"Umut'un Yol'unu" Gösteren Çirkin Kral; Yılmaz Güney ve Sineması – Gökçe Şentürk
9 eylül 1984’te, mide kanserinden dolayı aramızdan ayrılmıştı, Yılmaz Güney. Türkiye sinema tarihi içinde, politik sinemadan bahsedildiğinde akla ilk gelen isim kimilerince “Çirkin Kral”, kimilerince “Karaoğlan”. Aradan tam 32 yıl geçti. Hem sinemayla hem de bu toplumun ve içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız sistemin etkileriyle ilgilenen herkes için önemli ve kırılma yaratan bir isimdir Yılmaz Güney. Onu anlamak eserlerini yorumlamak için de sanatıyla müsemma bir şekilde hayatına bakmak, sinemada ortaya koyduğu özgünlüğün, içinden çıktığı toplumsal yapıdan ve ait olduğu sınıftan kaynakladığını bilmek gerekiyor. Tam da bu sebeple, sinema kariyerine ticari filmlerde oyunculuk yaparak başlayan Yılmaz Güney, bu filmlerde yarattığı karakterlerle bile farklılığını ortaya koyuyor.
Sinemanın etki alanının genişliği vesilesiyle ideolojik ve politik bir araç olarak kullanılması ve algı yönetiminde etkili ve güçlü bir silah olarak keşfedilmesi onu hem toplumu ürettikleriyle yaratan geniş alt sınıflar açısından hem de bu sistemin ayakta kalması gerektiği fikrini canlı tutmak ve ikna etmek zorunda olan sermaye açısından önemli kılıyor. Dolayısıya, sinemanın iktidarların elinde ideolojik bir propaganda aracı olarak kullanılmasına karşılık sanatın özündeki muhalif karakterinin de etkisiyle aynı zamanda karşı propaganda aracı olarak da kullanıldığını söyleyebiliriz.
Yılmaz Güney Sineması da işte bu şekilde anlam kazanıyor. Güney’i döneminin muhalif yönetmenlerinden ayıran noktalar olduğu söylense de belki de bunlardan en önemlisi Güney’in muhalif kimliğinin, sistemin salt eleştirisinden ziyade sistemin topyekûn değişmesini esas çare olarak görüp bu durumu bilince çıkarmasıdır.
Güney’in İçine Doğduğu Dünya; Hayatı
1937’de Adana’da doğan Yılmaz Güney’in gerçek adı Yılmaz Pütün. Kendi ifadesine göre; Pütün, kırılması zor sert meyve çekirdeği demektir.
Topraksız, mülksüz bir köylü ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Yılmaz Güney’in babası Siverekli, annesi Vartolu. Aslında 1931 doğumlu olan Güney’in mezar taşında dahi doğum tarihi yanlış ; nüfus kağıdını doğumundan yıllar sonra alabildiği için, o günkü tarih yazılmış. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adana’da okurken pamuk işçiliğinden simitçiliğe kadar birçok işte çalışır. Yıllar sonra çocukluğuna ilişkin şunları söyleyecektir :“Sınıfsal farklılığın olduğunu ilk, zengin çocuklarıyla oynarken fark etmiştim. Annem, yazın babamla birlikte tarlalarda ırgatlık eder, kışınsa hizmetçilik yapardı. Bazen çalıştığı evlerden yemek artıkları getirirdi. Lezzetli şeylerdi bunlar. Ama bir süre sonra bunların artık yemekler olduğunu anladık. Bu yemekleri her yiyişimizde alçaldığımızı, aşağılandığımızı duyumsardık.” Hayatına yön verecek olan sinemayla ilk tanışıklığı ise, on dörtyaşındayken, film dağıtım şirketlerinde çalışmasıyla başlar. O yıllarda iyi bir sinema izleyicisi olan Yılmaz Pütün, lisedeyken And Film ve Kemal Film’de çalışmaya başlar. Bir yandan da öyküler yazıyordur. Muhalif olmanın bedeliyle ise ilk olarak, 1956’da yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı hikâyesinden dolayı hapse girmesiyle tanışır. Daha sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girse de, çalışıp ailesini geçindirmek zorunda oluşu, fakülteye sadece iki ay gidebilmesine olanak tanır. Birkaç yıl seyyar sinema şirketi Dar Film’de çalışır, film gösterimindeki şirket payını toplamak içinse doğu ve güneydoğudaki birçok ili gezme olanağı bulur. 1961 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne giren Güney, tutuklanınca bir kez daha öğrenimine ara vermek zorunda kalır ve kendi deyişiyle o tarihten sonraki öğrenimini “hayat üniversitesinde” tamamlar.
Yeşilçam’la tanışma; Atıf Yılmaz
İktisat fakültesi okumak için geldiği İstanbul’da erken yaşlardan itibaren onu etkileyen sinemayla yakından ilgilenme ve o dönemin önemli sinemacılarıyla tanışma imkanı bulur. Atıf Yılmaz’la tanışması bu anlamda hayatındaki önemli kırılma anlarından biridir. Artık sinema hayatında oyunculuk, senaryo yazarlığı ve yönetmen yardımcılığının iç içe geçtiği, sonraki dönemde farkını ortaya koyacağı eserlere geliş sürecinde tabiri caizse piştiği dönemdedir. 1959’da Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik isimli filmlerin hem senaryosunu yazar, hem de filmlerde rol alır. Karacaoğlan’ın Karasevdası’nda da yönetmen yardımcılığı yapar. Fakat bu dönemde bir kez daha tutuklanır; Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere öyküler yazan Yılmaz Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 1961’de bir buçuk yıl hapis cezasına mahkûm olur.
Türkiye Sinemasının ‘Çirkin Kralı’
Hapisten çıktıktan sonra 1963 yılında sinemaya hızlı bir geri dönüş yapar. Daha çok macera filmleri çeker. O dönemki filmlerinde ezilen, hor görülen bir “Anadolu çocuğunun” otoriteye başkaldırısı vardır. Bol starlı; güzel kadın ve yakışıklı erkeklerin salon filmlerinin, melodramların dünyasında, ‘sıradan filmlerin oyuncusu’ olarak seyirciyi fethederek, ‘çirkin kral’lığa doğru yol alır. O dönem çektiği filmlerde, yaygın olarak çekilen efsane aşkların idealize edilmiş, toplumsal yapıdan kopuk mutlak iyi ya da mutlak kötünün gösterildiği yapımların etkileri olsa da onu ‘çirkin kral’lığa oturtan şey aslında izleyicinin kendi hayatlarıyla Yılmaz Güney’in temsil ettiği kişiyi özdeşleştirmesinde yatar. Artık o, toplum dışına itilmiş, horlanmış insanların kendini bulduğu bir kahramandır. 1964’te 10, 65’te 21 filmde yer alır.
Güney Çirkin Kral dönemi filmleri için şöyle demektedir: “… O günün eğilimleri ne ise aşağı yukarı onların sınırları içinde kalıp çalışmayı seçiyordum. Mesela sinemaya getirdiğimiz şeylerden bazıları şunlardır: Kavga, dövüş, avantür, kabadayılık vb. Fakat bunlar bile birtakım insanların elinde farklı bir biçimde yozlaştırılarak kullanıldı. Bizim ise bunları getirip koyuşumuz, içinde gerçeklere çok yakın unsurlar taşıyordu. Hayattan gelen birtakım şeyler vardı, özellikle oyun biçimi, kıyafet, tavır, davranış. Bütün bunlar halkla bağlar kuruyordu. Mesela ben, oyuncu olarak, halkın giyiminden davranışlarından farklı olmamaya çalışıyordum.”
Sinemamızda bir dönüm noktası olan Umut filmine kadar, onlarca vurdulu-kırdılı olarak tabir edilen filmin yanı sıra Kızılırmak/Karakoyun, Hudutların Kanunu ve Seyit Han gibi toplumsal dokunun ve onun yarattığı problemlerin açık şekilde yansıtıldığı filmlerde de oynamıştır.
Yönetmen olarak kamera arkasındaki önemli çıkışını da 1968’de Seyit Han filmiyle yapar; Bir geçiş filmi özelliği taşıyan Seyyit Han, 1969 Adana Altın Koza Film Şenliği’nde en iyi 3. Film, en iyi görüntü (Gani Turanlı), en iyi müzik (Nedim Otyam) ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini almıştır.
Kemal Tahir Seyit Han filmiyle ilgili;
“Seyit han dünyanın aradığı halk sineması koşullarına son derece uygundur. Sözgelimi, aralıksız kurşun yediği halde kahramanın sendelemeyişi , hayatın gerçeğiyle, sinemanın gerçeği arasındaki büyük farkı belirleyen en iyi sahnedir. Yılmaz Güney gerçekten halktan yetişmiş halkın her şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır.” yorumunu yapar.
ve UMUT…
Güney’in 1970 yılına kadar hem içinde yaşadığı toplumu hem de sinema hayatında biriktirdiği deneyimlerini kendi özgün yorulamasıyla birleştirdiği ve dünya sinemasında da önemli bir yer tutan filmi 70’te hem oyuncu hem senarist hem de yönetmen olarak çektiği Umut filmidir. 1948 yılında çekilen ,Vittorio de Sica’nın yönetmenliğini yaptığı ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının simgesi olarak kabul edilen ” Bisiklet Hırsızları” filmiyle de benzerlikler taşır. Her iki filmde de değişen toplumsal yapının bir anlamda yarattığı çöküntü izleyiciye yalın ve sert biçimde aktarılır. Güney bu filmin senaryosunu babasının yaşadıklarından esinlenerek yazmıştır. Filmde, süratle yükselen otomobil eğilimine karşı at arabacılığı yapan 5 çocuğuna ve annesine bakmakla yükümlü Cabbar’ın, bir arabanın çarpması sonucu atını kaybetmesi, beraberinde geçim sıkıntısının daha da artması ve arkadaşının aklına girmesiyle birlikte bir hocanın peşinden define bulma amacıyla sürüklenmesi anlatılmaktadır.
Atın Ölümüne kadar olan ilk bölüm; hem şehirleşme hem de sosyo-politik anlamda çarpık dönüşümü gözler önüne sermesi açısından, sinema kuramcıları tarafından toplumcu gerçekçi akımı da aşacak boyutta belgeci bir üslup taşıdığı şeklinde yorumlanır. Güney Umut için;
“ asker gibi dizilen apartmanlar kapitalizmin kaleleri gibi şehre ayrı bir görüntü verirken, büyüyen şehir ile küçülen kültürler yan yanadır. Otomobilin karşısında at arabasının dayanma gücü apartman karşısında gecekondunun dayanma gücü kadardır” diyerek en yalın biçimde filmin taşıdığı bilinci ön plana çıkarır.
1972: TEKRAR CEZAEVİ
Yılmaz Güney, 1972’de “devrimcilere yardım ve yataklık yaptığı” gerekçesiyle daha doğrusu Mahir Çayan ve arkadaşlarını evinde sakladığı gerekçesiyle 2 yıl hapse ve sürgüne mahkûm edilir. Güney, içeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini, şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı Güney dergisinde yayınlar. 1974 yılında afla hapisten çıktıktan sonra filmografisinde önemli bir yer tutan ‘Arkadaş’ filmini çekecektir. Yine aynı yıl Endişe adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu’yu öldürmekten tutuklanır ve Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılamaların sonucu 13 Temmuz 1976’da, 19 yıl hapis cezasına çarptırılır. Cezaevinde olduğu süre boyunca da çalışmalarına devam eder ve onun sinemasını unutulmaz kılacak filmlere de burada imza atar. Tutuklu olduğu için oturamadığı yönetmenlik koltuğunu Zeki Ökten ve Şerif Gören gibi usta isimlere bırakır. 1978 yılında senaryosunu yazdığı “Sürü” filmini, cezaevine yaptığı ziyaretler sırasında bütün detaylarıyla Zeki Ökten’e aktarır. Yine benzer şekilde 1982 yılında Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülünü kazanacak olan ve Yılmaz Güney’in en iyi filmi olarak adlandırılan ‘Yol’ da Şerif Gören tarafında çekilir.
FİRAR
Beş yıl hapis yattıktan sonra 9 Ekim 1981’de izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden yurtdışına firar eder. Yılmaz Güney’in hapisten kaçışı da filmlerini anımsatmıştır. Hapse girmeden önce çekmiş olduğu Şeytanın Oğlu filminde, bir günlük bayram izninde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikayesini anlatmıştır. Bir günlük izin ile hapisten çıkan Güney, Antalya’nın Kaş ilçesinden Yunanistan’a bağlı Meis adasına, oradan da İsviçre’ye kaçmıştır. Daha sonra Fransa’ya geçer ve yaşamının geri kalanını orada geçirir.
SON FİLM; DUVAR
Güney’in, 1976’da Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi’nde tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyanın sinemaya aktarıldığı ‘Duvar’ onun son filmi olmuştur.
Son yıllarını Paris’te geçiren Güney, mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984’te 47 yaşında yaşamını yitirdi. Güney, Paris’te bulunan Père Lachaise Mezarlığı’na gömülüdür.
Aslında çok da uzun olmayan hayatına bu kadar çok hikayeyi sığdırmış, içine doğduğu dünyanın kurallarını fark edip, her daim ezilen ve sömürülen sınıfların yanında yer alan bir sanatçıyı tek bir yazıda enine boyuna ele almak ne yazık ki mümkün değil. Fakat bugün 32. yıl dönümünde dahi hem sinema hem de hayata bakışıyla ‘Umut’la Yol’a çıkmamızı sağlayanlardan olduğu için saygıyla anıyoruz. Aradan geçen 32 yılda onun bıraktığı noktada toplumda değişen bir şey yok; hala sistemin yarattığı bataklıkta, Kürt halkı ezilmeye, emekçiler sömürüyle katledilmeye, halklar birbirine düşmanlaştırılmaya devam ediyor. Ama buradan bizim payımıza, bizlere yazdıklarıyla, söyledikleriyle, eseleriyle ilham ve umut olan Vedat Türkali ve Yılmaz Güney gibi sanatçıların kendi alanlarında kurdukları mücadeleyi büyütmek ve yaygınlaştırmak ve bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan umutsuzluğa karşı alternatif olmak düşüyor.
Bir Hatırlatmayla bitirelim; 10 Eylül Cumartesi saat 17.00’de Ankara Spartaküs Kültür ve Sanat Derneği’nde Yılmaz Güney Anısına bir etkinlik gerçekleştirilecek.