Rusya'da Muhalefet Eylemleri ve Putinizm'in Karakteri – Emre Güntekin
Rusya, Putin rejiminin muhalefet adaylarını Eylül ayında gerçekleşecek olan yerel seçimlere katılımını engellemesi üzerine başlayan sokak eylemlerine sahne olmaya devam ediyor. İlk olarak 25 Temmuz’da,Putin’in ülke içerisindeki en önemli muhaliflerinden birisi olan ve daha önce de defalarca kez bu nedenle rejimle başı derde giren, Alexey Navalny eylem çağrısı gerekçe gösterilerek gözaltına alınmış ve 30 günlük hapis cezası verilmişti. Gözaltı sırasında “her nasıl olduysa” Navalny “alerjik reaksiyon” geçirdiği gerekçesiyle hastaneye sevk edilmişti. Putin rejiminin muhalif isimleri ortadan kaldırma geleneğini bilenlerin aklına ilk olarak Navalny’in de böylesi bir suikaste mi kurban gideceği soruları gelmişti. Navalny dışında, polisler “sahte imza toplama”, “seçim görevlilerinin işlerini zorlaştırma” gibi suçlamalarla Dmitriy Gudkov ve Ivan Zhdanov gibi muhalif isimleri de gözaltına almıştı.
28 Temmuz’da ise Moskova’da kitleler seçim yasaklarına ve gözaltılara tepki olarak sokağa çıkarken; yaşanan polis saldırılarında 1000 kişi gözaltına alınmıştı. Dün yapılan eylemlerde ise yaklaşık 600 kişi gözaltına alınırken, gözaltına alınanlar arasında seçimlere katılması engellenen muhalif liderlerden Lyubov Sobol’da bulunuyor.
Putin rejimi yıllardır rejime sadakatinden kuşku duymadığı Rusya Komünist Partisi, Rusya Liberal Demokrat Partisi ve Adil Rusya Partisi dışındaki siyasal unsurların seçimlere katılımı önüne engeller çıkarırken, rejime muhalif isimlerin başlarına genelde pek hoş şeyler gelmiyor: 2006 yılında Rusya’nın 90’lı yıllarda Çeçenistan’da yürüttüğü kirli savaşta işlediği insanlık suçlarını ortaya çıkaran Anna Politkovskaya, 2008’de Politkovskaya suikastini araştıran ve bu nedenle Londra’da polonyumla zehirlenen eski KGB ajanı Alexander Litvinenko, 2013 yılında esrarengiz bir şekilde öldürülmüş bulunan Putin muhalifi oligarklardan Boris Berezovsky, 2015 yılında Kızıl Meydan’a çıkan bir köprüde uğradığı silahlı saldırıda katledilen ve Putin’in en önemli muhaleflerinden biri olan eski başbakan yardımcısı Boris Nemtsov ve geçtiğimiz yıl Londra’da kızı ile birlikte zehirlenerek öldürülen eski istihbaratçı Sergey Skripal… Listeye eklenebilecek daha pek çok isim var. Putin iktidara geldiği günden bu yana kendisine tehdit oluşturabilecek oligarkından, insan hakları savunucularına, istihbaratçısından gazetecisine pek çok ismi ortadan kaldırdı. Ülke içerisinde siyasal kontrolü tamamen tekeline alan Putin ile birlikte, Rus egemen sınıfları 90’lı yıllardaki iktisadi ve siyasi çöküşü atlatarak yeni bir “çarlık rejimi”nin tadını çıkarmaya başladılar.
Bugün muhalefete önderlik eden özneler ise genel olarak Batı yanlısı ve liberal bir eğilime sahip. Rusya’daki muhalefetin bu kimliğe sıkışması ise şaşırtıcı değil. SSCB’de 1927’den 90’ların başındaki çöküşe kadar hüküm süren Stalinizm; tarihin tek muzaffer proleter devrimine imza atmayı başarmış Rus emekçi sınıflarının devrimci geleneğini iktidarda kaldığı on yıllar boyunca köreltmeyi başarmıştı. Bir zamanlar Herzenlerden Belinskilerden Mayakovskilere uzanan bir entelektüel ve edebi rönesans yaşayan, Lenin ve Troçki gibi Devrimci Marksizm’in tarihsel önderlerini çıkarabilen Rus toplumu siyasi açıdan kurak bir çöle dönüştürülmüştü. 1991’deki çöküşün ardından sahne Stalinist bürokrasinin en geri figürlerine kalmıştı. SSCB’nin bütün zenginlikleri bir avuç eski bürokrat ve zengin tarafından yağmalanırken, Rusya emekçi sınıfları büyük bir fakirliğin içerisine itilmişti.
Yolsuzluklar, haraç mezat satılan kamu kurumları, “Batı’nın Ayyaşı” olarak bilinen Boris Yeltsin’le kimliğini bulan ekonomik ve siyasal çöküş, artan işsizlik ve yoksulluk, Çeçenistan’da yıllar süren kirli savaş… 2000 yılına gelindiğinde maddi koşullar aslında Putin’in iktidara yükselişi için oldukça uygun hale gelmişti. Önce 1998’de istihbarat örgütü FSB’nin başına, 1999’da ise Yeltsin tarafından adeta bir kurtarıcı olarak başbakanlığa getirildi. 90’lı yılların kangrenleşmiş sorunlarına hızlı çözümler üretti: Çeçen Direnişi’nin oldukça kirli yöntemlerle sert bir şekilde ezilmesini sağladı, kendisine muhalefet etme potansiyeli taşıyan oligarkları ya hapse attı ya ülke dışına sürdü ya da bahsettiğimiz gibi ortadan kaldırdı. 2000’li yılların ortalarından itibaren Batı’nın 90’larda adeta alay konusu haline gelen Rusya’nın emperyalist rekabetteki konumunu güçlendirdi, 2008’de Gürcistan’a operasyon düzenledi, Ukrayna’yı fiilen ikiye bölerek Kırım’ı ilhak etti ve Rusya’da Esad rejiminin çöküşünü askeri olarak sahaya inerek önledi. Kısacası Rus egemenlerine tarihsel olarak özlemini duydukları imparatorluk geleneğini tekrar hediye etti. Deli Petro’dan Stalin’e kadar uzanan bu gelenek 21. yüzyılda Putin kimliğinde yeniden vücut buldu.
Putin rejiminin Rus tarihinde görmek istemediği tek sayfanın Ekim Devrimi olması boşuna değil. Ekim Devrimi’nin önderi Lenin’i özellikle ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini savunması nedeniyle Rus imparatorluğunun temellerini dinamitleyen bir lider olarak nitelemesi; devrimin Lenin’le birlikte önderliğini yapan Troçki’yi karalamak için Rusya devlet televizyonuna oldukça yüksek bütçeli bir antikomünist karalama dizisi çektirmesi Putin’in izlediği geleneği göstermesi açısından önemlidir.
Dipnot: Erdoğan Türkiye’nin Putin’i Olabilir mi?
Rusya ve Putinizm meselesini tartışırken Türkiye’ye değinmemek olmaz. Bilindiği üzere Türkiye S-400 meselesiyle de belirginleştiği üzere Rusya’nın çekim alanına iyice girmiş durumda ve Erdoğan’ın da Türkiye’de Putin’in Rusya’da başında olduğu gibi bir rejim yaratmak istediği sır değil.
2016 yılında gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte Erdoğan için her şey yolunda gidiyordu. Sonrasında 16 Nisan 2017’de şaibeli bir referandumla başkanlık sistemi yasallaşmış ve 24 Haziran 2018’de Erdoğan başkan seçilerek hayaline kavuşmuştu.
Aradan geçen iki yılda OHAL sopasını kullanan Erdoğan toplumsal muhalefet üzerinde büyük bir baskı kurmuş, yüz binlerce kişi kamudaki görevlerinden ihraç edilmişti. Ayrıca muhalefetin söz söyleme, eylem ve düşünce özgürlüğü üzerinde de büyük bir baskı kurulmuştu. Fakat her şeye rağmen Erdoğan’ın bu baskısının sınırlarının olduğu göze çarpmaktadır.
Putinizm’i özel kılan faktörlerden birisi hem iktisadi hem de askeri olarak önemli bir güç olan Rusya’da yükselmiş olmasıdır. Erdoğan Türkiye’sinin ne dış faktörleri gözetmeden emperyalist hayallerini gerçekleştirebilecek bir siyasal, askeri ve iktisadi gücü var ne de Erdoğan’ın muhalefeti tümden susturabilecek bir gücü… En son 31 Mart seçimlerinin ardından Ekrem İmamoğlu’nu engellemeye çabalasa da bunu bir noktaya kadar taşıyabileceği görülmüş ve seçim yenilgisini kabullenmek zorunda kalmıştır.
Ayrıca Türkiye’de muhalefetin dinamiklerini küçümsememek gerekmektedir. Türkiye, bugün içsel bir kriz içerisinde olsa da dünyadaki en önemli devrimci geleneğe sahip ülkelerden biridir. Gezi’de, Metal Fırtına’da, ODTÜ Eylemlerinde görüldüğü üzere emekçi sınıflar ve gençlik içerisinde direnç noktaları halen varlığını korumaktadır.
Rusya’da Putin sadece sopayla iktidarda durmamaktadır. Rus toplumunda özellikle Rusya’yı yeniden bir süper güç haline dönüştüren Putin’in Rus toplumu içerisindeki prestiji halen oldukça güçlüdür. Oysa Erdoğan için aynı şeyi söylemek zor. Ülkenin artık % 50’den fazlası Erdoğan’dan nefret ederken, Erdoğan’ın seçmen tabanının giderek dar muhafazakar bir tabakaya sıkışmaya başladığı görülmektedir.
Kısacası Putinizm tarzı bir despotizm Erdoğan için ancak uzak bir hayal olabilir.