Salonlarda Çürüyen Edebiyatın Portresi – Y. Can Derdiyok
Edebiyat, yalnızca “yazmak” eyleminin çeşitli biçimlerde gerçekleştiği, yazan/anlatan ile okurun karşılıklı ve anlık etkileşim kurduğu bir alan değildir. Kuşkusuz, edebiyat bu anlık etkileşimi içermek zorundadır. Yazarın üretimi ile okur arasında “okumak” eylemi sırasında kurulan etkileşim olmaksızın edebiyattan söz edemeyeceğimize göre, bu etkileşimi bir ön koşul olarak eklemeliyiz. Ne yazık ki, günümüzde edebiyat, yalnızca bu ön koşul ile hatta bu ön koşulun en yavan biçimiyle sınırlı kalmaktadır.
Alışveriş merkezlerindeki zincir mağazalardan alınan kitapların evde, metroda ya da otobüste yalapşap okunduğu, “yazar-eser-tarihsellik” bağlamının hiçe sayıldığı, okunan türün biçimsel ve teknik özellikleriyle ilgilenil(e)meyen bir dönemden -bir başka deyişle geriye yalnızca çarpık biçimiyle “okumak” eyleminin kaldığı bir dönemden- geçiyoruz. Dolayısıyla, kitabın muhtevası ve niteliğinden çok kapağı, başlığı, sayfalarının kokusu ve çok satan olması önem kazanıyor. Yani nitelik görmezden gelinirken süslü bir nicelik ön raflarda sergileniyor.
Edebiyatın yalnızca “okumak” eyleminin çarpık bir biçimine dönüşmesinde suçlanan taraf ise genellikle okurlar oluyor. Sözgelimi, okular “iyi” ve “nitelikli” kitaptan anlamıyor, tüketim çılgınlığına kendini kaptırıyor, kısa ve “akıcı” şeyler okumak istiyor… Hâl böyle olunca da okurları suçlayan yazarların, yayınevlerinin ve editörlerin (bu “sektör”deki başkaca kimselerin) konumu ise “mağdurlar rafı” oluyor. Bu mağdurluk biçimi, suçlanan okurun isteklerine göre davranan, oysaki böyle davranmayı hiç istemeyen(!) bir mağdurluk biçimi aslında. Bize de “mağdurlar rafı”nda görünenlerin aslında okurdan daha suçlu olduğunu belirtmek düşüyor.
“Mağdurlar rafı” edebiyat eleştirisini bilerek ve isteyerek hiçe sayıyor. Onun yerine eleştiri kılıfına bürünen övgü dolu tanıtım metinlerini ve iyi çalışılmış reklamları yerleştiriyor. Bu metinler ve reklamlar, çoğu zaman kitap özetinin ve/veya kitap kapağının üstüne özlü bir sözle bal kaymak sürerek okura tattırmayı hedefliyor. Böylece, bir kez çok satan yazarın artık daha çok satması gerekiyor. Hatta mümkünse daha çok yazmaya zorlanması gerekiyor. Çünkü bol kahve satılan imza günlerinin, yazara “methiyeler düzülen” söyleşilerin artması gerekiyor; yani “sektör”ün kazanması gerekiyor. Sosyal medya hesaplarında yazar yazarı övüyor, kahveli kitaplı okur fotoğrafları bolca paylaşılıyor… Edebiyat, çürümüşlüğün paylaşımı haline dönüşüyor…
Günümüz edebiyatı çürümektedir; çürümenin merkezinde, büyük boy salonlarda yapılan övgü dolu söyleşiler, çok şubeli yayınevlerinin süslü imza odaları ve yazarların hem diğer yazarlarla hem de okurlarla kurduğu çoğunlukla samimiyetsiz etkileşim yer almaktadır. Bu etkileşimin yazar tarafında, çoğunlukla zorunlu ve gönülsüz bir birliktelik hâli varken okur tarafında ise, yine çoğunlukla içi boş bir hayranlık hâli vardır.
İçi boş hayranlık hâlinin karşısındaki zorunlu ve gönülsüz birliktelik hâlinin ardında ise yalnızca bireyi, bireyin içsel birtakım yaşantılarını toplumsal ve politik olandan kopuk, en vahimi ise, kurgu, biçim ve üslup gibi temel kavramları deyim yerindeyse katlederek “anlatma” yalanı yer alıyor. Yalan, çünkü bu şekilde ne birey anlatılabilir ne de bireyin içsel yaşantıları. Yalanın karşısına şu teşhiri eklemek gerekiyor: Aslında yapılmak istenen bireyi, bireyin içsel dinamiklerini vb. anlatmak da değildir; yapılmak istenen, çürüyen salonlarda aşağıda tarif edeceğimiz kısa ama temel biçimiyle edebiyatı, yani tarihselliği, mücadeleyi ve insanı katletmektir. Bile isteye, farkında olarak…
Edebiyat, övgülerden, satış rakamlarından, kahveli fotoğraflardan ve “sektör”den çok daha fazlasıdır. Anlatanın tarihselliğini, konuya, kurguya, biçime ve daha pek çok başlığa yönelik tercihi içerir; dahası, okurun kendi tarihselliği ve okuma motivasyonunu izleyen tercihi ile yazarın tarihselliği ve yine yazarın çeşitli tercihleri arasında kurduğu etkileşimi de içermektedir. Bu kadar da değil. Edebiyat bu etkileşimin de tarihselliğidir. Yani, bu karşılıklı etkileşimden doğan ilişkilerin, birlikteliklerin toplumsal alanla ilişkisidir.
Günümüzün toplumsal alanı, baskıların, hukuksuzlukların, yoksulluğun, yolsuzluğun yani son kertede çürümüş bir düzenin alanıdır. Bu çürümüş düzenden kurtulmanın yolu, edebiyatın katledildiği salonlardan geçmemektedir. Zira, düzen bütün çürümüşlüğüyle yine orada olacaktır. Çürümüş olandan kaçtığını ve kendilerine çerçeve bir dünya kurup “edebiyat yaptığını” sananlar, edebiyat tarihinde “salonlarda çürümenin portesi” başlığında anılmayı hak etmektedirler.
Söylenenin ve çoğunlukla kabul edilenin aksine, bu düzenden kurtulmanın yolunun edebiyatla ilişkisi, yarın değil, şimdi ve burada inşa edilebilir. Konu, biçim, üslup ve edebiyatın başkaca çeşitli kavramlarını esere tarihsel, teorik ve temellendirilebilir bir bakışla yerleştirerek, estetik olanı yarının güzelliklerine doğru giden bir mücadele içinde arayarak inşa edilebilir. Edilmelidir. Tarihimiz, bu inşanın temelini oluşturacaktır.