehmet Ali Aybar gibi siyasal Program içerisinde işçilerin emekçilerin bağımsız siyasetinden ne kadar bahsedilse de bu retorikten öteye gidilemez. Değil TİP, Türkiye solunun hiçbir unsurunda böyle bir açılımı gerçekleştirebilecek devrimci Marksist bir eğilim bulunmamaktaydı. Muğlak ve eklektik ideolojik tutumuyla TİP, geleceğin sosyalist örgütlenmelerinin nüvelerini de içerisinde barındıran bir çatı durumuna gelecekti.
YÖN Dergisi ve “Sol” Cuntacılık
TİP’le birlikte 1960’ların ilk yarısında ortaya çıkan bir diğer önemli siyasal hareket de 20 Aralık 1961’de yayın
hayatına başlayan YÖN dergisiydi. 1930’lu yılların Kadro dergisinin Kemalist-milliyetçi çizgisini kısmi farklılıklar dışında sahiplenen Doğan Avcıoğlu önderliğindeki YÖN dergisi, 27 Mayıs darbesinin hedeflediği reformların tutarlı bir şekilde yapılmasının ve ordu içerisinde 27 Mayıs darbesini daha ileriye taşıyacak yeni bir radikal ordu hareketinin ideolojik arka planını hazırlayan bir aydın hareketiydi. TİP ile YÖN hareketi arasında söylemsel bazda ciddi farklılıklardan söz edilemez. Hızlı kalkınma, devletçilik, bağımsızlık, batılılaşma, aydınlanma vb. Bu kavramlar ve bunların ifade ediliş biçimleri her ikisi için de Kemalizm’in sol bir retorikle sunulmasından ibarettir. Ne var ki, programlarının ve söylemlerin bu kadar benzer oluşu; iktidara ulaşmada izlenecek strateji ve buna uygun düşen örgütsel formlarının da benzer olduğu anlamına gelmez. YÖN için asıl konu, dergilerinde ideolojik zeminini hazırladıkları sol cuntanın ne şekilde geleceğidir. Zira tüm çabalarını, gelecek tahayyüllerini buna bağlamışlardır. 27 Mayıs onlara göre yarım kalmıştır ve ancak sivil-askeri bürokrasi içerisinden yeni bir müdahale 27 Mayıs’ın görevlerini tamamlayarak, hedeflenen sosyal dönüşümleri tamamlayacaktır. Bunu, 22 şubat’ta Talat Aydemir’in darbe girişimi öncesi Doğan Avcıoğlu’nun ifadelerinden görebiliyoruz: “Türkiye, orduya dayanarak ve ordunun desteğiyle, gericiliği ve geriliği yenmesini bilecektir.”(1) Fakat darbenin yenilmesi sonrasında Avcıoğlu küçük burjuva hareketlerin üzerinde yükseldiği kaygan zemine nazire yaparcasına, darbeyi geri püskürten İsmet İnönü’den yana tavır aldığını şu şekilde ifade etmiştir: “Toplumun zinde kuvvetleri yeni bir ilerleme devriminin öncülüğünü yapacak olan liderin(yani İsmet İnönü’nün) işaretini sabırsızlıkla beklemektedir.”(2)
YÖN dergisinin meşrulaştırmaya çalıştığı olguların başında toplumda iktidarın elitist bir zümre tarafından alınması gelmektedir. YÖN’e göre Türkiye’de toplumun sınıfsal yapısı ele alındığında bu iktidarı alabilecek tek güç ordu ve sivil bürokrasiydi. O dönem sınıf mücadelesini yükselten, gelecekte yaşanacak patlamaların haberini adım adım vermeye başlayan işçi sınıfı YÖN’ün stratejisi içerisinde ancak bir süs olabilirdi. Programında sınıf savaşımının reddini Kemalizm’in “halkçılık” ilkesinin bir ürünü “kaynaşmış, sınıfsız, imtiyazsız bir kitleyiz” sloganlarıyla somutlayan YÖN hareketi, bu kaynaşmış kitle içerisinde işçilere ancak bir subayın arkasında yer veriyordu. Bu anlamda YÖN’ün çizdiği ideolojik perspektife göre sosyalizmden, işçi sınıfının haklarından bakmak, o aşamada “devrimci” yegane güç olarak görülen seçkinci asker-sivil tabakadan oluşan milli cepheyi dağıtmak anlamına geliyordu. Ancak şunu da belirtmek gerekir. 1960’ların başında yükselen sınıf hareketi ve özellikle Saraçhane Mitingi sonrası YÖN’de işçi sınıfının politik bir özne olarak toplumdaki yerini alacağının farkına varmışlardı. TİP’in sosyalist aydınlara kapısını açmasıyla birlikte güçlenmesi ve oluşan hareketliliğin örgütlenme sorununa verimli bir çözüm sunması YÖN çevresini bir parti kurma çabalarına sürükler. Özellikle Türk-ış’le birlikte yapılan işbirliğiyle örgütlenmeye çalışılan Çalışanlar Partisi’ne TİP’e alternatif oluşturması açısından da özel bir önem atfedilmekteydi. Fakat bu çabaların işçi sınıfını politikanın asıl öznesi haline getirmek niyetiyle harcandığını sanmak safdillik olacaktır. Asıl amaç YÖN’ün cuntacı perspektifine toplumsal bir taban oluşturmaktan ve oluşan hareketlilikten nasıl pay kaparım uyanıklığından başka bir şey değildir. Ayrıca yazının ilk kısımlarında da değindiğimiz gibi YÖN’ün tasarladığı iktidar anlayışı Ortadoğu’da ve gelişmemiş ülkelerde SSCB tarafından bol keseden “sosyalizm” payesi dağıtılmış Baasçı rejimlerin Türkiye versiyonuydu.Fakat, gelecek, YÖN’cülerin istediği gibi şekillenmedi ve yayına devam ettiği ilk beş yıllık süreçte girişilen iki askeri darbenin bertaraf edilmesi, TİP’in 1965 seçimlerindeki başarısı ve sol üzerinde kazandığı otorite ve yine aynı seçimlerde 1960 yılında süngüyle gidenlerin AP bünyesinde tekrar iktidara yerleşmesi YÖN’ün stratejisinin hayatta pek de karşılık bulamayacağının anlaşılmasına neden oldu.
1965 Seçimleri ve TİP’in Parlamenterizme Saplanması
Türkiye’de örgütlülüğün gelişimi 60’lı yıllarda devrimci bir ideolojiyle birleştirilememiştir. Lenin, devrimci teori olmadan devrimci bir pratiğin hayata geçirilemeyeceğini ifade ediyordu. Bu sözü kanıtlarcasına, 60’ların siyasal atmosferinde yaratılan ve proleter devrimci bir ideolojik çizgiye sahip olmayan örgütlerin, reformizmden küçük burjuva radikalizmine kadar pek çok alana doğru savrulmalarına neden olmuştur. YÖN gibi yukardan devrim hayalleriyle süslenen küçük burjuva anlayıştan tutun da TİP’in parlamentarizmi ve bunun neden olduğu yasalcı pasifizmine kadar pek çok hastalık devrimci yükselişin önünde bir set oluşturmuştur. Durum TİP açısından ele alındığında, karşımıza partinin 1960’ların sonlarına doğru yükselen kitle radikalizmi karşısında gözden düşüşünün ayrıntıları çıkmaktadır. 1965 yılında seçimlere hazırlanırken TİP içerisinde “bağımsızlık, demokrasi ve sosyal adalet” temelinde CHP ile bir koalisyon oluşturulması hedefleyenler bulunuyordu. Yapılan seçimlerde alınan %3’lük oy meclise 16 milletvekilinin girmesini sağladı. Bu TC’nin 40 yıllık tarihi ele alındığında işçi sınıfı açısından da önemli bir aşama oldu. Ayrıca TİP Kürt aydınları tarafından ulusal özlemlerinin dile getirileceği bir platform olarak görülüyordu. Türkiye’de ilk defa kendisine sosyalist diyen bir parti meclis kürsüsünden seslenme olanağını yakalıyordu. Fakat herkes açısından durumun bu kadar toz pembe olduğu söylenemez. Seçimlerden çok önce parlamenter yollarla iktidar hedefleyen parti liderlerinde bir hayal kırıklığı söz konusudur. 1965 seçimleri TİP için parlamentarizm bataklığına sürüklenişin hızlandırıcısı oldu. Parti kadrolarında gelecek seçimler konusunda hala ümit bulunmaktaydı ve Mehmet Ali Aybar tarafından ortaya atılan 1969 genel seçimlerinde başa güreşecekleri iddiası parti politikasının nasıl şekillendirileceğinin ipuçlarını veriyordu. TİP bu dönemden itibaren siyasal perspektifini ve faaliyetlerini dört yıllık seçimlere göre belirleyen bir parti konumuna geldi. Meclise girdikten itibaren her ne kadar sosyalist devrim gibi kavramlar seslendirilse de parti parlamenter stratejiyi tek mücadele alanı olarak belirleyerek radikal hareketliliklerden köşe bucak kaçınmaya başladı.
TİP’in parlamentarist tutumu ve geleceği bunun üzerine kurması, parti politikalarının toplumsal alanda pragmatik bir şekilde kurulmasına neden oldu. Oy kaygısı, 1965 seçimlerinde elde ettikleri konumu koruma güdüsü ve en önemlisi partinin gençlikten işçilere kadar tüm kadrolarının bu politika etrafında yönlendirilmeleri; partinin kuruluşunda temel aldığı sosyal sınıflardan iyice uzaklaşmasına neden oldu. Bu yönde atılan adımlardan birisi de o dönem Türkiye’sinde oy deposu olarak görülen köylülüğe ulaşma gayretidir. Özellikle yığınlar halinde mücadeleye katılan genç kuşak köy çalışmalarında aktif bir şekilde kullanıldı.
Kendisine sosyalist payesi yapıştıran bir partinin iktidarı parlamenter yollarla fethedebileceğini bir hedef olarak önüne koyması Soğuk Savaş atmosferinde oldukça kaygan bir zemini de beraberinde getirmektedir. Türkiye gibi devlet geleneğinin ceberrutluğunun tarihsel olarak da kanıtlandığı bir ülkede ve özellikle Soğuk Savaş’ta reformist parlamenterist çizgiyle iktidarı alma amacı güden hareketlerin kılıçtan geçirildiği bir dönemde TİP’in hayalleri gerçekçi olmaktan bir hayli uzaklaşmaktadır. Parti kadroları 1965 seçimlerinde %3 oy alan, sonraki senato seçimlerinde bunun gerisine düşen bir sonuç karşısında parlamenterizm çıkmazıyla başbaşa kaldı. Bu durum ülke içi ve uluslarası koşullara bağlı olarak mücadele dalgasını yükselten ve radikalliği 1968’le birlikte tavana vuracak olan toplumsal muhalefetten etkilenen parti tabanının TİP’in geleceği konusunda şüphelerini artırdı. Ayrıca parti yönetiminin, o dönem yoğunlaşan baskılara ve olası bir kapatılma ihtimaline karşı oluşan radikalliği soğurmaya çalışması ve katı bir yasallığı dayatması parti saflarında kitlesel çözülmeleri hızlandırıcı bir etki yaratacaktı.
Sosyalist Harekette Çatışma Dönemi
TİP’in 1966 yılında yapılacak genel kuruluna giden süreç, partide savaş çanlarının daha yüksek sesle çalmasını ve parti içi muhalefetin parti çizgisiyle aralarına daha keskin sınırlar koymasını beraberinde getirdi. Özellikle, Doğan Avcıoğlu TİP’e yönelik eleştirilerinin dozunu giderek artırıyordu. Parti içerisinde de Avcıoğlu’nu Mihri Belli gibi eski TKP’liler takip ediyordu. Bu noktada Mihri Belli’ye ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. Mihri Belli bu dönemde parti içerisindeki taraftar kitlesini artırarak yeni bir siyasal çizginin öncülüğünü yapmaya başladı. TİP’in parlamentarist tutumunun karşısına Milli Demokratik Devrim tezini çıkararak bir anlamda gelecekte oluşması muhtemel yeni bir ordu darbesinin ideolojisini üretiyordu. İçerik açısından bakıldığında YÖN’ün siyasal çizgisini aşmayan MDD tezi, sonraki yıllarda TİP’in pasifizminden kopan genç kuşak için bir alternatif haline gelecekti.
1960’lı yılların başlarında örgütsel ayrımların çok farkedilmemesinin yarattığı toz pembe hava dağıldıkça tartışmalarda içerik ve üslupta sertleşmeye başladı. Tartışmaların esas sorununu iktidar perspektifi, sınıfların konumlandırılması ve mücadele yöntemi oluşturuyordu. Kaderini sol darbeye bağlayan Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli önderliğindeki kesim için TİP, ordu eliyle yapılacak milli bir “devrim”in siyasal organı hüviyetine büründüğü sürece faydalıydı, toplumun alt katmanlarının haklarını ele alan, “sosyalizm” mücadelesiyle “antiemperyalist” mücadeleyi bir tutan söylemleri kullandığı zaman değil.
Doğan Avcıoğlu ve takipçilerinin aşamalı devrim anlayışına göre öncelikli sorun Türkiye’nin emperyalizme olan bağının kırılmasıydı ve bunun asıl öznesi işçi sınıfının iktidarı alma gücünün bulunmadığı bir ortamda zinde güçler (ordu, aydınlar ve sivil bürokrasi) olacaktı. Başlatılan bu saldırıya karşı TİP yönetiminin cevabı uzun bir sessizlik oldu. Teori konusuna kurulduğundan beri kısır bir parti programı dışında sistemli katkı sunmayan, sosyalizmle yeni yeni tanışan ve kendi bünyesinde mücadeleye atılan kitleleri bu konuda aç bırakan önderler, aslında kendi teorik yetersizlikleriyle ve özgüvensizlikleriyle baş başa kalmışlardı. Bu durum partiye yönelen sistemli eleştirilerden etkilenen taban içerisindeki huzursuzlukları artırıyordu. TİP’in önder kadroları yaşanan tartışmaların sonucu oluşan teoriye yönelimi ucuz demogojilerle kırmaya çalışırlar. Aybar, parti içerisinde teori tartışmalarının körüklenmesini, o dönem sol yayıncılığın gelişimini TİP’i parçalamak için Amerika’nın kurduğu bir tezgah olarak lanse etti. Bu türden demogojik söylemler, tartışmaların alevlendirildiği ortamda lider kadro tarafından sık sık dillendirildi. Fakat bürokratik engellemeler, partinin alt kadrolarının teori konusunda açlığını gidermek için birikime yönelmesine engel olamadı ve bu birikim sonucunda parti içerisindeki farklı perspektiflerin ortaya çıkışı hızlandı. TİP yönetimi ise bu süreçte oluşan parti içi muhalefeti sıkı disiplin tedbirleriyle bastırmaya yöneldi. Böylece parti içerisinde hiyerarşi mutlak bir hale sokularak, parti işleyişinde hantal bir bürokrasinin oluşumunun önü açıldı.
Burada yükselen gençlik hareketine ayrı bir paragraf açmak gerekmektedir. Çünkü polemiklerin şiddetlenerek artması ve yükselen gençlik hareketini örgütleme kaygısı gelecekteki yaşanacak ayrımlarda gençliğin önemini artıracaktır. 68 döneminde işçi sınıfının yanı sıra öğrenci gençliğin yükselen eylemliliği toplumsal mücadeleleri zirve noktasına taşımıştır. 1968 yılına gelirken üniversite kökenli öğrenci gençlik hareketi toplumsal mücadelelere büyük bir ivme kazandırmıştır. Uluslararası arenada süregiden emperyalist savaşlar ve anti-emperyalist mücadelenin yükselişi, 60’lı yıllara damgasını vuran Che Guevara ve Latin Amerika kökenli gerilla hareketleri gençlik üzerinde muazzam etkiler yaratmıştır. Bu potansiyeli değerlendirme kaygısı gençlik üzerinde örgütlenme çabalarını artırmıştır. Bu yönde ciddi atılımlardan biri TİP’ten geldi ve Fikir Kulüpleri Federasyonu kuruldu. FKF’nin ilk büyük eylemi bu dönemde gerçekleşti ve 1967 yılında 6. Filo’nun ıstanbul’a gelişine yönelik on bin kişilik bir eylem örgütledi. Öğrenciler, gençlik eylemlerinin yanısıra TİP’in parlamentarist stratejisinin temel dayanağı olarak gösterilen köylülere yönelik çalışmaları da örgütlediler. FKF bünyesinde örgütlenen öğrenciler, 1967-1968 yılları arasında her ne kadar aktif bir çalışma içerisine girmişlerse de, bu aktiflik TİP yönetiminin çizdiği sınırların içerisine sıkışıp kalacak ve FKF, TİP’in doğal bir müttefiği haline gelecekti.
Öte yandan TİP’e yöneltilen eleştirilerden birisi var ki, bu da partinin 60’ların sonlarında gençlik hareketi içerisinde neden hızla sönümlendiğinin yanıtı gibidir. Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli TİP’e ve sol harekete burjuvazi cephesinden başlatılan saldırılar karşısında parti yönetimini pasifizmle suçlar. Gerçekte de bu doğru bir yaklaşımdır. Özellikle militan gençlik hareketinin tavan yaptığı 60’ların son döneminde TİP yönetimi gençlik hareketinin önüne set çekmeye çalışmaktadır. Bunu da ülkede radikal hareketlenmelerin faşizme yolaçabileceği senaryolarını üreterek meşrulaştırmaya çalıştılar. Ayrıca TİP’in gençliğe önerebildiği tek faaliyet alanı dört yılda bir genel seçimlere hazırlık çalışmalarıyla sınırlandırıldı. Ne var ki gençlik hareketinin artan radikalliği TİP’in bu bürokratik kabuğunu parçalayıp attı.
Bir süre sonra yöneltilen eleştirilere cevap vermek kaçınılmaz hale geldiğinde ise TİP yönetimi, yarım ağız bir karşılık verdi. Bu cevaplarda bir yanda yasal olmayan, parlamento dışı yollardan iktidara gelme biçimi şiddetle reddedilirken, TİP’in çizdiği parlamentarist stratejinin, sosyalist ve antiemperyalist mücadelelerin gerekliliklerini aynı anda karşılayacağı söylenmekteydi. Asıl TİP’in parçalanışını hızlandıransa TİP içinde faaliyet yürüten, Mihri Belli gibi eski TKP’lilerin TİP’e muhalefet ederek geleceğin Milli Demokratik Devrim Çizgisi’ni şekillendiren tartışmaları oldu. 1967 yılında YÖN dergisinin faaliyetini durdurmasının ardından Mihri Belli, İlhan Selçuk önderliğindeki grup Türk Solu dergisini çıkarmaya ve MDD stratejisini geniş bir gençlik kesimini arkalarına alarak uygulamaya başladılar.
DİSK’İN Kuruluşu ve Sınıf Hareketi
1966 yılında Paşabahçe grevi sınıf mücadelesi açısından önemli sonuçlar doğurdu. 1964 yılından itibaren AP eğilimli sendikacıların etkin konuma gelmesi sonucunda Türk-İş, grev hareketlerini desteklemeyen hatta engelleyen tutumlar sergilemeye başladı. Bu tutuma karşı muhalefet bayrağını açan sendikalar, Paşabahçe Grevi’ne karşı Türk-İş’in tutumu üzerine ipleri koparma noktasına geldi. Grev desteklenmeyince, zaten uzun süredir TİP eğilimli sendikacıların üzerinde yoğunlaştıkları bir proje olan sol bir sendika kurma fikri, Türk-İş’ten kopan Maden-İş, Gıda-İş ve Lastik öncülüğünde 13 şubat 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu ile yaşama geçti. DİSK, 1960’larda radikalleşen işçi hareketinin bir meyvesi olarak dünyaya geldi ve DİSK’le birlikte sınıf mücadelesi yeni bir devreye girdi. Militan işçiler DİSK çatısı altında patronların korkulu rüyası olurken düzenin ve patronların payandası olan Türk-İş bürokrasisi de bu durumdan oldukça rahatsız olan unsurların başında geliyordu. Bürokratik zorluklar ve engellemeler nedeniyle DİSK’e üye olamayan işçiler de DİSK’e karşı büyük bir sempati besliyorlardı.
Bütün bunlar DİSK’i ve militan işçi sınıfı mücadelesini düzenin hedefi haline getirecekti. İşçi sınıfının radikalizmi salt ekonomik eylemlerle belirlenen niceliksel bir sıçramaya tekabül etmiyordu. İşçi sınıfının politik anlamda ne kadar radikalleştiğinin en önemli göstergesi 60’ların finali anlamına gelen 15-16 Haziran eylemleridir. 15-16 Haziran direnişi açık bir ayaklanmaya evrilme aşamasındayken politik perspektif yoksunluğu, proleter devrimci unsurların eksikliği ve DİSK bürokrasisinin engellemeleri sonucunda sona erdi. Yine de 15-16 Haziran direnişinin somut kazanımı DİSK’in kapatılmasını engellemek oldu ki bu da 1970’lere bırakılan önemli bir mirastı. 15-16 Haziran direnişi bir kendiliğinden işçi kalkışması olarak 60’larda (ve daha sonra da 70’lerde) Türkiye solunun temel tıkanıklığını ortaya koyması bakımından önemlidir. TİP’in genel parlamentarist eğilimleri zaten gençlik tarafından aşılmıştı. Diğer taraftan gençlik eylemleri sınıf perspektifinden çok uzakta, MDD çizgisinin yönlendiriciliğinde ilk önce Kemalizm ve sol cunta tezlerinin daha sonraysa maceracılığın etkisi altında gelişecekti. Stalinizmin genel çizgisini kabullenmiş olan gençlik mücadelesinin yaratacağı örgütler bir yandan kendi içinde düzenli olarak bölünürken diğer yandan da 15-16 Haziran’dan gerekli sonuçları çıkarmayarak 70’lerin sınıf mücadelesinin tıkanıklığını da belirleyeceklerdi.
1- Avcıoğlu, Doğan,”Rejim Buhranı”, YÖN, sayı 10, 21 şubat 1962
2- Avcıoğlu, Doğan, a.g.e.