Türkiye’nin Taşrası, Taşranın Türkiyesi- Emre Güntekin
Türkiye’de siyasal değişimlerin anlamlandırılmasında kültürel ayrımlar sıkça ön plana çıkarılır. Memleket aydınları, gazetecileri, yazarları ve hatta “sosyalist”leri içerisinde siyasal tarihi ve günümüz siyasetini Türkiye’deki kültürel kodlar üzerinden okuyan çokça örnek bulabilirsiniz. Özellikle de Şerif Mardin’in düşünce dünyamıza kattığı “merkez-çevre ikilemi” bu tartışmaların kilit unsurudur. Türkiye siyasetini bu çerçevede anlamlandırma çabasının yakın geçmişte AKP iktidarının ne denli işine yaradığını biliyoruz. Egemen sınıflar arasındaki iktidar çatışmaları kültürel ayrımlara odaklandıkça, güç kazanan ve bu sayede iktidarını perçinleyen AKP oldu.
Bu tartışma bu sayfalarda sıklıkla yapıldı. Nedeni uzun bir süre boyunca sol hareket içinde ve burjuva medyada sıkça esen liberal rüzgârların eleştiri oklarını Türkiye’nin siyasal dünyasını Marksist bir çerçeve içerisinde açıklamaya çalışanlara yöneltmesiydi. Neyse ki aradan geçen yıllar iddialarımızı tek tek kanıtladı; geçmişte “demokrasi” goygoyunda başı çekenlerin birçoğunun iktidarın sopasını yiyerek acı gerçeklerle yüzleşmesi de kaderin ayrı bir cilvesi oldu.
Peki, tartışmanın üzerinde yürütüldüğü çevre, diğer bir tabirle taşra nedir? Nasıl tarif etmek gerekir? Taşra sadece yüzeyinde yer alan kültürel dinamiklerle açıklanabilecek salt bir coğrafya mı, yoksa kendi içinde iktisadi bir temeli, geçmişi ve geleceği olan, coğrafyası, insanı ve zamanıyla bütünleşmiş canlı bir organizma mıdır?
Türkiye’nin Taşrası Neresi?
Taşrayı günümüz insanı daha çok kültürel anlamda tanıyor. Kimi yerlerde muhafazakârlığın ve her türlü arkaik düşüncenin son kalesi; kimi yerlerde zamanı donuklaştıran ve içinde yaşayanı gelişimi takip etmekten alıkoyan bir durağanlık evreni… Tıpkı bir Nuri Bilge Ceylan filmi… Bir ucu kent meydanına, hükümet konağına, Atatürk Heykeli’ne açılan (gerçi artık bu heykeller o kentin nesi meşhursa onun heykelleriyle değiştiriliyor. Beypazarı Havuç Heykeli gibi…); diğer ucu TOKİ konutlarına bağlanan bir mecburiyet caddesi etrafında kurulmuş, birbirinin kopyası… Tabi ki bu meselenin romantize edilmiş hali.
Bu tarz tanımlamalar taşraya maddi yaşamın ötesinde metafizik bir hava katıyor. Taşrayı, her neresi olursa olsun, maddi dünyanın geçirdiği değişimden etkilenmeyeceğini düşünmek saflık olur. Mesela artık İstanbul’daki insanın aldığı bir haberin, aynı anda Yozgat’taki, Bayburt’taki insana ulaştığı bir dünyadan bahsediyoruz. Dolayısıyla en başta gelişen iletişim teknolojileri büyük kentlerde olduğu kadar, küçük kentleri de aynı dünyanın bir parçası haline getiriyor. Metropollerle taşralı diye tabir edilen insanın tepkilerinin birçok noktada kesiştiğini gözlemleyebiliriz.
Türkiye’deki İstanbul, Ankara gibi metropoller ele alındığında kültürel olarak bu kentlerin geniş kesimlerinin memleketin taşra olarak konumlandırılan muhafazakâr kentleriyle aynı kültürel kodları paylaştığı görülecektir. Bir Sultanbeyli, Sincan ile bir Yozgat-Kayseri arasındaki kültürel ayrımı çizebilmek güçtür. Mesela İstanbul’da Sivas’takinden daha çok Sivaslı yaşamaktadır. Yer yer bu Sivaslılar gettolaşarak kendi taşra kültürlerini belli düzeylerde İstanbul’un içine taşısalar da; İstanbul’un bir Sivas’a dönüşmesine üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi müsaade etmemektedir.
Kısacası, her yer kendi içinde kültürel olarak taşrasını taşır. Tabi ki kültürel olarak hangi kimliğin dominant bir karakter göstereceğini belirleyen şey, yine dönüp dolaşıp ele almak zorunda kalacağınız maddi gerçekliklerdir.
Taşranın Türkiyesi
AKP iktidara geldikten bu yana aradan geçen 15 yıl Türkiye’de kimliklerin, farklı kültürlerin zıt kutuplara doğru çekildiği ve aradaki gerilim tırmandığı bir süreç oldu. Muhafazakâr denilen taşra daha da muhafazakârlaşarak, kendi partisinden, dininden, mezhebinden, etnik kimliğinden olmayan herkese, her siyasal özneye daha da düşmanlaşırken; öte yakada durum çok farklı gelişmedi. Etkiye tepki… İktidar kutuplaşma sayesinde bu tarz taşra kentlerinin, sakinlerinin reaksiyoner kimliğini rahatlıkla manipüle edebiliyorken, ister istemez öte yakayı elitizmin, statükonun koruyucusu olarak rahatlıkla addedebildi.
Peki, Türkiye’nin taşrasında bu çatışmanın gerisinde başka bir dünya yok mu? Tartışmamız gereken noktalardan birisi burası…
Kuşku yok ki Türkiye’de sınıfsal gerilimin en yoğun olduğu yerler İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük metropoller; Bursa ve Kocaeli gibi sanayinin gelişmiş olduğu kentlerdir. Buralarda esen sınıf mücadelesi rüzgârının tüm ülkeyi etkisi altına alması; diğer kentlere oranla daha kısa sürede ve etkili şekilde gerçekleşecektir. Bunu yakın geçmişteki birçok deneyimde gözlemledik (Örneğin birkaç yıl önce gerçekleşen Metal Fırtına). Fakat bu diğer kentlerin sınıf mücadelesinden bağımsız bir hayat sürdüğü anlamına gelmez. Temel farklılık kapitalist gelişimin gösterdiği eşitsizliktir. Troçki’nin derinlik kazandırdığı “Eşitsiz Bileşik Gelişim Yasası” ileri kapitalistleşmiş ülkeler ile geri kalmış ülkeler arasındaki eşitsizliğe odaklansa da aynı durum mikro düzeyde bir ülke içerisindeki eşitsizliğe uygulanabilir. Troçki eşitsiz ve bileşik gelişimin dinamiklerini şöyle özetler:
“Eşitsiz gelişme yasası bütün insanlık tarihine hükmetmiştir. Kapitalizm, her biri kendi yoğun iç çelişkilerine sahip olan gelişiminin farklı aşamalarındaki çeşitli insan topluluklarında kendine hep bir yer bulmuştur. Böylece, farklı insan topluluklarının değişik dönemlerde ulaştığı seviyelerin aşırı çeşitliliği ve gelişim seviyelerinde görülen sıra dışı eşitsizlik kapitalizmin hareket noktası olmuştur. Ancak kapitalizm miras aldığı bu eşitsizlik üzerinde aşama aşama hâkimiyet kurar ve onu bozup değiştirerek kendi araç ve yöntemlerini hayata geçirir. Kendinden önceki ekonomik sistemlerin aksine kapitalizm, doğası gereği sürekli olarak ekonomik gelişmeye odaklanır ve yeni topraklara nüfuz etmeyi, ekonomik farklılıkların üstesinden gelmeyi, kendi kendine yeterli olan bölgesel ve ulusal ekonomileri karşılıklı finansal ilişkiler sistemine dönüştürmeyi hedefler. Bu şekilde en ileri ve en geri kalmış ülkeleri birbirine yakınlaştırır ve bunların ekonomik ve kültürel seviyelerini eşitler.”
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kapitalist gelişim açısından çok heterojen bir coğrafya devralmıştı. Bir yandan sanayinin o dönemden gelişmiş olduğu ve buna paralel olarak işçi sınıfının yoğunlaştığı, düşünsel hayatın ve siyasal unsurların canlı olduğu büyük şehirler… Anadolu’da ise tarımsal üretim hâkimdi ve Osmanlı’nın halkın sırtına yüklediği ağır vergiler ve bu durumun sermaye birikiminin önünü kapatması üretici güçlerin gelişiminin önünde bir engeldi. Genç cumhuriyetin emekleme döneminde devlet eliyle oluşturulan kamu iktisadi teşebbüsleriyle bu durum bir nebze olsun kırılmaya çalışılmıştı. 1947 yılında Anadolu kentlerini gezen İngiliz diplomat şeker fabrikasının Tokat üzerindeki etkisini şöyle aktarıyor:
“Tokat’tan Amasya’ya giden muhteşem yol, Yeşilırmak’ın 20 mil kuzeyini izler. Vadi/Tokat ovası, Kazova’ya kadar yavaş yavaş genişler -burada altı mil genişlik var- Turhal’a yaklaştıkça daralır. Tren yolu boyunca bu garip kasabanın batısında, şeker tekeli büyük bir fabrika kurmuştur (1945’te Ticaret Bakanı Mr. Lomax tarafından ziyaret edilmiş). Yöneticilerin villaları, işçi konutları ve yardım kurumları, müstakil bir toplum oluşturmuş. Şeker fabrikası, Türk kırsalının modernleşmesi için yapılan planlamada çarpıcı bir mükemmellik oluşturmuş ve Amasya ve Tokat vilayetlerindeki birçok köylüye zenginlik getirmiştir.” (http://dergipark.gov.tr/download/article-file/336077)
Diğer taraftan Hacı Ömer Sabancı, Vehbi Koç gibi Türkiye’nin en büyük kapitalist tekellerini yaratan patronlar da Anadolu coğrafyasından çıktı. 1980 sonrası Anadolu’nun yeni palazlanan zenginlerine Asya Kaplanları’na yapılan benzetmeyle Anadolu Kaplanları denildi.
Fakat taşranın Türkiye’sinde sanayileşmenin ve işçi sınıfı yoğunluğunun artmış olması otomatik bir ilerleme sağlamamıştır. Koç’un da, Sabancı’nın da özellikle muhafazakârlığın ve eski toplumsal kalıntıların iktisadi gelişime paralel olarak temizlenmesi gibi bir derdi olmadı, tıpkı genç cumhuriyetin yönetici katmanları gibi… Tersine bu bölgeler yirminci yüzyıl boyunca muhafazakârlık-milliyetçilik boyunduruğunda tutularak devletin bekası için üzerine yaslanılabilecek bir güvence oldu; özellikle de toplumsal muhalefete karşı mücadelede.
Taşra açısından son on beş yılda temel motivasyon kaynağı tüm dünyanın arkasından devirmek adına fırsat kolladığı Erdoğan’ı ve iktidarını korumak oldu. Bırakın bütün dünyanın kıskandığı hava alanlarını, köprüleri; yapılan en ufak bir duble yol bile vatan-millet meselesi oldu. AKP’de taşra kentlerde özellikle inşaata dayalı bir rant ekonomisiyle veya tüketimi canlandıracak adımlarla “halka hizmet”i kutsal bir vazife haline dönüştürdü. Mesela Türkiye’de son yıllarda her bir Anadolu kentine bir masa bir sandalye bir tabela atılarak üniversite açılmasının sebebi budur. Gamze Yücesan Özdemir’in “İnatçı Köstebek” kitabında özellikle çağrı merkezi tekellerinin neden üniversite öğrencisi bol taşra kentlerini seçtikleri ayrıntılı bir incelemeyle anlatılmaktadır: Yoğunlaşan işsiz ve genç nüfus, üniversiteli öğrenci sayısının artışı, dolayısıyla işgücünün ucuzluğu, düşük maliyetler… Öte yandan bölgesel asgari ücret uygulamasının kapitalistlerin öteden beri talep ettiği bir uygulama olduğu biliniyor. Hâlihazırda Suriyeli göçmenlerin yoğunlaştığı Anadolu kentlerinde sömürü şartlarının daha da ağırlaştığı bir gerçek. Hal böyle olunca taşrada muhafazakârlık, eski toplumsal yapılara ait cemaat-tarikat tarzı yapılanmalar, milliyetçilik, ırkçılık güçlüymüş kimin umurunda. Aksine bunlar şükretmeyi ve tevekkülü şart koşan birer zihinsel bariyer oluşturuyor.
Taşranın Türkiye’si sadece toplumsal muhalefet açısından değil, ezilen-baskılanan her türlü kimlik açısından da bir cehennem. Örneğin bir taşra üniversitesine akademisyen olarak atanan Nevra Akdemir kadın kimliği nedeniyle yaşadığı süreci şöyle anlatıyor: “Taşraya ilk gittiğinizde sizin misafir olduğunuz anlatılır size herkes tarafından. Dolayısıyla yazılı olmayan kurallara ve güç ilişkilerine ‘saygı duymanız’ beklenir. Verilen görevleri yapmanız ve minnettar kalmanız. Akademik çalışmaların nasıl yapılması gerektiği hakkında ahkâm kesen dekandan gerçekten öğrenecek çok şey vardır, zira dekanın yaptığı iddia edilen intihallerden dört yüz sayfalık bir kitap bile yazılmıştır. Eğer itiraz ederseniz oraları bilmeyen ‘yalnız bir kadın’ olduğunuz hatırlatılır, hakkınızda çıkabilecek dedikodular konusunda uyarılırsınız ve hatta rektörlük ile ilçenin ileri gelenleri ile güç gösterileri yapılır; ama hayır, hayır, bunlar tehdit değil dostça uyarılardır.”. Nitekim taşra kendisinden farklı düşünene, yaşayana karşı bir miktar gaddardır.
Türkiye sosyalist hareketi açısından en önemli meselelerden birisi bu denklemi kırabilmektir. Bu nasıl yapılacak? Denklem yüz yıldır üç aşağı beş yukarı değişmediğine göre yeni şeyler denemek gerekmektedir.
Birincisi, sınıf mücadelesi ve demokratik hak arama mücadeleleri (HES’lere karşı verilen mücadeleler, fındık üreticilerinin eylemleri vs.) büyütülüp güçlenmeden bu denklemi çözmek mümkün değildir. Yeni Çeltek’te 70’li yıllarda madencilerin yürüttüğü şanlı mücadelenin bütün bölgeyi nasıl dönüştürdüğünü, faşist saldırıları püskürttüğünü, sağcı solcu demeden işçi sınıfını ve bölge halkının mücadelenin içine çektiği örnek alınmalıdır. Veya bugün muhafazakârlıkla terbiye edilen Fatsa’da 70’li yıllarda yaşanan deneyimler gücünü bütün ülkeyi saran sınıf mücadelesinden almaktaydı. Bunun dışında yaşam tarzına sarılan her türlü söylem zıttını da güçlendirerek ters etki yaratmaktadır. İkincisi, sosyalistler bu tarz taşra bölgelerinde birinci durumu kendilerine ilke edinerek bölgenin koşullarına göre her türlü örgütlenme imkânını zorlamalıdır. İnatçı bir köstebek gibi en sert toprağı bile kazmak için sabırla çalışılmalıdır.
Türkiye’nin taşrası için başka bir dönüşüm formülü bulunmamaktadır.