Zamanın Ruhu: Said Nursi Farklı Bir Bakış (II) – Güneş Gümüş

Zamanın Ruhu: Said Nursi Farklı Bir Bakış (II) – Güneş Gümüş

Yazının Birinci Bölümü İçin Tıklayınız

Yeni Said

Van’a dönüşle Yeni Said döneminin temeli atılır. Mücadele kanalları siyaset alanında kendisine kapanmış olan Nursi, toplumun laikleştirilmesi (laikliğin içeriği ayrı bir tartışma konusu) ve dinin etkisinin azalması karşısında başka bir kanaldan ilerleyerek kendi yolunu açar; İslam dininin toplumsal olarak güçlendirilmesi için kavgasını sürdürür. Nursi, artık, dinsel konulara eğilerek toplumdaki imanı bu yolla artırmak niyetiyle çalışmalarına devam eder. Van’a döndüğünde bir tür inzivaya çekilerek dinsel konulara odaklanır. Ancak Anadolu’nun bir köşesindeki faaliyeti, tek parti döneminin toplumsal yaşamın her alanını denetim altına alma çabasından kaçamaz.

Yeni Said dönemine damgasını vuran, Nursi’nin dışında gelişen, onun da dâhil edilmek istendiği ama yanaşmadığı 1925’teki Şeyh Said isyanı ve devamında gelişen olaylar olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan ilk Kürt ayaklanmasına katılması için Şeyh Said’in davetini alan Said Nursi bu daveti geri çevirse de isyan sonrası 1 Temmuz 1925’ten başlayarak sürgüne gönderilen 7800 Kürt ailesiyle ortak kaderi paylaşır.

Said Nursi, Eskişehir’deki yargılama sürecinde bırakın Şeyh Said isyanına katılmayı, isyancılara yüzyıllarca İslam’a bayraktarlık yapan Türk milletine karşı ayaklanmanın yanlış olduğunu bildirdiğini ve onları da vazgeçirmeye çalıştığını dile getirir. Nursi’nin Şeyh Said’in kendisine çağrısına cevaben yazdığını öne sürdüğü, halen bulanamamış mektubunda şunları yazdığını belirtir: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez. Siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir.”(17)

Mektubun gerçekliği tartışması bir yana Nursi’nin isyana katıldığına dair resmi tarihçilerin de dâhil olduğu araştırmacılar bugüne kadar bir kanıt ortaya koyamamıştır. Aksine Said Nursi; kendi Kürt kimliğini yok saymasa da önce Osmanlı, sonrasında Türk kimliğine sahip çıkar: “Allah’ü zül Celal Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de mealen; ‘Öyle bir kavim göndereceğim ki, onlar Allah’ı sever Allah da onları sever.’ diye buyurmuştur. Ben de bu beyanı ilahi karşısında düşünürken, bu kavmin; bin yıldan beri Âlem-i İslam’ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dört yüz milyon hakiki Müslüman kardeş yerine, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinde gitmem.”(18)

Nursi’nin hayatının ilk döneminin geçtiği Osmanlı Devleti’nde Kürt kimliği bir inkâr kaynağı olmamış, yaşadığı bölge Kürdistan olarak resmen anılmıştır. Dolayısıyla Said Kurdi ifadesi onun Kürt sorununda gösterdiği tavrın bir ifadesi değil, Kürt olduğunun bir ifadesidir. Nursi açısından önemli olan etnik kimliklerden öte dinsel olandır ki; “…rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.”(19); milliyet ancak dinsel kimliğin yaşayabileceği bir zemin sunduğu sürece değerlidir; Osmanlı’da sunulduğu gibi: “…resmî tarihçilerin kasıtlı olarak gözden kaçırdığı gerçek, Said-i Nursî’nin ‘Kürt Meselesi’ söz konusu olduğunda siyasi açıdan İslamcı-Osmanlıcı çizgiye her zaman sadık kaldığıydı. Örneğin 1918’de başlangıçta kültürel amaçlarla kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’ne girdiği iddia edilir, ancak Cemiyet’in ilk genel kurulunda seçilen yöneticiler arasında Said-i Nursî’nin adı yoktur. Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı sırasında Osmanlı Devleti’nin eski Stokholm Sefiri Şerif Paşa ile Boğos Nubar Paşa’nın bağımsız bir Kürdistan ve Ermenistan için çalıştıklarında, Said-i Nursî, Sebilürreşat ve İkdamgazetelerinde yayımlanan iki yazıyla bu girişimi şiddetle eleştirmiştir. Yazıların ortak teması, Kürtlerin her şeyden önce Müslüman oldukları, dolayısıyla Kürtlük davasının manasız olduğu, Kürtlerin yabancı himayesinde bir muhtariyet yerine ölümü tercih edecekleri ve eğer Kürtlerini düşünecek biri varsa bunun Ermeni Bogos Nubar Paşa değil Osmanlı Devleti olduğudur.”(20)

Nursi’yi Kürt-İslam kimliği temelinde sahiplenen Zehracılar gibi oluşumlardan tutun da Kürt ulusal hareketinin içinden unsurlara kadar Nursi’den Kürtlük bilincine sahip, hatta bu bilinci güçlü bir figür olarak dem vurulabiliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemleri çok sayıda Kürt isyanına ev sahipliği yaparken bu isyanlara katılmamak, katılanları vazgeçirmek için propaganda yapmak -hele ki bu isyanların bedelinin ağır olduğu bir dönemde (bugünle de kıyaslanabilir)-, kısacası isyancılara sırtını dönmek, Kürt ulusal davası açısından pasiflikten öte ancak ihanet şeklinde yorumlanabilir.

Gelelim Şeyh Said isyanı nedeniyle Said Nursi’nin sürülmesine. Öncelikle Nursi’nin bu kaderi binlerce Kürt önde geleni ile birlikte paylaştığını belirtelim. Bu bedel, Nursi Kürt kimliğine sahip çıktığı için değil, bölgede etkili olabilecek bir Kürt figürü olduğu için ödetilmiştir. Dilek Kurban ve Mesut Yeğen’in “Adaletin Kıyısında: ‘Zorunlu’ Göç Sonrasında Devlet ve Kürtler” adlı metninde belirttikleri gibi Kemalist iktidar, Şeyh Said Ayaklanması sonrasında bölge için hazırlanan raporlardan, özellikle de Abdulhalik Renda’nın raporundan, temellenen“Şark Islahat Planı”nı adım adım uygulamaya koymaya çalışmıştır. Abdulhalik Renda raporuna göre, “Fırat’ın doğusundaki bölgede yaşayan Kürt nüfusu bir milyondan fazlaydı ve bölgedeki Türk nüfusu Kürt nüfusun dörtte birinden daha azdı. Renda raporunun çözüm önerisi de açık ve netti: ‘Türkiye arazisinde iki milletin aynı kudret ve selahiyetle hâkim bulunması imkânı’ olmadığından, ‘Türk nüfus ve nüfuzunu hâkim kılmak’ farzdı.”(21) Bunun sağlanmasının biricik yolu da zorunlu iskân politikasını yaşama geçirmekti. Böylece, tam biat etmemiş Kürt ileri gelenleri bölgeden uzaklaştırılıp bölge Türk bir nüfusla yenilenerek hem sürgüne gidenlerin hem de bölge halkının asimilasyonu konusunda yol almak planlanıyordu.

Yeni Said dönemine damgasını vuran diğer bir olgu ise tek parti rejiminin Said Nursi’nin İslami muhalefetinin önünü alma çabasıdır. Bu süreçte Nursi, Kemalist rejimin yoğun baskısına maruz kalan, yılmaz bir özgürlük savaşçısı olarak sunulur. Kemalist rejimin yeni toplum projesinde etkin bir dinsel öğeye yer yoktur. Dolayısıyla zaten kırılgan, hassas dengelere dayanan yeni bir toplum inşasının önünde muhalefet eden (açıktan olmasa da farklı bir toplum projesini alttan alta örmeye çalışan) bir figüre Kemalist rejimin tahammül göstermesi mümkün değildi. Ancak yine de dönemin İstiklal Mahkemeleri dönemi olduğu, sırf şapka takmadığı için onlarca insanın idam edilip binlercesinin de hapislerde atıldığı bu şartlarda sunulduğu kadar savaşçı bir Nursi’nin hayatta kalması pek mümkün olmasa gerek. Zaten ortada öyle bir Nursi de yoktur. Bu tartışmaya sonra dönmek üzere Nursi’nin pasiflikle malul olduğunu belirterek geçelim. Bu konuda diğer bir önemli nokta da Nursi’nin isminin etrafında yaratılan halenin aksine yoğun baskı altında kalıp kalmadığı sorgulanmaya açıktır. Öncelikle sürgün edildiği yer dikkat çekicidir: “Sürgün yeri olarak seçilen Isparta, aynen memleketi Bitlis gibi, din adamı yetiştiren, 60 medrese, 200 Kur’an kursu ve sayısız tekkenin bulunduğu, merkezden kopuk dağlık bir şehirdi. Kısacası ortam Said-i Nursî’yi etkisiz hale getirmeye hiç müsait değildi. Bu arada muhafazakârlığıyla tanınan Fevzi Paşa, bölgedeki yetkililere Said-i Nursî’ye hürmet etmeleri talimatını vermişti. Said-i Nursî, tedbiri elden bırakıp bir medresede ders vermeye başlayınca Isparta’nın Barla kazasına sürüldü. Ama Barla’da geçirdiği 8,5 yıl boyunca etkisini ve ününü biraz daha arttırdı. Bitlis ve Van olmak üzere memleketin çeşitli yerlerinden ziyaretçileri eksik olmadığı gibi Risale-i Nur külliyatının büyük bir bölümü burada yazıldı. Kendi ifadesiyle ‘yarı ümmi’ olduğu için, Said-i Nursî söylüyor, şakirtleri yazıyordu. Müritlerinden ‘Santral Sabri’ bu risaleleri civar köylere dağıtıyordu. Bu sefer o köylerde eli kalem tutanlar kopyalama işine girişiyorlardı. Böylece risaleler ve cemaat kartopu gibi çoğalıyordu.”(22)

Hem tek parti iktidarı gibi tam kontrol ve engelleme gücüne sahip bir iktidar döneminde muhalif olacak ve yoğun baskı göreceksiniz hem de destekçi bulmaya (kendi ifadesiyle 500 bine kadar ulaşan) devam edeceksiniz. Bu işin sırrını herkes öğrenmek ister. Ahmet Hakan, utanmazca Said Nursi ile Nazım Hikmet’i uğradıkları baskı çerçevesinde mukayese edip “onun yaşadığı zulmün yarısını bile yaşamamış Nâzım Hikmet” diyebilmektedir (23). Elbette; Said Nursi’nin 3 yıl 4 ay hapsine karşılık Nazım Hikmet’in 12 yıllık hapis hayatı –çeşitli mahkemeler sürecinde Rusya’ya kaçmasaydı daha kaç yıl olundu bilinmez-, vatandaşlıktan çıkarılma, şiirlerini okuyan binlercesine kadar uzanan baskı… Bir de Said Nursi’nin 1945’ten itibaren Risale Nur kitaplarının basımının serbest hale gelmesi ve devletten harcırah almaya başlaması düşünüldüğünde: “Bir buçuk ay kadar kaldığı Denizli Şehir Oteli’nde ziyaretçi akınına uğrayan Said-i Nursî’nin yeni evi Afyon-Emirdağ’dı. Bu sefer devlet bonkör davranmış, 400 lira harcırah vermişti. Denizli Mahkemesi’nin beraat kararının onandığı 1945’ten itibaren yayın yasağı kalmadığı için Risaleler açıkça (artık daktilo ve teksir makinesiyle) basılıyordu.”(24)

Şu gerçekleri reddetmek niyetinde değiliz; Nursi, Kemalist rejimin baskısıyla karşı karşıya kaldı; zorunlu iskana tabi tutuldu; yargılandı; hapis yattı; destekçileriyle birlikte soruşturmalardan geçti… Ancak demek isteriz ki Nursi’nin karşılaştığı baskı, tek parti döneminin diğer muhaliflerine (İslami cepheden ya da başka kanallardan), özellikle de etkin bir güç haline gelenlerin –ki Nursi gittiği yerlerde etki kazanmıştır- karşılaştıkları muameleyle aynı sertlikte değildir. İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanıp asılan, onlarca yıl hapis yatan, çevreyle iletişimi tamamen kesilen unsurlardan bahsediyoruz. Nursi’ye baskının daha hafif olmasının nedeni nedir, peki? Birkaç faktörün bu konuda etkili olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle Nursi’nin kendisinin güç yetiremeyeceğinin bilincinde olduğu siyaset alanından elini ayağını çekerek dinsel konulara (imana) yönelmesini saymak gerekir. Yani Nursi doğrudan bir muhalefetin örgütleyicisi olmamıştır. Başka bir nokta ise Nursi’nin pasifliği olabilir: bu pasiflik Nursi’nin öğretisine de yansımış; varlık zemini bulacak koşullara erişene kadar alttan alta çalışmayı tercih etmiştir. Nursi, Kemalist rejimin zorunlu şapka taktırması konusunda bile şapka takmak kafir yapmaz diye fetva verebilmiştir: “Kardeşim size şunu söyleyeyim; şapka için ben fetva verdim: Şapkayı giyen kâfir olmaz. Eğer ben o fetvayı vermeseydim, yirmi Şeyh Said daha çıkardı, isyan ederdi. Binlerce masumun kanı dökülürdü. Otuz sene eziyet ve sıkıntı çektim, helâl olsun… Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâli Efendinin şapka hakkındaki fetvasını bildiğim halde, mukabil fetva verdim. Bu şapka için sevap kazanayım diye, yirmi Şeyh Said çıkar isyan ederdi. Bu yüzden yüz bin insan öldürüldü. Benim çektiğim eziyetler helâl olsun. Pişman değilim.”(25)

Nursi’nin bu süreci daha hafif atlatmasını sağlayan bir olasılık ise Kemalist rejimin önde gelen figürlerinin Nursi’ye belli oranlarda arka çıkması, Kemalist rejimin de bu çerçevede o ölçüde sertleşmemesi olabilir. Her ne kadar Mustafa Kemal figürü tek otorite olarak sivrilse de mücadele sürecindeki ilk yol arkadaşlarının farklı eğilimleri (örneğin daha muhafazakar olanların) tamamen ezilmemiştir; Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak gibi. Ayşe Hür’ün aktarımlarında Fevzi Çakmak’ın Nursi’yi sürgünde kollaması ya da Kazım Karabekir’in Nursi’ye arka çıktığı iddiası bu bağlamda dikkate alınabilir.

Üçüncü Said

Üçüncü Said dönemi ise çok partili sisteme geçişle birlikte Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle başlar. Said Nursi, tek parti döneminde siyasetin imanla uyuşmazlık taşıdığını sıklıkla belirtse de iktidar değişip dine alan açıldığında siyaset alanına müdahaleden geri durmamıştır. 1951’de Demokrat Parti’ye yönelik yazdığı risalede bu tutumunu Nurculara hizmet bağlamında gerekçelendirir: “Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakma­maya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki; Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler.”(26) Şerif Mardin de DP ile gelişen ilişkilere değinir: “Demokrat Parti iktidarı döneminde (1950-60) Türkiye’nin doğu illeri ağalarından pek çok kişi meclise girmişti. Doğulu milletvekillerinin oluşturduğu bu grup zorunlu olarak, bölgedeki tarikat oluşumları ile çakışmaktadır. … Bunun bir örneği de, Said Nursi ile yerel ağalardan Kinyas Kartal arasındaki ilişkidir.” (27)

Nursi, DP’yi hem uzun yıllardır projesi olan “Medrese-tü-Zehra”nın kurulması hem de Risale-i Nur kitaplarının resmi olarak basılıp kullanılması için de bir fırsat olarak görür. Nursi’nin takipçilerinden Tahsin Tola bu konuda şunları söyler: “Afyon mahkemesi neticelenmesi ve temyizin beraet kararını tasdiki üzerine, Üstad beni Adnan Menderes’e gönderdi. Selâmlarını mektup ve medrese ehlini birleştiren şarkta uhuvvet-i İslâmiyeyi temin eden aklen ve kalben İslamiyeti ders veren Risale-i Nur’un neşrini söylememizi istedi.” (28)

Demokrat Parti ile ilişki; Menderes’e yazılan mektuplar, Nursi’nin takipçileri üzerinden kurduğu doğrudan ilişki gibi çeşitli biçimlerde vitrin gerisinde kurulurken 1957 seçimlerinde açıktan bir hüviyet kazanmıştır. Nursi, 1957 seçimlerinde oyunu açıkça DP’ye verip oy verme çağrısını yapmıştır.

Nursi’nin DP’ye desteği uluslararası alanda kurulan ittifaklar, yer alınan Batı Bloku ve ABD emperyalizmiyle kurulan ilişkilerde de devam etmiştir. Batı toplumuna, pozitivizm ve materyalizmine önceki yazılarında sıklıkla saydıran Nursi, bu sefer komünizm (!) tehdidi altında onlarla kurulacak ittifakları savunur hale gelmiştir. Nursi, “dönemin başbakanı Adnan Menderes’e 1955 yılında yazdığı bir mektupta İslam dünyası ve gerçek Hıristiyan devletlerle, bilhassa dinsizlikle eşdeğer gördüğü komünizme karşı duruşuyla ve dindarlığı ile dikkati çeken Amerika Birleşik Devletleri’yle kurulan ittifakı gönülden desteklediğini bildirmiştir.” (29)

Nursi’nin komünizm alerjisinin sicili kabarıktır. Nefret ettiği Kemalist rejime bile bu konuda ihtar gönderecek kadar fanatiktir: “1947’de başta CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran olmak üzere bazı devlet büyüklerine mektuplar yazarak “memleketi tehdit eden komünizm tehlikesi”ne karşı uyardığını düşünürsek, (Türkiye’deki komünist sayısı bir elin parmaklarını geçmediği halde Said-i Nursî dinsizlikle özdeşleştirdiği komünizmin fanatik bir düşmanıydı)…”(30)

 

 

 

Kaynakça

(1) Mustafa Armağan, “Abdülhamid, Said Nursi’yle Hiç Karşılaştı Mı?”, Zaman, 29 Mart 2009.

(2) Said Nursi, Şualar, Söz Basım, s. 447. (Aksi belirtilmediği sürece bulunabileceği webadresi: www.erisale.com)

(3) S. Nursi, age, s. 615.

(4) S. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s.419.

(5) S. Nursi, Münazarat, s.525.

(6) aktaran Ayşe Hür, “Bediüzzaman Said-i Nursi”, Taraf, 28 Mart 2010.

(7) Şerif Mardin, Bedüizzaman Said Nursi Olayı, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s.144.

(8) A. Hür, “‘Eski Said’den ‘Yeni Said’e”, Taraf, 4 Nisan 2010.

(9) A. Hür, age.

(10) S. Nursi, Mektubat, s.112.

(11) S. Nursi, Sünuhat, s. 348. [Antranik, Muş ve Van isyanlarına da katılan bir Ermeni komutan; Said Halim Dışişleri Bakanlığı, Sadrazamlık yapan bir İttihatçı; Venizelos Yunanistan’ın kurucusudur.]

(12) A. Hür, age.

(13) S. Nursi, İçtimaî Reçeteler II, s. 289.

(14) Nagehan Alçı, “Prof.Dr.Feroz Ahmed ile Yapılan Röportaj: Ergenekon ve İttihatçılar Arasında Bağlantı Yok”, Akşam, 31 Ağustos 2009.

(15) S.Nursi, CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a Verilen Mektup (1947).

(16) S. Nursi, Şualar, s.463.

(17) Tarihçe-i Hayat, s.191.

(18) Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s.233-234.

(19) S. Nursi, Mektubat, s. 88.

(20) Ayşe Hür, age.

(21) aktaran Mesut Yeğen ve Dilek Kurban, Adaletin Kıyısında: ‘Zorunlu’ Göç Sonrasında Devlet ve Kürtler, Tesev Yayınları, İstanbul 2012, s. 47.

(22) Ayşe Hür, age.

(23) Ahmet Hakan, “Hem Padişahçı, Hem İslamcı Olursan”, Hürriyet, 9 Ocak 2011.

(24) Ayşe Hür, age.

(25) http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/sonsahitler/bolgeindex.php?…

(26) S. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 595.

(27) Ş. Mardin, age, s.252-3.

(28) http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/sonsahitler/bolgeindex.php?…

(29) aktaran Hüsnü Ezber BODUR, “Büyük Anlatılar ve Din: Modern Türkiye’ye Yansımaları”, Toplum Bilimleri Dergisi, 4 (8), Temmuz – Aralık 2010, s.37.

(30) Ayşe Hür, age.

KATEGORİLER
ETİKETLER