- Kıbrıs Seçimleri: Erhürman Müdahalelere Rağmen Kazandı! - Ekim 20, 2025
- Kârlı Çıkan Kim? – GüneÅŸ Gümüş - Ekim 18, 2025
- Yunanistan Polisinden Filistin Eylemine Kanlı Saldırı - Ekim 8, 2025
Osmanlı toplumundan bugüne miras kalan Kürt ve Ermeni sorununun nedenlerini analiz eden Rosa Luksemburg,  bu yazıyı 1896 yılında kaleme almıştı. Osmanlı’da Türkiye toplumuna ulusal sorunun dinamikleri…
 I- Türkiye’deki Durum
Parti basınında, özellikle de Rus kesiminde hepimiz Türkiye’deki olayları diplomatik entrikanın saf bir ürünü olarak yansıtma çabasına çok sık rastlıyoruz(A). Zaman zaman, basında Türk zulmünün temelde düzmece, başıbozukların mükemmel Hıristiyanlar ve Ermeni isyanlarının da Rus rubleleriyle çalışan ajanların iÅŸi olduÄŸunu savunan seslerle bile karşılaÅŸabilirsiniz. Bu pozisyona dair her ÅŸeyden önce dikkati çeken ise bunun burjuva bakış açısından hiçbir ÅŸekilde farklı olmadığıdır. İki durumda da gördüğümüz ÅŸey büyük sosyal fenomenlerin çeÅŸitli ‘ajanlara’, yani diplomatik makamların kasıtlı eylemlerine indirgenmesidir. Burjuva politikacılarının durduÄŸu yerden bakıldığında, bu görüşler tabii ki ÅŸaşırtıcı deÄŸildir: bu insanlar tarihi bu çerçevede yapmaktadırlar ve bunların kısa vadeli çıkarlarına göre aldıkları pozisyon için diplomatik entrikanın en ince ayrıntısı büyük pratik öneme sahiptir. Fakat olayları sadece uluslararası çerçevede açıklayan ve her ÅŸeyden önce toplumsal yaÅŸamın fenomenlerinin daha derinde yatan maddi nedenlerine inen Sosyal Demokrasi için aynı politika tamamen boÅŸ görünür. Aksine, iç politikada olduÄŸu gibi dış politikada da Sosyal Demokrasi her iki durumda da aynı bakış açıları, yani söz konusu olgunun iç toplumsal koÅŸulları ve genel ilkelerimiz tarafından belirlenmesi gereken kendi pozisyonunu geliÅŸtirebilir.
Öyleyse, bu koÅŸullar, burada ilgilendiÄŸimiz Türkiye’deki ulusal mücadelelere göre nasıl duruyor?Son zamanlara kadar basının bir kısmında Türkiye ‘farklı milliyetlerin yüzyıllardan beri barış içinde bir arada bulunduÄŸu’, ‘en kapsamlı otonomiye sahip olduÄŸu’ ve sadece Avrupa diplomasisinin Türkiye’nin mutlu halklarını ezildiklerine inandırarak ve masum Sultan’ın ‘defalarca bahÅŸettiÄŸi reformlarını’ uygulamasını engelleyerek yapay bir ÅŸekilde hoÅŸnutsuzluk yarattığı bir cennet olarak gösteriliyordu(1).
Bu iddialar koÅŸulların büyük oranda göz ardı edilmesine dayanıyor. Bu yüzyılın baÅŸlarına kadar, Türkiye her milletin, her vilayetin ve her cemaatin kendi ayrı yaÅŸam biçimlerine sahip olduÄŸu, alışkın olduÄŸu acılara sabırla katlandığı, takas ekonomisine dayalı ve tam bir doÄŸu despotizmi örneÄŸini sunan bir ülkeydi. Bu koÅŸullar belki baskıcı olabilirler, ancak bununla birlikte büyük bir deÄŸiÅŸmezlikle ayırt ediliyorlardı ve bu yüzden uzun bir zaman boyunca hükmedilen halkları isyana sevk etmeden varlıklarını sürdürebildiler. Bu yüzyılın başından beri tüm bunlar hatırı sayılır ölçüde deÄŸiÅŸti. Avrupa’nın güçlü ve merkezi devletleriyle olan anlaÅŸmazlık yüzünden sarsılmış, özellikle de Rusya tarafından tehdit edilen Türkiye kendini iç reformlar yapmak konusunda zorlanmışolarak buldu ve bu gereklilik kendini ilk olarak II. Mahmut’ta (1808-1839) ifade etti. Reformlar feodal yönetimi ortadan kaldırdı, onun yerine merkezi bir bürokrasi,kalıcı bir ordu ve yeni bir finansal sistem getirdi. Modern reformların her zaman olduÄŸu gibi muazzam bedelleri oldu ve halkın maddi çıkarlarının diline çevrildiÄŸi zaman bu reformlar vergilerde devasa bir artış demekti. Her baÅŸ hayvanla her saman parçası için toplanan yüksek dolaylı vergiler; gümrük vergileri; damga vergileri ve kelle vergileri; yılda dört defa artırılan öşür vergisi ve bir de doÄŸrudan gelir vergisi, ki ÅŸehirlerde yüzde 30’a, kırsalda yüzde 40’a denk geliyordu; bunların yanında Hıristiyanlar için askerlik hizmeti vergisi ve son olarak artan mecburi hizmetler; iÅŸte bunlar reforme edilmiÅŸ devletin harcamalarını halkın nasıl ödediÄŸini gösteriyordu. Fakat bu sadece Türkiye’de var olan kendine özgü bir yönetim sistemiydi ki bu katlanılan sıkıntılar hakkında bir fikir vermektedir. Modern ve OrtaçaÄŸ’a özgü ilkelerin farklı bir karışımı olarak, bu sistem idari bakımdan aşırı merkezi bir ÅŸekilde baÅŸkente baÄŸlı olan büyük sayıda yönetsel otoriteden, mahkemelerden ve meclislerden oluÅŸmaktadır. Ancak aynı zamanda bütün kamusal pozisyonların fiilen rüşvete dayalı olduÄŸu, merkezi yönetimin ödeme yapmadığı, geliri yerli nüfustan saÄŸlanan bir tür bürokratik imtiyaz sistemidir bu. Bu yüzden paÅŸa mümkün olduÄŸu kadar çok parayı İstanbul’a gönderdiÄŸi sürece vilayetini dilediÄŸi gibi soyabilir. Bu yüzden baÄŸlı bulunduÄŸu makamın yetkisiyle kadı cebirle finanse edilir, çünkü makamı için İstanbul’a bizzat haraç ödemek zorundadır. Ancak en önemlisi merhametli bir insana benzeyen Fransız devrim öncesi rejiminin genel valisiyle karşılaÅŸtırıldığında mültezimlerin elinde bulunan vergi sisteminin, düzen ve kural yokluÄŸuyla ve sınırsız keyfilikle sonuçlanmasıdır. Ve sonunda bürokrasinin ellerinde zorunlu hizmetler dizginsiz gasp ve halkın sömürülmesine dönüştü.Açıkça böyle oluÅŸturulan bir yönetim Avrupa modelinden kökten farklıdır. Bir yanda merkezi yönetim insanları soyarken ve böylece kendi bürokratik yapısını sürdürürken, diÄŸer yandan bürokrasi insanları bizzat soyar ve böylece merkezi yönetimi finanse eder. Sonuç olarak Türkiye’de bürokrasi, varlığı halkın profesyonelce yaÄŸmalanmasıyla finanse edilen, üyelerinin doÄŸrudan bir ekonomik öğeyi temsil ettiÄŸi, toplumun özel ve kalabalık bir sınıfı olarak belirir. Aynı zamanda ve reformlara baÄŸlı olarak Hıristiyan köylülerin toprak mülkiyeti koÅŸullarında, Türk toprak sahipleriyle karşılaÅŸtırıldığında yine aleyhlerine büyük bir deÄŸiÅŸim yaÅŸandı. ıkincisi, yani genel olarak eski feodal bey, tam Hıristiyan modelindeki gibi iÅŸini miras yoluyla devam ettirme olanağına sahipti.
Tımar sistemi reformla ortadan kaldırıldığında ve o ana kadar kendileri tarafından sipahilere ödenmiÅŸ olan aÅŸar vergisi hazineye aktarıldığında feodal bey toprak üzerinde hak iddia etmeye çabaladı; sonuç olarak köylüler için yeni bir vergi -toprak kirası- eski öşür vergisinin yanında ortaya çıktı. Bu vergi öşür çıkarıldıktan sonra kalan kazancın üçte biri miktarındaydı. Hristiyan köylü için genellikle tüm bu olaÄŸanüstü ÅŸeylerin ortasında Müslüman camisine ÅŸartlı olarak az miktarda toprak hediye etmekten ve sonra da kiranın zorunlu vergi olduÄŸu ancak en azından öşürden muaf olan bu toprağı kiralık olarak geri almaktan baÅŸka bir kurtuluÅŸ yolu yoktu. 1870’lerin sonunda Türkiye’deki meÅŸruta mülkiyeti tarım yapılabilen toprak mülkiyetinin yarısından fazlasına ulaÅŸmıştı.
Bu yüzden reformlara, halkın maddi koşullarının korkunç bir kötüleşmesi eşlik etmişti. Ancak onları özel olarak katlanılmaz yapan bu durumun içinde yer alan tamamen modern bir nitelikti, yani istikrarsızlık: Düzensiz vergi sistemi, düzensiz değişen toprak mülkiyeti ilişkileri, ancak hepsinden öte, ayni olarak ödenen vergiden para olarak ödenen vergiye dönüşümün ve dış ticaretin gelişmesi sonucu olan para ekonomisi.Eski koşullar kötüleşmiş ve değişmezlikleri sonsuza kadar yok olmuştu.
II-Dağılma
Türkiye tarihinde önceki makalemizde uÄŸraÅŸtığımız dönem bir anlamda Rusya’yı anımsatıyor. Fakat Kırım Savaşı’ndan(B) sonraki reformlar Rusya’da bir ve aynı anda kapitalizmin hızlı geliÅŸimini, yönetsel ve finansal geliÅŸimin maddi temellerini ve militarizmin ileriki geliÅŸimini yaratırken, Türkiye’de modern reformlara denk gelen ekonomik dönüşüm ortalarda yoktu. Türkiye’de yerli bir endüstri kurmaya yönelik tüm çabalar baÅŸarısız oldu. Yönetim tarafından kurulan az sayıda fabrika kalitesiz ve pahalı ürünler üretiyordu. Burjuva düzeninin en temel ön koÅŸullarının – kiÅŸi ve mülkiyetin güvenliÄŸi, en azından kanun önünde resmi eÅŸitlik, dini yasadan ayrı medeni yasa, modern iletiÅŸim yolları, vb. – yokluÄŸu kapitalist üretim biçimlerinin oluÅŸmasını tamamen imkânsız hale getiriyordu. Avrupalı devletlerin Türkiye’ye yönelik ticaret politikası da aynı yönde iÅŸliyor, Türkiye’nin siyasi güçsüzlüğünü kendi endüstrilerine korumasız bir pazar saÄŸlamak için sömürüyorlardı. ÅŸimdiye kadar ticaretin yanında, tefecilik yerli sermayenin tek tezahürüydü. İktisadi olarak, bu nedenle, Türkiye çoÄŸu durumda mülkiyet iliÅŸkilerinin yarı-feodal karakterlerinden bile kurtulamadıkları en ilkel köylü tarımını aÅŸamadı. Para ekonomisi için gerekli maddi temel, yönetim ve finansal vergi biçimlerine paralel olarak geliÅŸmedi. Bu geliÅŸmeyi yaÅŸayamadığından bir dağılma aÅŸamasına doÄŸru gidiyordu. Türkiye’nin dağılması iki uçta aynı anda açıkça görülür hale geldi. Bir yanda köylü ekonomisi sürekli zarar etmeye baÅŸladı. Bu durum somut ifadesini çoktan köy topluluÄŸunun organik bir parçası haline gelmiÅŸ ve bir çıban gibi koÅŸulların kötüleÅŸmesine iÅŸaret eden tefecilerde bulur. Aylık yüzde 3’lük faiz oranları Türk köylerinde süreklilik gösteren bir olguydu, köyün sessiz dramının hep aynı olan sonuysa köylünün ülkede onu modern işçi sınıfının parçası haline getirecek üretim biçimlerinin yokluÄŸunda proleterleÅŸmesiydi. Bunun sonucu olarak sıklıkla lümpen proletarya tabakasına doÄŸru batıyordu. Bu olgunun daha ileri sonuçları tarımın çöküşü, yıkıcı açlık ve ÅŸap salgınları oldu. DiÄŸer yanda devlet hazinesi açık veriyordu. Türkiye 1854’ten beri bitmez tükenmez dış borçlanma yoluna girmiÅŸti. Paris ve Londra’nın tefecileri Ermeni ve Rum tefecilerin köylerde yaptığını baÅŸkentte yapıyordu. Yönetmek bundan böyle daha zordu ve yönetilenler bundan böyle daha hoÅŸnutsuzdu. BaÅŸkentteki ve köydeki iflas; İstanbul’daki saray devrimleri ve vilayetlerdeki halk ayaklanmaları; tüm bunlar içteki çöküşün nihai sonuçlarıydı. Bu durumdan bir çıkış yolu bulmak imkânsızdı. Ancak ekonomik ve toplumsal yaÅŸamın toptan dönüşümü, kapitalist üretim biçimlerine geçiÅŸ bir çare olabilirdi. Fakat böyle bir dönüşümün kaynağı ya da onu temsilcisi olarak öne çıkacak bir sınıf daha önce olmadığı gibi ÅŸimdi de yok. Sultanın ‘durmadan bahÅŸettiÄŸi reformlar’ açıkça zorlukların üstesinden gelemedi; çünkü bunlar toplumsal ve ekonomik yaÅŸama dokunmayan ve bürokrasinin hâkim çıkarlarına aykırı olduÄŸu için genellikle kâğıt üstünde kalan yasal yeniliklerden fazlası deÄŸillerdi. Türkiye kendini bütün olarak tekrar yenileyemez.
BaÅŸlangıçtan itibaren birçok farklı ülkelerden meydana geldi. YaÅŸam tarzının deÄŸiÅŸmezliÄŸi, farklı milletlerin ve vilayetlerin kendine yeterliliÄŸi ortadan kalkmıştı. Buna karşın onları içeriden birleÅŸtirecek hiçbir maddi çıkar, hiçbir ortak geliÅŸme yaratılmamıştı. Tersine, Türk devletine ait olan sefalet ve baskı tüm milletler için daha da arttı. Sonuç olarak çeÅŸitli ulusal grupların bütünden ayrılmaya ve içgüdüsel olarak özerk bir mevcudiyet içinde daha yüksek toplumsal geliÅŸim yolları aramaya doÄŸal eÄŸilimleri vardı. Bu yüzden Türkiye üzerine ÅŸu tarihsel söz söyleniyordu: Tam bir yıkım yaşıyor. Osmanlı yönetimine baÄŸlı tüm unsurlar zayıflayan devlet organizmasının sefaletini yaÅŸamış ve deÄŸiÅŸik Müslüman halklar – Nasıralılar, Araplar, Kürtler – Türk boyunduruÄŸuna karşı ayaklanmış olsalar da ayrılıkçı eÄŸilimler hepsinden önce Hristiyan topraklarına yayıldı. Burada maddi çıkarlardaki çatışmalar sıklıkla ulusal sınırlara denk düştü. Hristiyan’ın hakları tanınmaz, yemini bir Müslüman’a karşı deÄŸersizdir, silah taşıyamaz ve bir kural olarak hiçbir devlet dairesinde çalışamaz. Fakat daha da önemlisi bir köylü olarak çoÄŸunlukla Müslüman toprak sahibinin toprağında oturur ve Müslüman memurlar tarafından soyulup soÄŸana çevrilir. Bu yüzden, halk içinde küçük köylüler ve toprak kiracıları ile memur ve toprak sahipleri arasında, örneÄŸin koÅŸulların İrlanda’yı hatırlattığı Bosna-Hersek’te, sık sık sınıf mücadeleleri yaÅŸanıyor.
Ekonomik ve yasal baskının yarattığı muhalefet, ulusal ve dini çeliÅŸkilerin ortasında kullanıma hazır bir ideoloji buldu. Dini unsurların eklenmesi bunlara özellikle kaba ve vahÅŸi bir karakter kazandırdı. Bu nedenle Hristiyan ulusların, Yunanlılar, Bosna-Hersekliler, Sırplar ve Bulgarların, Türkiye’ye karşı ölümüne mücadelesini yaratacak olan tüm öğeleri vardı. ÅŸimdi de sıra Ermenilerdeydi. Burada kabataslak çizdiÄŸimiz koÅŸullar karşısında, Türkiye’deki ayaklanma ve ulusal mücadelelerin Rus devletinin ajanları tarafından yapay olarak üretildiÄŸi iddiaları, burjuvazinin tüm modern emek hareketinin az sayıda Sosyal Demokrat ajitatörün iÅŸi olduÄŸu iddiasından daha ciddi deÄŸildir. Herkesin kabul ettiÄŸi gibi Türkiye’nin çöküşü sadece kendi devingenliÄŸinde geliÅŸmiyor. Herkesin kabul ettiÄŸi gibi Rus Kazaklarının ÅŸefkatli elleri Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan’ın doÄŸumlarında ebelik hizmetini yerine getirdi ve Rus rublesi Karadeniz’in tarihsel dramında sürekli baÅŸ aktördür. Ancak burada diplomasi yüzyıllardır süren adaletsizlik ve sömürüyle yüklü yanıcı bir maddeye yanan bir tahta atmaktan fazlası deÄŸildi. Burada ilgilenmek zorunda olduÄŸumuz ÅŸey doÄŸa yasalarının kaçınılmazlığında geliÅŸen tarihsel bir süreç. Türkiye’deki arkaik (eski) ekonomik biçimlerin mali sistem ve para ekonomisine raÄŸmen sürdürülmesinin imkânsızlığı ve para ekonomisinin kapitalizme evrilmesinin mümkün olmaması, Balkan yarımadasındaki olayları anlamak için anahtar konumunda. Türk despotizminin varlığının temeli göz ardı ediliyor. Fakat onun modern bir devlete doÄŸru geliÅŸiminin temeli yaratılmıyor. Sonuç olarak bir yönetim biçimi deÄŸil bir devlet olarak, sınıf mücadelesiyle deÄŸil farklı milletlerin mücadeleleriyle yıkılmalı. Ve burada yaratılan yenilenmiÅŸ bir Türkiye deÄŸil, onun enkazından oluÅŸmuÅŸ bir dizi yeni devlet.Durum budur. ÅŸimdi tartışmamız gereken Sosyal Demokrasinin Türkiye’de yaÅŸanan geliÅŸmeler konusunda nasıl tutum alması gerektiÄŸidir.
III- Sosyal Demokrasinin Bakış Açısı
Sosyal Demokrasinin Türkiye’deki geliÅŸmeler karşısındaki pozisyonu ne olabilir? İlkesel olarak Sosyal Demokrasi her zaman özgürlük talebinden yana durur. Hristiyan milletler, buradaki durumda Ermeniler, kendilerini Türk yönetiminin boyunduruÄŸundan kurtarmak istiyorlar ve Sosyal Demokrasi koÅŸulsuz ÅŸekilde onların davasını desteklediÄŸini ilan etmelidir. Şüphesiz, iç sorunlarda olduÄŸu gibi dış politikada da hiçbir ÅŸeye ÅŸematik bakmamalıyız.
Ulusal mücadele özgürlük için mücadelenin her zaman en uygun yolu deÄŸildir. ÖrneÄŸin ulusal sorun Polonya, Alsas-Loren ve Bohemya’da farklı bir biçim alır. Bütün bu durumlarda, karşılaÅŸtığımız ÅŸey tamamen karşıt bir ÅŸekilde ilhak edilen toprakların egemen olunan topraklara kapitalist asimilasyonu sürecidir ki bu ayrılıkçı çabaları zayıf kalmaya mahkum eder. Burada güçlerin ulusal mücadeleler içinde parçalanmasını deÄŸil birliÄŸini savunmak işçi sınıfı hareketinin çıkarınadır. Fakat Türkiye’deki ayaklanmalar sorunu baÄŸlamında ele alındığında, durum farklıdır: Hristiyan toprakları Türkiye’ye sadece zor yoluyla baÄŸlıdır, buralarda bir işçi sınıfı hareketi yoktur, bunların durumları doÄŸal toplumsal geliÅŸim, hatta çözülme sonucu giderek kötüleÅŸiyor ve bu yüzden özgürlük talepleri burada kendilerini ancak ulusal mücadele biçiminde hissettirebilir. Bu nedenle bizim bu yöndeki bir çözüm taraftarlığımız hiçbir şüpheye yer bırakmaz, bırakamaz.Bizim iÅŸimiz Ermeniler için pratik talepler sıralamak ya da burada istenen politik biçimi belirlemek olamaz. Bunun için içsel ve uluslararası koÅŸullar kadar Ermenistan’ın kendi talepleri göz önüne alınmalıdır. Bizim için bu durumda sorun her ÅŸeyden önce genel bakış açısıdır ve bu ayaklanmacılara karşı çıkmamızı deÄŸil onların yanında olmamızı gerektirir. Fakat Sosyal Demokrasinin pratik çıkarlarını ilgilendiren durum nedir? Sözü geçen ilkeli tutumu benimsemekle bunlar çeliÅŸmiyor mu? Bunun tam olarak zıddını üç nokta üzerinden kanıtlayabileceÄŸimizi düşünüyoruz.
Öncelikle Hristiyan topraklarının Türkiye’den bağımsızlığı uluslararası politik yaÅŸamda ileri bir adım anlamına geliyor. Kapitalist dünyadaki farklı çıkarların bir noktaya yöneldiÄŸi bugünün Türkiye’sininki gibi bir sunî pozisyonun varlığı genel politik geliÅŸim karşısında baskılayıcı ve frenleyici bir etkiye sahiptir. DoÄŸu Sorunu, Alsas-Loren’le birlikte, Avrupalı güçleri bir taktik ve hile politikası izlemeyi tercihe, gerçek çıkarlarını hileli isimlerin arkasına gizlemeye ve bunları hile ile elde etmeye çalışmaya zorluyor. Hristiyan ulusların Türkiye’den bağımsızlıklarını kazanmasıyla burjuva politikaları son idealist paçavralarının birinden – ‘Hristiyanların korunması’ sıyrılmış olacak ve gerçek içeriÄŸine, çıplak yaÄŸmalama arzusuna indirgenmiÅŸ olacak. Bu, bizim davamıza burjuva partilerinin her türden liberal ve aydınlanmacı programlarını safça ve basitçe para sorununa indirdiÄŸi için faydalıdır.
İkinci olarak, Hıristiyan topraklarının Türkiye’den ayrılmasının ilerici bir olgu, bir sosyal geliÅŸme hareketi olduÄŸu önceki yazılardan ortaya çıkmaktadır ve bunun için bölünme Türk topraklarının daha yüksek toplumsal yaÅŸam biçimlerine ulaÅŸması için tek yoldur. Herhangi bir toprak parçası Türk yönetimi altında olduÄŸu sürece hiçbir modern kapitalist geliÅŸme gündemi olamaz. Türkiye’den ayrı olarak, bu Avrupa tarzı devlet biçimi ve kapitalist kurumları gerektirir ve yavaÅŸ yavaÅŸ kapitalist geliÅŸimin genel akımına girilir. Bu nedenle Yunanistan ve Romanya Türkiye’den ayrılışlarından beri dikkat çekici bir geliÅŸme gösterdiler. Tüm bu yeni oluÅŸan devletlerin küçük devletler olduÄŸu doÄŸrudur, ancak yine de bunların kurulmasını bir politik parçalanma süreci olarak görmek yanlış olurdu. Türkiye kelimenin modern anlamında bir büyük güç deÄŸildir. Fakat burjuva geliÅŸimin yaÅŸandığı ülkelerde modern işçi sınıfı hareketi için, Sosyal Demokrasi için, örneÄŸin Romanya’da hali hazırda ve Bulgaristan’da bir yere kadar olduÄŸu gibi, gerekli zemin hazırlanmaktadır(2). Böylece bizim en yüksek uluslararası çıkarımız, yani sosyalist hareketin tüm ülkelerde saÄŸlam bir zemin bulması gereÄŸi saÄŸlanmış oluyor.
Üçüncü ve son olarak, Türkiye’nin çözülmesi sorunu Rusya’nın Avrupa’daki iktidarı sorunuyla yakından ilgilidir ve sorunun merkezi de budur. Basınımız zaman zaman Türkiye’nin tarafını tuttuÄŸunda bile bu doÄŸuÅŸtan gelen bir gaddarlıkla ya da çok eÅŸlilik taraftarlarının tercihiyle olmadı. Açıkça, bunun temeli Türkiye’nin cesedi üzerinden dünya hâkimiyetinin yolunu arayan ve kendi Hıristiyan uluslarını İstanbul’a ilerlemek için bir araç olarak kullanmak isteyen Rus mutlakiyetçiliÄŸinin arzularının gerekli bir muhalefetiydi. Ancak bize göre bu menfaat tamamen yanlış ÅŸekilde uygulandı ve Rusya’ya karşı tedbirler olduklarından farklı yerlerde arandı. Önceki deneyimler göstermiÅŸtir ki, Rusya Balkan yarımadasına yönelik politikasında genellikle istediklerinin tam tersini elde etti. Türk yönetiminden kurtulan halklar Rusya’nın iyilikseverliÄŸini ‘nankörlükle’ ödediler, yani açık bir ÅŸekilde Türk boyunduruÄŸunun yerine Rusya’nınkinin geçmesini reddettiler. Ancak bu sadece Rus diplomatlar için beklenmedikti, Balkan devletlerinin bu hareketleri ÅŸaşırtıcı olmaktan çok uzaktı. Rusya ile onlar arasında doÄŸal bir çıkar karşıtlığı vardı, aynı kuzu ile kurt, av ile avcı arasındaki gibi. Türkiye’ye bağımlılık bu çıkar karşıtlığını gizleyen bir örtüdür, hatta bunun görünüşte ve geçici bir ÅŸekilde ortak çıkar olarak ortaya çıkmasına izin verir.
Kitleler karmaşık ve uzak fikirlerle uÄŸraÅŸmazlar. Türkiye’deki ulusal baÅŸkaldırılar açıkça kitlesel hareketler olduklarından, o anki çıkarlarına denk düşen ilk ve en iyi yöntemleri benimserler, bu Rusya’nın iÄŸrenç diplomasisi olsa bile. Fakat Hristiyan topraklarıyla Türkiye arasındaki baÄŸlar kopar kopmaz, Rus diplomasisi gerçek yüzünü, saf bir iÄŸrençlik ÅŸeklinde gösterir ve kurtulmuÅŸ toprak anında içgüdüsel olarak Rusya’ya karşı döner. EÄŸer Türkiye’nin hükmettiÄŸi uluslar Rusya’nın müttefikleriyse, Türkiye’den bağımsızlaÅŸan uluslar bir o kadar Rusya’nın doÄŸal düşmanları olurlar. Bulgaristan’ın Rusya’ya yönelik bugünkü politikası büyük oranda yarı bağımsızlığının, onu Türkiye’ye hala baÄŸlayan zincirin sonucudur.
Ancak, daha da önemlisi bu süreçte ortaya çıkan baÅŸka bir sonuçtur. Hristiyan topraklarının Türkiye’den kurtuluÅŸu aynı ÅŸekilde Türkiye’nin kendi Hristiyan unsurlarından kurtuluÅŸu olarak ele alınıyor. Bunlar kesinlikle Avrupa diplomasisinin Türkiye’deki faaliyeti için itici güç olarak hizmet ediyorlar ve bu koÅŸulsuz olarak onları Rusya’nın tarafına sevk ediyor. Dahası, Türkiye’ yi savaÅŸ sırasında direnemez hale getiren de bunlar. Hristiyanlar Türk silahlı kuvvetlerinde hizmet vermiyor, ancak ona karşı ayaklanmaya hazırlar. Bu yüzden dışarıdaki bir savaÅŸ Türkiye için her zaman içeride ikinci bir savaÅŸ demektir, bu yüzden askeri güçlerinin dağıtılması ve hareketinin felç edilmesi demektir. Bu Hristiyan ıstırabından kurtulmuÅŸ olarak, Türkiye şüphesiz uluslararası politikada daha serbest bir pozisyonu benimseyebilirdi ve toprakları savunma gücüyle daha orantılı bir hale gelebilirdi, ama hepsinden ötesi her dış saldırgan için doÄŸal bir müttefik olan içerideki düşmandan kurtulmuÅŸ olurdu. Kısacası Hristiyanlar üzerindeki iktidarından feragat etmesi Osmanlı yönetimini daha dirençli hale getiriyor, hepsinden önce Rusya’ya karşı. Bu durum Rusya’nın bugün neden Türkiye’nin bütünlüğünden yana olduÄŸunu açıklıyor. Türkiye’nin iç karışıklık yaratan mikropla – Hristiyan uluslar – baÅŸ baÅŸa kalması ve bu yüzden onları İstanbul ile ilgili planlarını gerçekleÅŸtirebileceÄŸi uygun an gelene kadar Türkiye’nin boyunduruÄŸunda ve Rusya’ya bağımlı halde bırakmak ÅŸimdi Rusya’nın çıkarınadır. Bu bizim niçin Türkiye’deki Hristiyanların özgürleÅŸmesini savunmamız gerektiÄŸini ve niçin bu ülkenin bütünlüğün savunmamamız gerektiÄŸini de açıklıyor.
Bizce, Türkiye’nin parçalanması sürecinin sözü edilen sonuçlarına yönelik – Bay ‘Salisbury’nin (C) bu iÅŸ için uygun adam’ ya da Ruslara ‘Türkiye içine’ kapıyı gösterecek adam olup olmadığıyla ilgili deÄŸil – Rusya’nın tepkisinin ilerleyiÅŸine karşı bir çıkar yol aramalıyız. Ve sorunun bu yönü istisnai derecede önemlidir. Rus gericiliÄŸi bizim için kurÅŸuni ağırlığını kâğıttan oklarla savuÅŸturma ve onunla savaÅŸabilmek için koÅŸulların bize verdiÄŸi ciddi bir silahı göz ardı etme lüksüne izin ermeyecek kadar tehlikeli ve ciddi bir düşmandır. Bugün Türkiye’nin birliÄŸini savunmak aslında Rus diplomasisinin ellerinde oynamak demektir. Uzak politik varsayımları detaylı ÅŸekilde hayal etmek bir fantezidir. Ancak bağımsız Türkiye’nin ve bağımsız Balkan topraklarının direniÅŸinin Rus mutlakıyetçiliÄŸini İstanbul sorununun nihai çözümünü göremeden ve bu sorunun uluslararası baÄŸlamda çözümlenmesinde yer alamadan, halkların yararına olacak ÅŸekilde yok olmasına kadar uzun bir süre Rusya’nın ilerlemesini engelleyebilmesi imkânsızın da ötesindedir. Bu nedenle politik çıkarlarımız ilkesel duruÅŸumuzla kesiÅŸiyor ve bu nedenle Sosyal Demokrasinin DoÄŸu Sorununa iliÅŸkin ÅŸimdiki tutumu için aÅŸağıdaki önerilerin benimsenmesini öneriyoruz. Türkiye’nin çözülmesi sürecini kalıcı bir gerçeklik olarak kabul etmeliyiz ve bu sürecin durdurulabileceÄŸini veya durdurulması gerektiÄŸini düşünmemeliyiz.
Hristiyan ulusların otonomi taleplerine mümkün olan en büyük duygudaÅŸlığı göstermeliyiz.Bu talepleri her ÅŸeyden öte Çarlık Rusyası’na karşı bir mücadele aracı olarak karşılamalıyız, onların Türkiye’den olduÄŸu gibi Rusya’dan da bağımsızlığını kesin olarak savunmalıyız. Burada deÄŸinilen sorunlar konusunda pratik deÄŸerlendirmelerimizin genel ilkelerimizle aynı sonuçlara varması bir rastlantı deÄŸildir. Sosyal Demokrasinin amaç ve ilkeleri gerçek toplumsal geliÅŸmeden kaynaklanır ve yine onun içinde temellenir. Bu nedenle tarihsel süreç içinde olaylar büyük oranda Sosyal Demokrasinin deÄŸirmenine su taşır. Biz o anki çıkarlarımızı en iyi biçimde ilkesel duruÅŸumuzu koruyarak kollayabiliriz. Bu yüzden olaylara daha derin bir bakış, her zaman büyük halk hareketlerinin nedenlerini bazı diplomatlara indirgemeyi ve baÅŸka diplomatlar biçiminde bu diplomatlarla kavga etmenin yollarını aramayı gereksiz kılar. Bu tam bir kahvehane politikasıdır.
Kaynak:
Rosa Luksemburg, Sächsische Arbeiter-Zeitung (Alman Sosyal Demokrat gazetesi), 8-9-10 Ekim 1896
Çeviri:Marksist Bakış, Haziran 2008
———-
1. Åžimdilerde, aksine Sultan’ın her ÅŸeyin suçlusu olduÄŸu söyleniyor. Bu yüzden kurban günah keçisi oluyor. Okuyucu aÅŸağıdaki iddialardan bunun kiÅŸilerle hiçbir ilgisinin olmadığı, tamamen koÅŸullarla ilgili olduÄŸuna ikna olacaktır. [Sächsische Arbeiter-Zeitung’a editörün notu]
2. Bu yüzden Ermeni sosyalistleri bize göre ayrılıkçı taleplerini Ermenistan’da görünüşten ibaret bir kapitalist geliÅŸmeye dayandırmak zorunda olduklarını düşündükleri için yanlışyoldalar. Tersine Türkiye’den ayrılma burada sadece kapitalizmin filizlenmesinin önkoÅŸuludur. Ve tabii ki kapitalizmin kendisi sosyalist hareket için bir ön koÅŸuldur. Bu nedenle, bize göre Ermeni yoldaÅŸlar, Lasalle’dan özetlersek, sosyalizmin önkoÅŸullarının önkoÅŸullarıyla ilgilenmeliler, bir tür karesi alınmışönkoÅŸul. [Rosa Luksemburg’un notu]
A. 1890’larda, özelikle Ermenistan, Girit ve Makedonya’da Türkiye’nin dışarıdan yönetimine karşı vahÅŸice bastırılan ayaklanmalar patlak verdi.
B. Rusya’nın Kırım Savaşı’nda (1853-1856) aldığı yenilgi iç politik durumu öyle kötüleÅŸtirmiÅŸti ki yönetici sınıf 1861 ve 1870 yıları arasında yarım yamalak ve feodal kalıntılarca kirletilmiÅŸancak Rusya’daki kapitalist geliÅŸmeyi teÅŸvik etmiÅŸolan bir dizi siyasi reformu devreye sokmak zorunda kaldı. En önemli reformlar 1861’de serfliÄŸin kaldırılması, 1864’te özerkliÄŸin kentsel ve kırsal organlarının oluÅŸturulması,1863’te halk eÄŸitiminin yönetimindeki deÄŸiÅŸiklikler ve hem 1865’te sansür konusunda hem de 1864’te adalet konusundaki deÄŸiÅŸikliklerdi.
C. Robert Cecil, Salisbury Üçüncü Markisi (1830-1903), 1878 ile 1902 arasında üç defa İngiliz Başbakanlığı ve dört defa Dış Sekreterlik yaptı.
———-
*1914’te Birinci Dünya Savaşı’nda Batı Avrupa sosyal demokrat partileri kendi ülkelerinin savaÅŸ bütçelerine ve dolayısıyla farklı ülkelerin proleterlerinin birbiriyle savaÅŸmalarına oy verene kadar Marksistler kendilerini sosyal demokrat olarak nitelendiriyordu. Bu yazıdaki ‘sosyal demokrat’ sözcüğü ‘sosyalistler’ olarak okunmalı. (Marksist Bakış)



Osmanlı toplumundan bugüne miras kalan Kürt ve Ermeni sorununun nedenlerini analiz eden Rosa Luksemburg,  bu yazıyı 1896 yılında kaleme almıştı. Osmanlı’da Türkiye toplumuna ulusal sorunun dinamikleri…










