Lübnan’ın Kanlı Geçmişi: Lübnan İç Savaşı Üzerine – Tilbe Akan

22 Haziran, 2014

Lübnan Ortadoğu’da siyasi dengelerin en hassas olduğu, etnik ve mezhepsel gerilimlerin yıllar boyu peşini bırakmadığı ülkelerden birisi. Ortadoğu’nun incisi sayılabilecek güzellikte bir coğrafyaya sahip olmasına rağmen, Lübnan halklarının kaderinin böylesi bir güzelliğe sahip olabildiğini söyleyebilmek zor. Etnik ve mezhepsel gerilimlerin bölge halklarına nasıl bir karanlık getirebileceğini anlamak için Lübnan’ın kısa tarihine odaklanmak gerekmektedir.

İç savaşın arka planı

Lübnan İç Savaşı’nı doğru analiz edebilmek için, öncelikle, Lübnan’ın demografik yapısını iyi anlamak gerekir. Lübnan için, Ortadoğu’nun minyatür bir örneği diyebiliriz. Neden böyle bir benzetme yaptığımızı açıklayalım: Ortadoğu coğrafyası, çok farklı mezheplerin, dini inançların, kutsal kabul edilen yerlerin bir arada bulunduğu bir coğrafya. Buna rağmen böylesine farklı renklerin bir arada olması Ortadoğu’yu kültürel zenginliğiyle öne çıkarmıyor. Ortadoğu denince akla daha çok savaşlar ve katliamlar geliyor. Bunun en önemli nedeni, Ortadoğu’nun emperyalist çıkarlar bağlamında inşa edilmesidir. Farklı unsurların çatışan çıkarları, suni bir dengeye dayanınca, elbette eninde sonunda şiddet sarmalı ortaya çıkar. Ortadoğu’da olan da tam olarak budur. Büyük bir duvarın farklı taşları o duvarı kendi çıkarları gereği inşa edenlerin keyfine göre konulunca, duvarda mutlaka çatlaklar olacaktır.

Bu çatlakları üretme potansiyeline sahip ülkelerin başında, hiç kuşkusuz Lübnan geliyor. Şiilerin, Sünni Arapların, Dürzilerin, Hristiyanların bir arada yaşadığı Lübnan’da, farklı unsurların arasındaki anlaşmazlıklar 1975’te başlayıp 1990’a kadar devam eden iç savaşa dönüştü.

Lübnan’daki iç savaşta aktif olarak çatışan gurupların başını çeken unsurlar şunlardı: Lübnan Cephesi, Kataeb Partisi, Güney Lübnan Ordusu, İsrail, Suriye, Lübnan Ulusal Direniş Cephesi, Filistin Kurtuluş Örgütü, Şii Emel Hareketi, Hizbullah…

Bu kadar fazla sayıda aktörün çatışmaya dâhil olması, savaşın süresini ve ölümleri arttırdı; fakat savaşın uzamasına neden olan en önemli faktörlerden biri savaşan unsurların başka aktörler tarafından sürekli beslenmesiydi.

Lübnan’ın Tarihi Ve İç Savaşın Aktörleri

İç savaş Lübnan’da yaklaşık 200.000 insanın ölümüne neden oldu. Yaklaşık 350.000 kişi yaralanırken, bir milyondan fazla insan ülkesini terk etti. Filistinli mülteci kampları basıldı, 400’ü aşkın köy yağmalandı. İç savaşın nedenlerini Arap coğrafyasındaki emperyalist hegemonyayı kullanarak anlatacağız.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’dan geriye kalanlar, emperyalist İngiltere ve Fransa tarafından paylaşılmıştır. Lübnan, bu paylaşımın sonucunda Fransa’ya kalmış bir bölgedir.Fransa, resmi olarak 1 Eylül 1920’de Lübnan’ı kurdu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında zayıflayan Avrupalı devletlerin sömürgeleri olan üçüncü dünya ülkelerindeki ulusal kurtuluş hareketlerini engelleyememelerinin bir sonucu olarak o dönemde birçok ülke bağımsızlığını ilan etti. Lübnan da kaçınılmaz olarak bu ulusal hareketlerden etkilenerek 21 Eylül 1943’te bağımsızlığını ilan etti. Ancak Fransa emperyalizmi, Lübnan’ın Fransız sömürgesi olduğu dönemde, gelecekte kanlı savaşlara sebep olacak olan mezhep-etnik köken çatışmasının tohumlarını arkasında bırakmıştı.

Lübnan tarihsel olarak Arap dünyasının ayrılmaz bir parçasıdır. Osmanlı’dan bu yana çeşitli dinleri hem de farklı milletlerden insanları barındıran kozmopolit bir bölgedir. Nüfus çoğunlukla Müslüman Arap, kısmen de Hristiyandır. Sünniler, Şiiler ve Dürziler Müslüman mezheplerini; Marunîler, Katolikler ve Doğulu Ortodokslar, Hıristiyan mezheplerini oluşturur. Müslüman mezhepleri arasında Sünniler; Hıristiyan mezhepleri arasında Marunîler çoğunluk durumundadır. İç savaş bu dinlerin ve mezheplerin birbirleri arasında Müslüman-Hıristiyan gırtlaklaşması olarak gösterilse de bu çatışmalar emperyalist güçlerin Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için kullanılmıştır. Bu çatışmalar boyunca şekillenen cephelerde emperyalist odaklar manevra sahaları elde etmişlerdir.

Lübnan iç savaşının göbeğinde İsrail meselesi bulunmaktadır.Britanya, bölgedeki çıkarlarını korumak için Siyonist bir varlığın -İsrail’in- kurulmasına ön ayak olmuştur. İsrail, resmi olarak 15 Mayıs 1948’de kurulsa da Siyonizm’in kökenleri 1890’larda ilk Siyonist kongreyle ortaya atılmış, Filistin topraklarında Siyonist varlık yaratma çabaları 1900’lerde başlamıştır. Filistin, Siyonist varlığın yaratılmasıyla beraber Arap ve Yahudi devleti arasında bölündü. İsrail’e ait olan % 8‘lik toprak miktarı zamanla % 55’lere yükseldi. Birleşmiş Milletler, emperyalizmin bölgede kukla olarak kullanabileceği bir İsrail devletinin kurulmasına hukuki zemin hazırlayarak ön ayak oldu. Filistin topraklarına yapılan suni göçlerle Yahudi nüfusu giderek arttırıldı. Giderek devletleşen İsrail, bölgedeki Arap köylerini yağmalamaya başladı ve 400 kadar Arap köyünü yakıp yıktı. Bölgedeki Filistinlileri göçe zorladı. Bunun üzerine Ortadoğu’da –Filistinli mülteci sorunu- yeni bir sorun gündeme geldi.  Mülteciler Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak ve Mısır’a gittiler. Özellikle Lübnan Filistinli mülteciler için çok büyük bir sığınma alanıydı. Bu durum Lübnan’ın Ortadoğu’daki siyasi konumunu da oldukça etkiledi. Lübnan, bugün hala İsrail tarafından saldırıya uğramaktadır.

Lübnan’ın Ortadoğu’da önemli bir yere sahip olması da onun bu dışlanmış dinlerin, mezheplerin, ulusların kaçış yeri olmasından kaynaklanır. Tarih boyunca yakın coğrafyalarda nerede bir azınlık varsa yönünü Lübnan’a dönmüştür. Örnek verecek olursak; Kürtler, Ermeniler diyebiliriz.

Lübnan’ın ekonomik yapısı

Bağımsızlığını kazanmasının ardından Lübnan ekonomisi hızlı bir kapitalist gelişme gösterdi. Kapitalist ilişkiler tarıma yönelip en çok kar getiren ürünlerin yetiştirilmesi konusunda gelişim gösterdi. Endüstri sektörünün ülke ekonomisindeki payı besin maddesi üretimi, tekstil,  kimya ürünleri gibi dallarda gelişme gösterdi. Bu hızlı kapitalist gelişme eşitsiz dağılımı da beraberinde getirdi. Bölgesel olarak endüstri, dış ve iç transit, bankacılık ve diğer hizmetler Beyrut’ta gelişim gösterirken diğer şehirlerde geri kaldı. Beyrut’un gelişmesi Hıristiyan ve özellikle Marunî bölgelerinin lehineydi. Lübnan devleti, yönetici kesimin (Marunîlerin) kendi çıkarları doğrultusunda izlediği kamu politikasıyla hizmet sektörünün gelişmesi için yatırım yaptı, endüstri ve tarıma yardım yaptı. Hizmet sektöründe istihdam edilen işçilerin çoğu Beyrut dışından geliyordu ve Müslüman Araplardan oluşuyorlardı.Sonuç olarak, ekonomik sektörler, bölgeler ve nüfus arasındaki bu eşitsiz dağılımda kaymak tabakayı teşkil eden Marunî burjuvazisinin ortaya çıkmasına neden oldu. Batılı emperyalistler ile İsrail’in desteğini arkasına alan Marunî sağ kanat, Lübnan siyasetinin temel oyuncusu haline geldi.

Lübnan’da Şiilik ve Hizbullah

Şiiler, Marunî ve Sünniler dışındaki mezhepler gibi siyasi arenada çok geç söz sahibi olmuşlardır. Genel olarak Lübnan Marunî-Sünni egemenliği altındaydı ve 1975 yılında başlayan ve 15 yıl süren iç savaş boyunca Lübnan Marunîler tarafından yönetildi. Bu yüzden Şiiler ve Dürziler etkin olamıyorlardı. Şiiler aşiretlerle yönetiliyor ve aşiretlerin yönetici sınıflarla uzlaşmasından dolayı herhangi bir muhalefet gelişmiyordu. 60’lı ve 70’li yıllarda batıda eğitim görmüş Şii orta sınıf muhalif tabanı oluşturmaya başladı. Şiilerin bir kısmı kendilerine yapılan haksızlıkları görmeye başladı ve eşitlik için sosyalist ve komünist partilere yöneldiler. Bu süreçte değinilmesi gereken önemli noktalardan biri de Lübnan Komünist Partisi’dir. 1924’te kurulan Lübnan Komünist Partisi o zamana kadar Fransa kontrolünde olan sendikaların ilk kez bağımsız olmasından sonra bu sendikalara bağlı olan işçilerden oluşuyordu. Parti 1950’lere kadar görece enternasyonal bir kimliğe sahipken, bu süreçten sonra Pan-Arabist ve sol Arap milliyetçisi politikaları nedeniyle büyük itibar kaybetti. Bu durum, Şiilerin büyük çoğunluğunun soldan umudu kesmesiyle radikal İslamcı örgütlere kaymasıyla sonuçlandı (önce Emel hareketi sonra Hizbullah). LKP’de inanılmaz bir Arap milliyetçisi propaganda yapılıyor ve milliyetçi programda hareket ediliyordu. Bu milliyetçi politikalar Stalinizmin Ortadoğu’da yarattığı ideolojinin sonucudur. Stalinizmin o dönemde Ortadoğu’ya reva gördüğü ‘Sosyalizm’ anlayışı Arap milliyetçiliğinden öteye gitmeyen, sosyalizmden alabildiğine uzak devletçilik politikasıdır. Bu politikanın bir diğer formülasyonu da “kapitalist olmayan yoldur” ki, burjuva Arap milliyetçiliğinin desteklenmesinin teorik açıklamasıdır. LKP, Stalinist politikayı tutturmasının bedelini, kitlesini ve Lübnan siyasetindeki ağırlığını kaybederek ödemiştir. LKP’nin bıraktığı boşluk radikal İslamcı hareketler tarafından kapatılmıştır.

LKP’nin iflasa giden politikalarının neticesi olarak güçlenecek olan Şii radikalizminin temellerini Musa Sadr’ın İslami hareketi atmıştır. Sadr 1973’te tüm Şiileri bir çatı altında toplamak için Yoksullar Hareketi’ni kurdu ve güçlenerek Lübnan siyasetinin bir parçası oldu. Yoksullar Hareketi kitleselleşip güçlendikçe daha da radikalleşti ve silahlı bir yapı olan Emel Hareketi’ni kurdu. Artık söylemler çok daha radikaldi; ancak Sadr’ın Libya’ya düzenlediği bir gezide birden bire ortadan kaybolmasıyla beraber örgütte bölünmeler başladı. İrili ufaklı örgütlere bölündü. Bölünme sonrasında ortaya çıkan en güçlü isim İmam Musa Sadr’dan sonra en güçlü gördükleri Hizbullah’ın lideri olan şeyh Muhammed Fadlallah oldu. Bu nedenle Hizbullah, Şii’ler arasında büyük ölçüde örgütlendi. İran’da 1979’da şahın devrilmesinin ardından gerçekleşen Humeyni’nin önderliğindeki İslam Devrimi de Ortadoğu’nun İslamcılığa kayışında önemli bir rol oynamıştır.

Hizbullah, 1979 Devrimi’nin ardından İran’ın inisiyatifi altında, İsrail’in Güney Lübnan’dan çıkartılması amacıyla 1982’de kurulmuştur. Hizbullah’ın Lübnan’da faaliyet göstermesiyle birlikte, belki de Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden biri ortaya çıkmış oldu. Hizbullah sadece Lübnan İç Savaşı’nı etkilemekle kalmadı; Ortadoğu’daki çoğu anlaşmazlığa, çatışmalara müdahil oldu. Örneğin hala devam eden Suriye İç Savaşı’na aktif olarak katılan Hizbullah, Suriye’deki tüm dengeleri değiştirdi desek abartmış olmayız. Son derece disiplinli, tecrübeli savaşçılardan oluşan Hizbullah, Suriye arenasında Baas’ın imdadına yetişerek Batı bloğunu ve Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi selefi teröristlerin destekçisi olan ülkeleri zor durumda bıraktı.

Hizbullah, benzer etkiyi Lübnan İç Savaşı’nda da gösterdi. Batılı güçleri Lübnan’dan çıkartmak için birçok saldırı gerçekleştirdi. 1983 yılında, ABD elçiliğine yaptıkları saldırıda, 17’si Amerikalı, 63 kişiyi öldürdüler. Aynı yıl içerisinde ABD kışlalarına yaptıkları saldırıda, yaklaşık 300 Amerikan askerini öldürdüler. Bu saldırılardan sonra, ABD Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldı ve savaşın seyri büyük ölçüde değişmiş oldu. ABD, Lübnan Hizbullahı’nın eylemlerinden sürekli İran’ı sorumlu tuttu.

İç Savaşın Seyri

İç savaşın başlamasının en önemli nedenlerinden biri, İsrail’in kurulması oldu. İsrail’in kurulmasından sonra birçok Filistinli mültecinin Lübnan’a gelmesi, Lübnan’da yeni bir sorunun ortaya çıkmasına neden oldu. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’daki Filistinli mültecileri silahlandırması, gerilimi tırmandırdı. Gerilimin tırmanmasının en önemli nedeni, Lübnan’ın özgün koşullarıdır. Yazının girişinde değinmiştik: Lübnan, Ortadoğu’nun mikro örneğidir. Çok farklı unsurların bir arada yaşadığı bölgede, gerilimlerin çatışmaya dönüşmesi için ılık bir rüzgârın esmesi yeterli olabilmektedir. FKÖ’nün Filistinli mültecileri silahlandırması, barut fıçısı halindeki Lübnan’da kıvılcımlara neden oldu.

Çatışmaların şiddetinin artmasından sonra, Lübnan, Suudi Arabistan, Mısır, Kuveyt ve Suriye masaya oturma kararı aldı. Çünkü savaşın, çok farklı unsurların bir arada yaşadığı Lübnan’da ne tarafa savrulacağını kestirmek zordu. Uluslararası aktörler, savaşın kontrollerinden çıkmasını istemiyordu. 17-18 Ekim 1976’da Riyad’da bir araya gelen taraflar bazı kararlar aldı.

Kararların özünde Lübnan’da ateşkesi sağlamak için tarafların çaba harcaması vardı. Buna göre FKÖ gerillaları Lübnan’da kalmakla beraber, Lübnan’ın egemenliğine saygı gösterecekti. Bir Arap barış gücü oluşturulacak ve bu gücün yaklaşık 30.000’ini Suriye ordusu oluşturacaktı.

Riyad Anlaşması, her yönüyle başarısız bir anlaşmadır. Deyim yerindeyse ”ne şiş yansın, ne kebap” diyen taraflar, herkesin memnun olduğu bir anlaşma ortaya çıkartmaya çalışırken, tam tersi, Lübnan’da yanan ateşe barut taşıdıklarını daha sonra anladılar.

Çünkü FKÖ, eylemsizlik kararı almak şöyle dursun, çatışmalara daha enerjik bir şekilde dâhil oldu. İkincisi, Suriye’nin Lübnan’da konuşlandıracağı 30.000 kişilik ordu, İsrail’in çok büyük tepkisini çekti. Hatta Suriye’nin ve İsrail’in arasındaki tarihsel şiddet tohumları atıldı.

FKÖ’nün eylemlerini arttırmasından sonra İsrail, Güney Lübnan topraklarını işgal ederek bu bölgeyi kendisi için ”güvenlik bölgesi” ilan etti. İsrail bununla da yetinmeyip Beyrut’u işgal etti. FKÖ’nün alanını sürekli daraltan İsrail, FKÖ’nün Lübnan’ın terk etmesini sağlayarak önemli bir stratejik hamle yaptı. İsrail bundan sonra, 1985 yılında, aşamalı olarak bölgeden çekilmeye başladı. Bu çekilmenin iki sonucu oldu: 1)Hristiyanlar ve Müslümanlar yeniden ve şiddetli bir şekilde çatışmaya başladı. 2) Bölgede oluşan güç boşluğundan faydalanma niyetinde olan Suriye Lübnan’a asker yolladı. Zaten 1976’daki Riyad Anlaşması’yla bölgeye önemli sayıda kuvvet gönderen Suriye, Lübnan’a daha fazla sayıda asker göndererek hiçbir aktörün Lübnan’ın kaderini kendisini hiçe sayarak çizemeyeceğini gösterdi.

Lübnan İç Savaşı çeşitli aşamalardan geçerek tam on beş yıl devam etti. Sorunu başlatan taraflar, yine sorunu bitirmeye muktedir olacaktı. 1990’a giderken, İsrail ve FKÖ arasında yaşanan olumlu gelişmeler savaşın şiddetini büyük ölçüde azalttı.

Savaşın gerilimi düşse bile Lübnan, patlamaya hazır bir volkan gibi beklemektedir. Zaman zaman lavların sıcaklığı ülkede hassas siyasal dengeyi ayakta tutan unsurlar aracılığıyla hissettirilmektedir. Lübnan’da yeni bir patlamanın önüne set çekebilmek, ancak halklara önderlik edebilecek gerçek bir enternasyonalist gelenekle mümkün olur.

KATEGORİLER
ETİKETLER