Suriye'de Afganistan Modeli

24 Şubat, 2013

 Ortadoğu’daki değişim-dönüşüm süreci son yıllarda bir hayli hızlandı. Dönüşümün bir tarafında, özellikle Mısır ve Tunus’ta açıkça görünen, radikalleşen yeni bir kuşak bulunuyor. Bu yeni kuşağın diğer birçok şeyin yanında piyasa düzeniyle sorunları var ve giderek artan bir şekilde piyasacı Müslüman Kardeşler’i hedef aldığını görüyoruz. Dönüşümün diğer tarafında ise ABD ile uyumsuz, küresel sermayenin önünde ayak bağı teşkil eden milliyetçi burjuvaların tasfiyesi süreci yaşanıyor. Avrupa örneğinde Miloseviç, Ortadoğu örneğinde Saddam ve Kaddafi’nin tasfiye edilip öldürülmesini bu şekilde okumak gerekiyor. Türkiye’de de Kemalist milliyetçi askeri-sivil bürokrasinin AKP eliyle tasfiyesi, benzer temellere sahip. Suriye’de yaşananları bu uluslararası sürecin son parçası olarak okumalıyız. İran’daki esasen milliyetçi olan molla rejiminin düşürülmesi için evvela müttefiki olan Arap milliyetçiliğinin merkezi Suriye’de Esad’ın düşürülmesi gerekiyor.

Suriye’de iç savaş ikinci yılını tamamlıyor. Olayları Ürdün sınırındaki Dera’da yaşananlar tetiklemişti. Mart 2011’de Dera’da aynı aileden 15 çocuk (yaşları 9 ile 15 arasında) duvarlara rejim aleyhtarı sloganlar yazmışlar, neticesinde de gözaltına alınmışlardı. Domino etkisinin Suriye’ye ulaşması için şu ya da bu gerekçe yeterli olabilirdi, ama rejimin Dera’da bu ilk anda ve akabindeki olaylarda gösterdiği sertlik gerekli itilim için yeterli oldu. Protestolar yayılacak ve tüm Suriye kentleri protestolara sahne olacaktı. Özellikle Cuma namazlarından sonra muhalefet kolayca organize olabiliyor ve rejimi bariz bir şekilde sallayabiliyordu. Rejim, ülke içerisinden ve dışarısından yoğun bir basınçla karşı karşıyaydı. Eylemleri bastırmaya çalışıyor, ama başaramıyordu. Derken Haziran ayının başında Türkiye sınırının yakınlarında silahlı eylemler başladı. İlk eylem ürkütücüydü, Türkiye sınırından 20 km uzaklıktaki Cisr El Şugur kasabasında teslim alınan 120 asker vahşi bir şekilde öldürülecekti. Ordu operasyonlarının başlamasının ardınsa Türkiye sınırına büyük mülteci akınları başladı.

 

Suriye, artık yeni bir evreye girmişti. Sivil protesto eylemleri ilerleyen aylarda tamamen sönümlendi. Silahlı eylemler öne çıktı. Muhalefet aktörleri de buna paralel olarak değişecekti. Suriye içerisinde uzun yıllardır muhalefet eden unsurlar bütünüyle devre dışı bırakıldıklarını gördüler. Yerlerini ise başta Türkiye ve Katar’ın yönlendirdiği Müslüman Kardeşler ve mantar gibi türeyen paramiliter gruplar alacaktı. Daha sonraları ise El Nusra gibi El Kaide bağlantılı fanatik oluşumlar, muhalefet içerisindeki ağırlıklarını giderek arttırdı. Neticede talepler ve söylemler de epeyce değişti. Başlangıçtaki işsizlik, yoksulluk, rüşvet, iltimas, baskı vb. toplumsal talepler yerini baştan aşağı ayrımcı, mezhepçi, fanatik bir söyleme bıraktı. Artık muhalefetin ipleri tamamen dış güçlerin elindeydi. Sözde özgürlük ve demokrasi mücadelesinin hamisinin kokuşmuş Körfez şeyhlikleri olması, başlıbaşına, meselenin özgürlük ve demokrasi meselesi olmadığını kanıtlar nitelikte.

 

Burada bir parantez açarak Mart’tan Haziran’a kadarki sivil protesto hareketine dair bazı gerçeklerin altını çizmek gerekiyor. Bahsettiğimiz gibi Dera’dan yayılan eylemler Suriye’nin hemen her yanına yayılsa da temel bir eksiklik göze çarpmaktaydı: Bu da eylemlerin çapı ve gücüydü. Örneğin Tahrir’de ya da Tunus’ta olduğu gibi yüz binlerce, milyonlarca insan Şam ve Halep’in meydanlarında toplansalar ve alanları terk etmeselerdi, Esad’ın yapabileceği fazla bir şey kalmazdı. Ama kalabalıklar hiç de bu denli büyük olmadı. Kolluk kuvvetlerinin eylemcileri baskıladığı doğruydu tabi ama Mübarek rejimi de bastırmaya çalışmıştı. Mısır’da da tamamen silahsız olan eylemciler yüzlerce kayıp vermişlerdi ama o kadar kitlesel ve kararlıydılar ki Mübarek’in yapacak fazla bir şeyi yoktu. Suriye’de ise eylemler bu derecede güçlü değildi. Halep ve Şam’da muhalefet gerçekten de zayıftı. Özellikle bugün NATO isyancılarının yarısını ellerinde tuttukları Halep’te doğru düzgün kitlesel bir eylem dahi gerçekleşmemişti. Tersinden Esad’a destek için rejimin düzenlediği mitinglere yüz binlerce insan katılıyordu. Bu kalabalıkların önemli bir kısmının bindirilmiş kıtalar olduğu söylenebilir ama objektif bir yaklaşım göstericilerin önemli bir kısmının da sahici katılımcı olduğu teslim edecektir. Bunun anlamı rejimin bir tabanı olduğuydu. Yaşananlardan sonra bu tabanın daha da sıkılaştığı, aradaki kararsız unsurların da rejime yaklaştığı görülüyor.

 

Suriye özgünlüğü rejimin ciddi bir toplumsallığı olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle Kürtler haricindeki azınlıklar açısından Esad Suriye’de barınmanın anahtarı durumunda. Esad, sosyalist bir muhalefet tarafından düşürülmedikçe de bu korku haklı bir korku. Zira Irak’ta Saddam’dan sonra Hıristiyanların başına gelenler ortada. Irak’ta şu anda hemen hemen Hıristiyan kalmadı. Irak’tan kaçarak sığındıkları Suriye’de Esad’ın devrilmesinden sonra yaşanacaklar bu olacak. Alevi azınlığın ise hiç şansı yok. Onları daha korkunç günler bekliyor. Bunun dışında aşırı İslamcı muhaleftten hoşlanmayan laik yaşam biçimini benimsemiş olan geniş kesimler de Esad’dan yana tavır aldılar. Büyük bır kısım da ülkenin büyük bir yıkıma sürükleneceğini sezdiklerinden Esad’ı pek tutmasalar da muhalefete katılmadılar. Bu yüzden de muhalefet hareketi, bütün toplumu kucaklaştırmaktan çok sadece Sünni Arapların İslamcı kesimine yaslanan, diğer herkese ise ölüm ve baskı vaad eden bir biçime dönüştü. Bu, özellikle El Kaide tandanslı grupların ağırlık kazanması ile daha açık hale geldi. Bu yüzden de muhalefetin toplumsal desteği daha da gerilemişe benziyor. Sadece Suriye’de değil dünyada da halkların muhalefete başlangıçta gösterdiği sempati büyük bir hızla eridi.

 

Neticede Esad rejiminin düşmesi, AKP’nin, ABD’nin, Katar’ın, Suudi Arabistan’ın, Fransa’nın ve diğer müttefiklerinin hiç de arzu etmedikleri ve planlamadıkları şekilde, geciktikçe gecikiyor. Düzenli aralıklarla düştü düşecek denen, ömür biçilen Esad, 2013’e bir hayli güçlü girdiğinden müzakere çağrıları bizzat Suriye’ye saldırganlığın şampiyonluğunu yapan güçlerce dile getiriliyor. Esad’ın askeri direnci, dayandığı devlet geleneği, uluslararası ortakları ve içerideki destekçileri ve bunların bütünü, ABD-Rusya arasındaki pazarlıklarda, en azından 2014’e kadar, Esad’ın ayakta kalacağının veri olarak kabul edilmesini sağlıyor. Zaten bakılırsa Suriye’de her zaman söz sahibi olan ve saldırganlığın başını çekenlerden Fransa Mali’de bir maceraya atılmış durumda. Peşinden İngiltere vd’ni de sürükledi. Obama’nın da işlerin nereye varacağı belli olmayan Suriye’ye askeri bir operasyon düzenlemeye hiç de hevesli olmadığını herkes görüyor. Bütün bunlar Esad rejimini oldukça rahatlatmış durumda. En azından önemli bir zaman kazandılar, bu da konumunu güçlendirmek için hayati öneme sahip. Bu durumda ihale büyük ölçüde AKP Türkiyesi’ne kalmış gözüküyor. Dünyada Suriye’ye karşı aynı saldırganlığı izleyen bir başka devlet bulmak bir hayli güç. Esad’ın elini güçlendirmesinden ve NATO’nun kayıtsızlığından rahatsız olanlardan birisi de İsrail olacak ki savaş uçaklarıyla Şam yakınlarını bombalayarak adeta Esad’ın zayıflığını kanıtlamak istedi.

 

Esad’ın en büyük gücü, Suriye derin devleti diyebileceğimiz, iç içe geçmiş güvenlik ve istihbarat ağlarının kenetlenmiş dokusudur. Bu doku genel olarak sahil kesimlerinden gelen Nusayri azınlıktan oluşmaktadır. Bu kesim Esad’ın düşmesinin azınlıklar adına toptan bir yokoluş anlamına geldiğini bilmektedir ve bu yüzden bu kesim için Esad’ın devrilmesi ya da ayakta kalması bir yaşam savaşıdır. Ve belli ki isyancılar başından beri ifade ettikleri gibi sonuna kadar savaşacaklar. Bu direniş sergilendiği ölçüde de devletin diğer kademeleri- ki mezhepsel çeşitlilik buralarda Baas devlet geleneği olarak gözetilmektedir- bütünlüğünü korumaktadır. Hatırlanacak olursa Kaddafi’nin düşüşünü önceleyen günlerde peşi sıra kilit konumdaki devlet yöneticileri saf değiştirmekteydi, Saddam’ın düşüşünde de aynısı olmuştu, ne var ki Suriye’de durum farklı. Saf değiştirmesi en kolay olan büyükelçilikler bile başlangıçtaki bir iki fire dışında yerlerini koruyorlar.

 

Peki Suriye’de Durum Nereye Varacak    

 

Büyük dış desteğe sahip, yerel bağlantıları da sağlam olan on binlerce silahlı militanla baş etmek, kolay iş değildir. Nikaragua’da Sandinistler, yine ABD’nin yönlendirdiği kontra silahlı mücadeleyle baş edemeyecek, arkasındaki SSCB ve Küba desteğini 1980’lerin sonundan itibaren hissedemeyince, esasında kendi küçük burjuva programları nedeniyle, saldırılara boyun eğeceklerdi. SSCB’nin Afganistan’daki üstün askeri gücü de ABD’nin bölgesel taşeronları eliyle yönlendirdiği mücahit ağının saldırılarına dayanamayacaktı. Dolayısıyla bu örnekler de göz önünde bulundurulduğunda Suriye’deki Baas rejiminin pek fazla direnemeyeceği düşünülebilirdi. Burada işaret edilmesi gereken nokta gerek Sandinistlerin gerekse de SSCB’nin milis muhalefetine karşı 10 yıla yakın direndikten sonra çözülmeleri idi.

 

Diğer taraftan Suriye’deki iktidar blokunun özel durumu, Baas rejiminin içiçe geçen güvenlik ve istihbarat ağları, biraz farklı bir durum yaratıyor. Zira, bu kesimin teslim olma şansı yok. Suriye’deki iç savaşta isyancı ÖSO ve El Kaideci Nusra Cephesi ile onların arkasındaki büyük emperyalist güçler, devamlı olarak, mezhepçi bir iç savaş örgütlediler. Gerek ÖSO gerekse de her geçen gün isyancılar içerisindeki kontrollerini arttıran Selefi örgütler, fanatiklik derecesindeki ruh halleriyle Nusayriler ve diğer azınlıklara karşı en gaddar katliamları gerçekleştirmektedirler. Bu yüzden de açık ki Nusayri azınlığın Esad sonrası ayakta kalması pek mümkün gözükmüyor. Benzer bir durum daha yumuşak bir pozisyonda olsalar da Hıristiyanlar, Dürziler ve hatta Kürtler için de geçerli. Bu durum çok çarpıcı olduğu için Baas rejimi daha baştan neredeyse %40’lık bir toplumsal desteği kazanmış oluyor. Bunun dışında laik yaşam biçimini benimsemiş olan Sünni orta sınıflar ile ÖSO’nun çapulculuğundan ve iç savaşın acımasızlığından bıkan ve korkan diğer toplumsal kesimler de rejimin arkasında saf tutmuş gözüküyor. Bu durum en çarpıcı şekilde Suriye’nin ikinci büyük kenti olan ve bir zamanların sanayi ve ticaret merkezi durumundaki Halep şehrinde gözlemlenebilir. Temmuzda ÖSO tarafından işgal edilene dek Suriye’nin en sakin yerlerinden birisi durumundaki Halep’in yarısı, kırsal kesim kökenli ÖSO ve diğer İslamcı grupların eline geçti. İsyancılar, kent merkezinde bir desteğe sahip olmasalar bile silahlı güçleriyle istedikleri gibi hakimiyetlerini sürdürüyorlar. Esad birliklerinin ise isyancıları şehirden sürmek için yeterli sayıda savaşçı birliği bulunmuyor. 10-15 bin isyancı, giderek bir keskin nişancı rekabetine dönüşen savaşta Halep’in en az yarısını kontrol ediyor ve halen atak olan taraf konumundalar. Baas rejimi ise bu sürece destekçisi olan mahallelerde direnen milis kuvvetleri oluşturarak saldırılara cevap vermeye çalışıyor.

 

Toparlayacak olursak Esad’a bağlı askeri birliklerin kırsal alanda adım adım güç kaybettiği gözlemleniyor. Diğer taraftan şehir merkezlerinin savunulması çok daha kolay. Bu yüzden de iş, şehir savaşına kaldığında Esad’a bağlı birliklerin uzun süre ayakta kalması mümkün gözüküyor. Gelgelelim her geçen gün Suriye’nin giderek bir moloz yığınına dönüştüğü gerçeğiyle karşı karşıyayız. İç savaş Suriye’yi yiyip bitirmekte.

 

Afganistan Modeli Nedir?

 

Afganistan’da SSCB işgali, 1979’da başlamıştı. SSCB kuklası yönetime karşı başlayan gerilla hareketini İslamcılar yönetecekti. Perde gerisinde Pakistan vardı. Pakistan mücahit gruplarının eğitim, lojistik ve istihbarat merkeziydi. Pakistan istihbarat servisleri, mücahit gruplarını yönlendiriyordu. Pakistanlıların arkasında ise CIA bulunuyordu. Bu arada Suudiler, finasman işini üstlendikleri gibi bir çok uluslararası cihatçının Pakistan ve Afganistan’a ulaşmasını sağlıyorlardı.

 

Bugün Suriye’ye baktığımızda şaşırtıcı benzerliklerle karşılaşıyoruz. Suudiler, Katar ile beraber benzer görevleri Suriye’de de yerine getiriyor. Pakistan’ın görevi ise bugün Türkiye’de. Bu arada Pakistan’ın Afganistan’daki süreçten doğrudan etkilendiğini ve zamanla kendisinin Afganistanlaştığını ekleyelim. Benzer şekilde Türkiye’nin Suriye’deki iç savaştan etkilenmesi kaçınılmazdır. ABD ve Rusya’nın pozisyonlarının da Afganistan’dakilerle benzer olduğunu söylememize gerek yok.

 

Peki Afganistan’da ne olmuştu? SSCB destekli Necibullah yönetimi (Esad’a benzetilebilir), SSCB’nin dağılmasının ardından fazla direnemeyerek 1992’de yenik düşmüştü. Afganistan’da artık şeriat dönemi başlayacaktı. Necibullah’ı ise korkunç bir son bekliyordu. 1996’ya kadar BM sığınmacısı olarak Kabil’de kaldı ve Kabil’i elinde bulunduran Ahmed Şah Mesud’a bağlı silahlı gruplar O’na dokunmadılar. 1996’da ise Kabil Taliban’ın kontrolüne girecek ve Necibullah Kabil’de vahşice işkenceden geçirildikten sonra öldürülecekti. Cesedi günlerce Kabil’deki bir direkte asılı tutuldu.

 

Necibullah rejiminin düşmesinin ardından her biri ayrı bir savaş ağasına dönüşen mücahit grupları kendi aralarında büyük bir iç savaş başlatacaklardı. Her bir bölge ülkesi (Pakistan, S.Arabistan, Hindistan, İran vb) kendi çıkarları için iç savaşta farklı grupları silahlandıracaktı. Afganistan’ın etnik yapısı bu tarz çatışmaların yeniden üretimi için oldukça elverişliydi. 1990’lı yıllarda da Afganistan’da kan ve gözyaşı eksik olmadı. 1990’ların ikinci yarısında Taliban, güneyde, Pakistan ve Suudi Arabistan’ın desteğiyle giderek güçlendi ve adım adım ülkeyi ele geçirdi. Pakistan ve S.Arabistan’ın küresel mücahit ağı Afganistan’da o kadar iyi işliyordu ki Taliban saflarında savaşanların sadece 3’te 1’i Afganistanlıydı. Taliban’ın zaferinden sonra ABD hedeflerine saldırılar başladı. Bir hayli karanlık yönler ihtiva eden bu saldırıların son durağı 11 Eylül saldırıları oldu. Bu saldırıdan aylar sonra 2002’de NATO birlikleri El Kaide ve lideri Bin Ladin’i bitirmek için Afganistan’ı işgal edecekti. Bunun anlamı 2000’li yılların da Afganistan için savaşsız geçmeyeceğiydi.

 

Yıl oldu 2013. ABD 2014’te güçlerini Afganistan’dan tamamen çekeceğini ilan etti. ABD’nin yokluğunda Taliban Afganistan’da yönetimi tekrar devralır mı, iç savaş baştan yeniden tetiklenir mi? İnsanların kafasında haklı olarak bu sorular var. Muhtemelen Afganistan’ı yeniden karanlık günler bekliyor. Neticede Afganistan 30 yılı aşkın bir süredir savaşı yaşıyor ve ülke tam anlamıyla harap olmuş durumda. Afganistan’ın şu an kayda değer hiçbir üretimi bulunmuyor. Tek geçim kaynağı neredeyse afyon üretimi ve uyuşturucu. Ülke şu an dünyanın en fakir ülkeleri sıralamasında başı çekiyor.

 

Suriye’ye dönecek olursak… Afganistan ile uğursuz bir sürü benzerlik bulunuyor. Rusya destekli Necibullah’ı andıran Esad yönetimi devrilse bile bu sefer farklı isyancı gruplar arasında iç çatışmaların çıkması oldukça muhtemel. Halihazırda şu an zarfında Esad’a bağlı birliklerle çatışan farklı silahlı gruplar, zaman zaman birbirleriyle çatışmaktalar. Bunların çatışmasında ise El Nusra Cephesi gibi fanatik Selefi gruplar öne çıkıyorlar. Bu gruplar Esad sonrasında ÖSO kuvvetleriyle çatışacaklarını açık açık dillendiriyorlar. Bu Selefi oluşumlar Suriye’de savaşan gruplar içerisinde parası en çok olan (Körfez’in petro dolarları burada devreye giriyor), Irak ve Afganistan gibi farklı ülkelerdeki savaş tecrübeleri nedeniyle en profesyonel olanları. Üstelik El Kaide tandanslı bu gruplar, ÖSO’nun çetevari davranışlarından farklı olarak, daha ideolojik ve daha disiplinli olduklarından isyancıların elindeki bölgrelerde daha çabuk otorite sağlamaktalar. Esad eğer düşerse önemli bir kısmı yabancı savaşçılardan oluşan El Kaide bağlantılı cihat şebekeleri, ÖSO kuvvetleri karşısında ağır basacaktır. Üstünlüğün El Kaide’ye geçmesi durumunda ise NATO kuvvetleri için Suriye’ye müdahale etmek adına gerekli zemin oluşmuş olacak. Daha şimdiden ABD, El Kaide uzantılı El Nusra Cephe’sini terör örgütü olarak ilan etti. Yani, Esad düşse bile ki bunun asgari getirisi milyonlarca insanın etnik temizliğe uğraması olacaktır, Suriye’de savaş bitmeyecektir. Önce mücahit gruplar kendi aralarında savaşacak sonrasında ise uluslararası güçler bu savaşa müdahale edecektir. Suriye’nin taş devrine dönmesi anlamına gelecek olan Afganistanlaşma budur… Ve bu karanlık senaryo, hiç de yabana atılır değil.

KATEGORİLER
ETİKETLER