17 Ağustos 1999’dan Bugüne: 20 Yılda Yeni Depremlere Ne Kadar Hazırlandık? – Emre Güntekin
Türkiye’ye tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşatan Gölcük Depremi’nin üzerinden 20 yıl geçti. Depremde onbinlerce kişi öldü ve yaralandı; yüz binlerce ev ve işyeri yıkıldı. 17 Ağustos depreminin bu denli ağır bir yıkımla sonuçlanmasında kentlerin plansız, kaçak ve kontrolsüz bir şekilde yapılaşmasının önemli bir etkisi oldu. Medyada deniz kumundan evler yaparak binlerce kişinin ölümüne sebep olan Veli Göçer gibi müteahhitler teşhir edilip yargılanırken (bunların çoğu ya 2002’deki Rahşan Affı’yla ya da zaman aşımından serbest kaldı); bu müteahhitlerle iş tutan, depreme dayanıksız evlerin yapımına müsaade eden siyasi unsurlara tek kelime laf edilmedi. Denize dolgu yapılarak oluşturulan zeminlere yapılan ve istisnasız hepsi Marmara Denizi tarafından yutulan yapılara kimlerin izin verdiği, kimlerin bu işlerden nasıl bir rant sağladığı ortaya çıkarılamadı. Bu rant düzeninin bedelini bölgenin milyonlarca insanı ödedi. Bölgede yaşayan, yakınlarını kaybeden, evleri yıkılan ve yaşamları alt üst olan insanlar depremin travmasını yıllarca üzerlerinden atamadılar ve bugün bile depremin etkileri tamamen silinmiş değil.
Haritadan da görüleceği üzere Türkiye’nin fiziki olarak önemli bir bölümü, ve nüfusun büyük çoğunluğu, 1. dereceden deprem bölgesi içerisinde yer alıyor. Son yüzyılda Türkiye’de 300’e yakın deprem gerçekleşirken bu depremler sonucunda yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi. Böyle bir gerçeğe rağmen, hiçbir iktidar depremler konusunda riskleri bertaraf edecek, can ve mal kayıplarını minimuma indirecek uzun vadeli bir politika ortaya koymadı. Depremler gerçekleştiğinde ve ağır bedeller ödendiğinde kısa süreli oluşan yara sarmaya yönelik yaklaşımlar zaman geçtikçe yerini umursamazlığa terk etti. Aynı durumu Gölcük Depremi’nden sonra da yaşandı ve hala yaşanıyor. Kent politikaları, özellikle AKP’nin iktidara yükselişiyle birlikte, şehirlerin jeolojik ve doğal yapıları, deprem ve doğal afet riskleri gözetilmeksizin tamamen sermayenin rant iştahına terk edilmiş vaziyette.
Günümüzde deprem beklentilerinin en fazla yoğunlaştığı yer İstanbul. Nüfusu doludizgin artan, ranta dayalı kentleşme politikalarıyla adeta yaşanmaz hale gelen İstanbul’da olası bir depremin ağır bir yıkım getireceği şimdiden öngörülebilir. Türkiye’de iktidarın deprem riskine ne denli önem verdiğine İstanbul örneğinden yola çıkarak bakabilirsiniz. TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu’nun 2017 tarihli raporunda belirtilen bir durum iktidarın konuya nasıl yaklaştığının bir göstergesi:
TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubemizin İstanbul Valiliği’ne yöneltmiş olduğumuz sorulara (Y.N-Bu sorular 17 Ağustos’un yıl dönümünde hazırlanacak sunum için veri toplanması amacıyla yöneltiliyor. İlgili sorulara rapordan ulaşılabilir.) ilişkin bilgiler yazılı ve görsel olarak gizlilik gerekçe gösterilerek paylaşılmamış ve sadece valiliğe bağlı AFAD birimi yönetimi oda yönetim kurulunu davet ederek sözlü bilgi paylaşılabileğini beyan etmiştir. Bu bilgilerde yapılan çalışmaların neler olduğu, toplanma alanlarının sayısı ve durumu, çadır alanlarının konumu, acil durum yollarının belirlenip belirlenmediği, durumu ve bu alanların kapasiteleri, yaşamsal malzemelerin ne boyutta hazırlandığı, sağlık malzemelerinin durumu, geçici konut alanları, içme suyu problemi ve arama kurtarmada gelinen durumun ne olduğu. Bu durum ise akıllarda gerçekten de böyle bir deprem ile karşı karşıya olan bir şehrin hazırlıksız olduğunun en temel göstergesidir. Şüpheye düşüren ya bir planın olmaması ya da uygulanabilir olmamasında dolayı paylaşılmamasının arkasına “gizlilik gerekçesinin” örtülmesidir. Üretilen hiçbir bilgi gizli değildir, bilimsel olduğu sürece. Sonuç olarak “deprem ve konuyla ilintili mevzuat ya yetersizdir ya da hiç yoktur”.
2017 yılında aradığı sorulara devlet katında yanıt bulamayan Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı Erdal Şahan da karşılaştığı manzarayı şöyle özetliyor:
“Deprem toplanma alanlarını sormak için 2 kişi gittik. 77 alan belirlediklerini söylediler ama hiçbir alanı göstermediler. Neye göre belirlediklerini sorduğumuzda. Uydudan bakarak belirlediklerini sonra bazılarını görmeye gittiklerini bazılarını da İBB’den helikopterle bakıldığını söylediler. Bazılarının kamu bazılarının vatandaş arazisi olduğunu öğrendik. Vatandaştan gizlenecek bilgiler olmadığını söyledik. AFAD’ın aldığı karar doğrultusunda bilgi veremeyeceklerini söylediler. Bize yönetmeliği anlatıyorlar. Deprem toplanma alanlarının tamamını soruyoruz ‘bize güncelleniyor’ diyorlar. Deprem planını 2 milyon kişi baz alarak yapmışlar. Yani 500 bin konutun yıkılacağını öngörüyorlar. Acil ulaşım yolları da yok. Bu konuda sıkıntı yaşayacaklarını düşünüyorlar. Hatta barınma ihtiyacı için bazı vatandaşları il dışına yollama ihtimalleri ve düşünceleri de var. Askeri alanlar konusunda da yetkilerini aştıklarını söylüyorlar. Şimdi AFAD bu ülkede deprem ya da afet olduğunda en yetkeli merci, AFAD dahi buna müdahale edemiyorsa deprem gibi önemli bir konuda askeri alanların halkın kullanımda kalmasını sağlayamıyorsa gerisini siz düşünün. İstanbul gerçekten depreme hazır değil.”
Aslında mızrak çuvala sığmıyor ve biz ilgili kurumların neden gizlilik perdesinin arkasına sığınmaya çalıştığını biliyoruz. Örneğin TMMOB’un dikkat çektiği deprem toplanma alanları meselesi… Gölcük Depremi’nin ardından belirlenen 493 toplanma alanından 416 tanesi yapılaşmaya açılırken, buralarda artık AVM’ler, rezidanslar, gökdelenler yükseliyor. Kalan 77 tanesinin nereler olduğu konusunda ise vatandaşın haberi yok! Hatta Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa ve Fatih gibi milyonlarca insanın yaşadığı ilçeler için belirlenmiş tek bir toplanma alanı yok!
Öte yandan özellikle AKP ile birlikte ekonominin temel motoru inşaat sektörü haline getirilirken, bu sektörde denetim tamamen kağıt üzerinde kalıyor. Gölcük Depremi’nin ardından 2001 yılında yayınlanan kanunla birlikte tüm yapılara (kamuya ait yapılar gibi istisnalar hariç) yapı denetimi zorunluluğu getirilmişti. Fakat bu denetim işi konusunda uzman, karşıdaki muhattabıyla ekonomik bağı olmayan, bağımsız kurumlara verilmek yerine tamamen piyasacı bir mantıkla işleyen, inşaatı yapan kişiyle ekonomik ilişki kuran ve bu nedenle bağımsızlığı tartışmalı olacak özel yapı denetim firmalarına terk edildi. İnternetten yapı denetim sisteminin aksaklığıyla ilgili tonlarca veri bulabilirsiniz. Dileyen konuyla ilgili şu deneyime bakabilir. Aynı sorun yapının inşa edileceği zeminle ilgili araştırma ve denetimler için de geçerlidir. İktidar TMMOB’u düşman ilan ederek bu tarz konulardaki yetkilerinde kısıtlamaya giderken; hayati meseleler piyasacılığın kar iştahına terk ediliyor. Zaten başka türlü bataklık zemine, yağmur yağdığında pistlerini su basan ve sıkça pistleri çöken, göçmen kuşların uçuş güzergahına ve daha şimdiden ciddi tehlikelerin yaşandığı bir bölgeye dünyanın en büyük havaalanı nasıl inşa edilebilir ki?
Depremin onuncu yılında AKP’nin sadık müteahhitlerinden Ali Ağaoğlu şu itiraflarla İstanbul’un nasıl bir tehlike üstünde oturduğunu anlatmıştı: “Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stoğunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. 1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi’nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır.”
Normal şartlarda yapılması gereken neydi: Bu itirafları yapan ve milyonlarca insanın hayatını hiçe sayan bir müteahhidi yargılamak ve gereken cezayı vermek, varolan yapıları hızlı bir denetim süzgecinden geçirmek ve tehlike arz edenler için gereken önlemleri almak… Fakat iktidar ne yaptı? Yıllarca gözü kar hırsından başka bir şey görmeyen kapitalistleri destekledi. Yetmedi en ufak bir denetime dahi tabi tutmadan rant hırsıyla kaçak yapılara imar affı getirdi. Hatta kendi turizm patronu olan kültür ve turizm bakanı bile kaçak otelleri için bu aftan yararlandı. Milyonlarca insanı gelecekte her biri birer tabut haline gelecek binalara mahkum etti.
İstanbul depremi için uzmanların genel olarak öngördüğü minimum 500.000 ölü! Yüzbinlerce bina yıkılacak ve bugün 15 milyon deprem günü ne kadar olacağı bilinmeyen bir nüfus bu mantıkla idare edilmeye çalışılacak. Daha deprem sonrası senaryoları anlatmadık bile. Kartal’da Şubat ayında çöken ve 15 kişinin yaşamını yitirdiği 8 katlı bir bina enkazının içinden bile günlerce çıkamadılar. Yüzbinlerce yapının yıkılacağı bir felaketi siz düşünün. Türkiye’nin başında hüküm süren zihniyetin böylesine devasa bir yıkıma verebileceği tek bir cevap yok.
İstanbul örneğinden bahsetmiş olsak da bu durum Türkiye’nin genel bir sorunu. 1999’dan günümüze doğal afetler her seferinde canlar götürüyor, fakat mevcut düzen kar hırsından başka bir şey bilmediği için bunlara karşı kıl bile kıpırdatılmıyor. Milyonlarca insanın kaderi bu umursamazlığa teslim!