21. Yüzyılda Marksist Kriz Teorisi ve Küreselleşmenin Seyri – Davud Caner B.

21. Yüzyılda Marksist Kriz Teorisi ve Küreselleşmenin Seyri – Davud Caner B.

“Marksist çeliği bileyip inceltmenin anlamı nedir? Oysa görevimiz bizzat ham malzemeyi işlemek ve yeniden işlemektir!”(Troçki, Kapitalist Gelişme Eğrisi, 1923)

2008 finansal krizinin üzerinden tam 16 yıl geçti. Krizin hangi zemin üzerinden geliştiği üzerine çokca yazılıp çizildi ancak büyük bunalımların ve artçı dönemlerinin ardından gelen şaşalı yükselişe dair bir emare henüz göremiyoruz. Aksine yeni arayışların küreselleşme masalına karşı büyük ilgi kaybını ve emperyalist hiyerarşide büyük sallantıları doğurmasına tanık oluyoruz.

Krizin ilk yıllarında ve Covid pandemisinin ilk sarsıntıları yavaşlamaya başladığında Marx’ın Economist ve Der Spiegel gibi emperyalist seslerde yer bulmasına bir nevi günah çıkarma veya yenilgi kabulu demek abartılı bir yorum olacaktır. Ama özellikle Der Spiegel’in 2022 Aralık ayında manşet makale olarak verdiği “Marx her şeye rağmen haklı mıydı?” (Hatte Marx doch recht?) başlıklı makale kayda değer bazı cümlelere yer veriyordu. 

Örneğin; 

“…Alman refah modeli çöküyor. Dünya düşman bloklara ayrılmış durumda. Enflasyon zengin ve yoksulun birbirinden daha da uzaklaşmasına neden oluyor. Neredeyse tüm iklim hedefleri kaçırıldı. Ve politikacılar artık sistemde ortaya çıkan tüm yeni çatlakları yamamaya yetişemiyor… Yakın zamana kadar tüm bu sorunların tek bir çözümü vardı: piyasa kendi başının çaresine bakardı. Ama bugün hala buna kim ciddi olarak inanıyor?”

Neredeyse sosyalizan bir eleştiri olarak görülebilecek bu cümleler sizin için yanıltıcı olmasın, zira sistemin bir çıkmazın içerisinde olduğunu egemen sınıf bazen alçak bazen de yüksek sesle son on altı yılda sıklıkla dile getirdi. Thomas Piketty’nin Mart 2014’te çıkan “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital” kitabı oldukça ses getirmiş, İngiltere Merkez Bankası eski başkanı Mark Carney ve Fransa ekonomi eski bakanı (şimdiki Avrupa Merkez Bankası başkanı) Christine Lagarde’ın da ön plana çıkardığı bu kitap ülkemizde de bir çok kitapçıda en görünür yerde üst üste yığılmış ve oldukça popüler olmuştu. 

2008 sonrası süreci anlamlandırmaya aç insanlar için oldukça ilgiye mazhar olan bu çıkışlar aslında kitlelere yönelik değildi. Egemen sınıfın “akil” sesleri tarafından egemen sınıfın unsurlarına bir çağrıydı. Kapitalizm gemisi artık yol almakta zorlanıyor, su alıyor, kar oranlarında rekabeti koruma isteğiniz geminin en altındakilerin giderek boğulmasına; artan uçurum da öfkelerin yükselmesine ve “demokrasi”nin bu öfkenin karşısında korunmasının giderek zorlaşacağına dair uyarılar yükseltiliyordu. Bu uyarıların da boşuna olmadığı bugün su yüzüne çıkmış durumda. Evet, bu sesi yükseltenlerin korktuğu sol radikalleşme henüz yaşanmadı ancak düzenin gücü sayesinde sisteme bir şekilde yumuşatılarak eklemlenen aşırı-sağ Avrupa çapında yükselirken Avrupa Birliğinin o demokrasi, insan hakları gibi kutsal halelerle bezenmiş görüntüsü artık Avrupa halklarına cazip gelmiyor. Vekalet savaşları seviyesinde seyreden emperyalist çatışma bugün artık devletler arası savaş boyutuna evrilmeye başlamış durumda. 

Peki Türkiye’de ve dünyada uçuşa geçen fiyatlar yüzünden barınma ve hatta beslenme krizi yaşayan kitlelerin öfkesini dindirmek için adım atacaklar mı, buna dair bir istekleri veya kapasiteleri var mı? Bu sorulara cevap bulmak için Marx’ın kapitalizm krizlerine dair geliştirdiği yaklaşımlara ve bugün “küreselleşme” çağındaki kapitalizmi anlamak için nasıl bir metodoloji sunduğuna göz atalım. 

Kar Oranlarının Düşme Eğilimi Yasası

Marx, Kapital’in birinci cildinde kapitalizmi “genelleşmiş meta ekonomisi” olarak tanımlar ve bu ciltte metanın doğası, artı-değer, yine bir meta olduğunu belirttiği emek-gücü ve metanın değişim değerinin dışsal biçimi olarak tanımladığı para ile onun içsel biçimi olan emek zamana yer verir. Ardından sermayenin birikimi ve ilkel birikim sürecini anlatarak bize kapitalizmin “kan ve pislik” içinde doğuşunu açıklar. Ancak bu yazıda değineceğimiz nokta, kapitalizmin artı-değerli meta üretme güdüsünün ve kapitalistler arasındaki rekabetin getirdiği teknolojik ilerlemenin ona nasıl krizle dolu bir doğa verdiğine dair getirdiği açıklama olacak. 

Emekçilerin çalışma saatlerini artırma (yani ücreti ödenmeyen artı emek-zaman’ı artırmak) veya barınma ve gıda sübvansiyonları ile gerekli emek-zamanı kısaltma (yani talep edilen ücretleri düşürmek veya sabit tutmak) gibi metodlar kapitalistler için kar oranını artırmak adına ilk başvurulan yöntemler olmuştur ve hala da kullanılmaktadır. Birincisi mutlak ikincisi ise nispi (görece) artı-değeri artırmayı amaçlayan bu metodlar doğası gereği belirli sınırlara sahiptir. O yüzden de kapitalistler arası rekabette sömürü oranını ve dolayısı ile kar oranını artırmak için başvurulan en önemli metod “emek verimliliğini” arttırmayı hedefleyen değişmeyen sermayeye yönelik teknolojik yatırımlardır. Ancak bu yönelim Marx’ın “Kar Oranlarının Düşme Eğilimi Yasası” olarak ortaya koyduğu büyük bir açmazı doğurur.

KODEY özet olarak kapitalistler arasındaki rekabetin onları metaların üretimi için “gerekli emek-zamanı” kısaltarak daha düşük fiyatla satmak gayesiyle üretim araçlarına (değişmeyen sermaye) yatırım yapmaya itmesi ve artık “ölü emek” ürünü olduğu için değer üretme becerisinden yoksun olan değişmeyen sermayenin giderek bu beceriye sahip olan canlı emek (değişen sermaye) üzerinde kurduğu üstünlüğün kar oranlarına düşme eğilimi kazandırmasıdır. 

Formülize etmek için;

m= artık emek zaman (dolayısıyla artı-değer, kar)

v= gerekli emek zaman (değişen sermaye veya emek-gücünün değişim değeri)

e= m+v (toplam canlı emek)

c= değişmeyen sermaye

c/v= sermayenin teknik bileşimi

Q= c/(c+v) (sermayenin organik bileşimi)

k= m/(c+v) (kar oranı)

s= m/v (sömürü oranı)

λ= c+v+m (metanın değeri)

c+v= maaliyet

olarak değişkenlerimizi belirleyelim.

s’yi (sömürü oranı) büyütme çabası m’yi (artı-değer) artırmak için c’ye (üretim araçları) yatırım yapılmasını gerektirir. Bu çaba sermayenin teknik bileşiminin (c/v) yükselmesine yol açar. Örnek verecek olursak; tekstil sektörünün en eski üretim aracı olan terzi makası bugün 200 TL civarı bir fiyata sahipken, ortalama bir kumaş kesim makinesi 30 bin TL fiyatındadır. Hatta diğer sektörlerden örnek verecek olursak orta çaplı bir anakart imalat makinesi 60 bin dolar (yaklaşık iki milyon TL) maliyete sahiptir. Sektörleri genişlettikçe çok daha uçuk farklar karşımıza çıkacaktır. Ek olarak bu teknik gelişmeler makine başına düşen işçi sayısını da düşürürken, değişmeyen sermaye ile değişen sermaye arasındaki oran tarihte görülmedik bir hızla artarak ilerlemeye devam etmektedir.

Marx’ın Sermayenin Organik Bileşimi olarak tanımladığı Q=c/(c+v) ise c’nin v’ye olan oranı arttıkça yükselmeye devam etmektedir. Sonuç olarak s’yi artırma çabası k=m/(c+v)’nın (kar oranı) bir düşme eğilimine sebep olmaktadır. Burada “eğilim” ifadesi önemli bir yer tutuyor. Zira Marx’ın metodolojisi mekanik bir ilişkiselliği reddeder. Marx bu düşüşün sürekli olmadığını, dönemsel yükselişler yaşadığını ancak genel bir tarihsel eğilim olarak düşüşüne devam ettiğini vurgular. 

Düşüşe Karşı Koyucu Eğilimler

Bu yükselişleri tetikleyen süreçleri de Marx “karşı koyucu eğilimler” olarak tanımlar. Krizden çıkış dönemlerinde onu kendi metodlarıyla vurmak isteyenler bu karşı koyucu eğilimlerin düşüş eğilimlerine üstün geldiğini ve Marx’ın yanıldığını sıkça dile getirmişler fakat bir sonraki kriz döneminde bunu söylediklerini unutmuşlardır.

Karşı koyucu eğilimlere birkaç örnek vermek gerekirse;

  • Değişmez sermayenin bir parçası olan hammaddelerin dönemsel olarak ucuzlaması
  • Teknoloji kullanımının daha düşük olduğu, emek-gücünün daha ucuz olduğu; dolayısıyla sermayenin teknik bileşiminin daha yüksek olduğu ülkelere ve bölgelere üretimin kaydırılması
  • Anonim şirketlerinin yaygınlaşması; bu sayede küçük hissedarlara ortalama kar oranının altında kar payı dağıtılması ve büyük hisse sahiplerinin kar oranlarının daha yüksek kalması
  • Krediler ile kar oranlarının düşmesine sebep olmadan üretimin çapının genişletilmesi ve kar miktarının artırılması
  • Sermayenin devir süresinin kısaltılması; teknik gelişim sayesinde yatırılan sermayenin daha hızlı sürede metaya dönüştürülmesi, pazara ulaştırılması, satılması ve artı değerin daha hızlı geri dönüşünün sağlanması (örn; e-ticaret ve dijital bankacılık sistemi)
  • Güvencesiz emek, göçmen ve çocuk emeği gibi proletaryanın genelinden daha düşük ücret alan kesimlerin işgücüne dahil edilmesi vb. verebiliriz.

Ancak bu karşı koyucu eğilimin en önemli noktası geliştirilen, piyasaya sürülen ürünler ve oluşan yeni pazarlardır. 21. yüzyılda buna verebileceğimiz en iyi iki örnek akıllı telefon ve yazılım sektörüdür. 1990’lı yıllarda cep telefonları oldukça yüksek kar oranlarına sahip metalar olarak ortaya çıkmış ve hızlı büyüyen bir pazar olarak büyük kapitalistleri bu pazara çekmiştir. Ancak rekabetin şiddeti teknik gelişmeyi durmadan hızlandırmış, gerekli emek zamanı ve kar oranlarını düşürmüş; bu düşüşle baş etmek için girilen mücadele sürekli olarak ürünlerin çok daha teknolojik ve artı-değeri yüksek bir seviyeye yükselmesini sağlamıştır. Akıllı telefonların hayatımıza girmesiyle de 1990’ların bir çok devi bu yarışta mağlup olmuş ve piyasadan çekilmek zorunda kalmıştır. Zira Apple ve Google gibi devlerin işletim sistemleri üzerinde oluşturdukları tekel muazzam bir seviyeye çıkmıştır. Bugün akıllı telefon kullanıcısı olan insanların neredeyse tümü bu iki firmanın geliştirdiği işletim sistemlerini kullanmaktadır ve bu tekelleşmeye karşı pazara girmeye çalışan Çinli Huawei gibi devlere karşı önlemler alınmaktadır. Marx’ın sermayenin yoğunlaşması olarak bahsettiği tekelleşme eğilimi yazılım alanında da kendini göstermiştir hem de KODEY ile çelişir bir görüntü çizerek.

Peki ortada çelişkili bir durum vardır? Çünkü aslında belirli başlı yazılım ürünlerinin üretimi belirli seviyede bir bilgisayar altyapısıyla bireyler veya birkaç kişilik küçük gruplar tarafından da gerçekleştirilebilmektedir. Örnek verirsek mobil oyunlar ve insanlar için kullanım değerine sahip bir çok uygulama sürekli olarak geliştirilmektedir ve burada ciddi anlamda değişmeyen sermayenin değişen sermayeye bir üstünlüğü görünmemektedir. Hatta insanların hayatını kolaylaştırmak, daha iyi bir yaşam için idealistçe üretimler yapmak isteyen bireylere 18. yy’ın mucitleri ve bilim adamları gibi bir fırsat oluşmaktadır. Ama nasıl ki gerekli teknik imkanların giderek devasa boyutlara gelmesi ve kapitalizmin tekelleşmeye eğilimi artık bu insanları altında çalıştıkları kapitalistlerin ve onların karlarının zincirine vurduysa yazılım alanı için de bu geçerlidir. 

Kapitalistler bu alanın yeni gelişim sürecine uygun bir şekilde doğrudan küçük rakipleri silip süpürmek ve bunun için de büyük emek orduları kurup seferber etmek yerine kaynak kodu kütüphanelerini açık hale getirerek ve “yazılımcı ol” yaygarasını dört bir yana yayarak bu meslek için gerekli toplumsal emek zamanı azaltmayı hedeflemiştir. Bireysel geliştirici grupları “start-up” ekosistemine çekerek “benim işime yarayacak şeyleri üret, yatırımı ve parayı kap” metoduyla tekelci gücünü ortaya koymuş ve bir kez daha insanlığın gelişim seyrinde bir yavaşlamaya sebep olmuştur. Fakat yazılım sektörünün gelişmesi ile hayatımıza bomba gibi bir giriş yapan ve koruduğu gelişim hızıyla hepimizi kendine hayran bırakan yapay zeka sayesinde gerekli iş gücü bu alanda da hızla azalmaya başladı ve özellikle ABD’de büyük  “tech layoff” süreciyle geçtiğimiz yıl 191 bin kişi işini kaybetti. Hakeza bu süreç de değişen sermayenin oranın azalmasını tetiklemekte ve sermayenin teknik bileşiminin büyümesine yol açmaktadır. 

Yani özetlemek gerekirse kapitalizm bir kez daha kar ve piyasa fethi arzusuyla insanlığın gelişim seyrini yavaşlatmakta ve sermayenin organik bileşimini geçtiğimiz yüzyıla kıyasla çok daha hızlı bir şekilde büyütme çabasına girerek yine krize gebe bir yöne doğru ilerlemektedir. Ama bu karşı koyucu eğilimler ona nefes aldırıcı bir parçası olsa da ona yeniden hayata dönme şansı vermemektedir. Peki kapitalizm 1929 ve 1973 buhranlarından çıktığı gibi neden 2008’de başlayan bunalım etkisinden hala sıyrılamıyor ve kapitalizmin “akil” seslerinden gelen uyarılara neden cevap üretemiyor?

21. Yüzyılın Krizinden Neden Çıkılamıyor?

Bu sorunun yanıtını bulmak çok zor değil. Zira 1929 Buhranı’nın etkileri emperyalizmi yeniden bir dünya savaşına sürüklemiş, beklenenden daha büyük bir yıkım ve sonrasında yeniden başlayan büyük inşa süreci 1950’li yıllarda kapitalizme “altın çağını” yaşatmıştı. Bu süreçte kar oranları oldukça yükselmiş, sınıf hareketinin güçlenen baskısı ve sosyalist devrim çekincesi kapitalist refah modelleri sürecini ortaya çıkarmıştı. Hani yazının başında Der Spiegel’in çökmekte olduğunu aktardığı refah modelleri(!).

1973’te başlayan büyük krizden çıkış için ise neo-liberal reçeteler ortaya atılmıştı. Kamunun neredeyse tüm alanlardan çekilmesini, devlet tekelindeki sektörlerin neredeyse garanti karlarının ele geçirilmesi, işçi sınıfının kazanılmış haklarının gasp edilmesi ve bu gasp sayesinde artan kar oranlarıyla sermaye birikimlerinin hızlandırılması, finans sektörünün önünün açılarak fiktif (hayali) sermayenin devasa gelişimi, paranın bir meta unsuru olmaktan çıkıp ayağı yere basmayan büyük bir balon yaratması (buna finansal sistemin “sihri” de deniyor) gibi süreçler üzerinden bu reçete yaşama geçirilmişti. 

Fakat dünyanın büyük metropol ülkelerinden en dış çeperdeki kapitalist ülkelere kadar ciddi bir örgütlülüğe sahip işçi sınıfına bu reçete ve programın işlemeyeceğinin farkındaydılar. 1973’de Şili’de başlayan CIA destekli vahşi askeri cunta rejimleri tüm dünyaya yayılıp bu direnci kırarken, artık yenilginin eşiğine gelen batılı ülkelerdeki işçi sınıfının örgütlülüğünün tasfiyesi de gerçekleştirilmiş oldu. 1991’de Doğu Blokunun dağılmasıyla devasa yeni pazarlar sisteme dahil olmuş ve tek bloklu emperyalist saldırganlık “küreselleşme” nidalarıyla dünyayı fethini tamamlamıştır. 

1990’larda bu neo-liberal IMF reçeteleri birçok gelişmekte olan ülkede krizleri tetiklese de (1997 Asya Krizi, 2001 Türkiye Krizi gibi) gerçek anlamda bir küresel buhran dönemi 2008’e kadar yaşanmamıştı.

Peki emperyalizm safhasına girdiğinden bu yana büyük saldırganlıkla, yıkımlarla, acı faturalarla krizden çıkan kapitalizm neden bu kez şapkadan tavşan çıkaramıyor? Bunalımın sürekliliğinin en önemli sebeplerinden birisi kar oranlarındaki düşüş eğiliminin karşı koyucu etmenleri hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde ezmesidir. Diğer yandan kriz döneminde tasfiye olan ve diğer büyük kapitalistler tarafından yutulan kapitalistlerin ve sektörlerin büyük sarsıntılar ve işsizlik dalgalarına sebep olmamak için devletler aracılığıyla ayakta tutulması süreci çok daha sancılı hale getiriyor. Bunun bir örneğini de ülkemizden ve bizimle çok paralel bir süreç yaşayan Arjantin’den verebiliriz. 2001 krizine dair hafızamızı yokladığımızda iflas eden büyük bankalar ve şirketleri, TMSF tarafından el konulduktan sonra bu şirketlerin başka kapitalistlere peşkeş çekilmesini, Arjantin’de büyük toplumsal öfke patlamasını hatırlayabiliriz. Fakat bugün yine bu iki ülkede, daha da devasa örnekleriyle ABD’de düşük kar oranlarına rağmen devlet desteğiyle ayakta kalan firmaları, iflas süreçlerinin çok daha yavaş ve sarsıcı olmadan atlatılması çabasını görüyoruz. 

Yazının başında bahsettiğimiz dünyada giderek hızlanan savaş konjonktürünün (Ukrayna-Rusya, yakın gelecekte belki Çin-Tayvan) yine bizi bir emperyalist aşırılıklar çağına doğru götürdüğünü söyleyebiliriz. Ancak emperyalist rekabetin bu kez II. Dünya Savaşı’na benzer sürece doğru ilerlemeye sıcak bakmamasının kabul edersiniz ki makul gerekçeleri var; nükleer savaş gibi. Ancak kapitalizmin doğasının onu hayatta kalmak adına en makul olmayan seçeneklere ittiğini de unutmamak gerekir. Zira barbarlık bu düzenin yegane krizle baş etme metodu olagelmiştir. Ortadoğu ve Afrika’nın bugün emperyalist hiyerarşinin iki temel bloğu olan NATO ve Çin-Rusya için pazar ve hammadde rekabetinde daha uzun yıllar bir kapışma sahası olacağı ortadadır. Sosyalist bir dünya için kullanılan “ütopik” yaftasının da kapitalizmin bu korkunç distopyasına karşı kitleler için makul bir seçeneğe dönüşeceği korkusu son 16 yıldır sıkça kapitalizmin “akil” seslerince kimi zaman üstü kapalı, kimi zaman açık açık dile getiriliyor. 

Marx’ın temellerini meta fetişizmi ile attığı, Kapital üçüncü cildinde derinleştirdiği analizlerde paranın dışsal görüngüsünün ulaştığı şeklin büyük bir yanılsamaya yol açtığını ayrıntısıyla incelemiş ve mali sermayenin doğuşu, finans sektörünün gelişimini de ayrıntısıyla açıklamıştı. Sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi Marx’ın sadece sanayi kapitalizmini açıkladığı, kapitalizmin bugünkü gelişiminde anlattıklarının manasız olduğu savı da hayatın karşısında, görmeyi bilen gözler için yalnızca zırvalıktır. Başlangıçta Troçki’den aktardığımız gibi onun çeliğini şekillendirmeye, inceltmeye, eğip bükmeye çalışmaktan daha nafile bir çaba olamaz. 

Sonuç olarak yeni ve daha büyük bir aşırılıklar çağının başlangıç perdesindeyiz; eski ölemiyor, yeni ise doğamıyor. 

KATEGORİLER
ETİKETLER

Yorumlar

(0)