Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İşçi, Grev ve Sendika Yasaları (II) – Engin Kara
Bu yazının daha önce yayınlanan ilk kısmında, Osmanlı’da ortaya çıkmaya başlayan ilk işçi kitlelerini takiben çıkarılan ilk fermanlardan 1908 Devrimi ve sonrasında gelişen kanunlaştırma hareketlerine kadar olan süreçte devletin, işçilerin sendikal ve siyasal örgütlenmelerinin önüne geçme çabasını görmüştük. Bu yazıda ise Cumhuriyet’in ilanı ve CHP’nin tek parti iktidarı boyunca işçi, grev ve sendika yasaları konusunda izlenen çizgiyi ve konuyu en yakından ilgilendiren yasaların ne gibi sonuçlar doğurduğunu inceleyeceğiz.
Tek Parti Dönemi
A) İzmir İktisat Kongresi, 1923
İzmir İktisat Kongresi’ne işçi sınıfını “temsilen” İstanbul Umum Amele Birliği (İUAB) katıldı. Oysa İUAB, Milli Türk Ticaret Birliği tarafından —Türk-İş’in kurulmasındakine benzer şekilde “işçiler illa örgütleneceklerse, bizim arka bahçemizde örgütlensin” mantığı ile— kurulmuştur. Kongreye İUAB temsilcisi olarak katılanların çoğunluğunun da işçilik veya işçi önderliği ile alakaları dahi yoktu.
İUAB’ın bu niteliğine rağmen, Şefik Hüsnü tarafından 10 Şubat 1923’te Aydınlık dergisinde yazılmış olan “Amele ve İşçi Sınıfının Resmen Talep Edeceği Esas Hakları” başlıklı yazıda yer alan taleplerin işçi çevrelerinde yaygın kabul görmesinin de etkisiyle, İUAB’ın Kongre’ye sunacağı talepler, Aydınlık dergisinin taleplerinin de bir kısmını kapsıyordu. Diğer konulardaki maddeleri es geçersek, grev ve sendika konulu 4. Madde’de şöyle deniliyor: “Dernekler (yani sendikalar) hakkının tanınması. Tatil-i Eşgal Kanununun yeniden işçilerin haklarını tanımak üzere tetkik ve tanzimi.”
Aydınlık grubunun maddenin devamı olarak önerdiği “amele sendika ve birliklerinin beynelmilel (enternasyonal, uluslararası) teşkilatlarla münasebet ve rabıta (irtibat) tesis etmekte hür olması” ilkesi maddeye eklenmemiştir.
Nitekim maddenin İUAB’ın sunduğu daraltılmış şekliyle Kongre’ye sunulması ve kabulüne rağmen, sendika hakkı 1940’ların sonuna dek tanınmazken, işçi sınıfının grev hakkını kazanabilmesi için çok daha uzun yıllar beklemesi gerekecekti. Bu durum da aslında tek parti döneminin genel perspektifi için bir gösterge niteliğine sahip olacaktı.
B) 1936 İş Kanunu
1924 Anayasası tarafından getirilen sözde “örgütlenme özgürlüğü”nün kapsamı ve sınırları, ileride çıkarılacak olan kanunlara bırakılmıştı. Ancak ilk defa 1924’te meclise sunulan İş Kanunu Tasarısı, 1926’ya kadar çıkarılamamış ve hükümet tarafından bu yılda geri çekilmişti. 1928 ve 1932 yıllarında yeniden hazırlanan tasarılara ve bu tasarıların her yasama yılında meclise yeniden gelmesine rağmen bir türlü kanunlaşamayan İş Kanunu, ancak 1936’da 7. İnönü Hükümeti döneminde Meclis’çe kabul edilebilmiştir.
24 Tasarısında grev hakkı dahi yer almaktayken iki yıl boyunca tasarının çıkarılamamasında yönetici sınıfın, sınıf mücadelesinden kaynaklanan çekinceleri rol oynamıştır. Nitekim 26’da mecliste bekletilen tasarının kabul edilmesini isteyen Amele Teali Cemiyeti kapatılırken, bu isteği bildirmek üzere meclise dilekçe götüren ATC üyeleri tutuklanmıştır. 28 Tasarısı ise, dört yıl önceki benzerinden farklı olarak grev ve sendikayı yasaklamasına rağmen, bu kısıtlı tasarı bile kabul edilmemiştir. Keza benzer şekilde 32 taslağı da grev ve sendika hakkını tanımazken, yine kabul edilmemiştir. Bu iki tasarının grev ve sendika hakkı tanımamasına rağmen, işçi sınıfı mücadelesinin birtakım düzenlemelerle yasaklara rağmen adının konması bile çekince yaratmıştır.
O halde 36 İş Kanunu’nun kabul edilmesini sağlayan şey neydi? Yasal düzenleme ihtiyacı, “demokrasiciliğin” getirdiği bir sonuç olarak her zaman geçerliyken ve ilk tasarıdan itibaren geçen 12 yılın ardından kabul edilen yeni yasa ne getiriyordu? Hiçbir yoruma gerek kalmadan dönemin CHP Kâtib-i Umumisi (Genel Sekreteri) Recep Peker’in şu sözleri, yasanın ve “Cumhuriyet”in perspektifini ortaya koymaktaydı: “Yeni kanun, sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir.”
3330 sayılı 1936 tarihli İş Kanunu’nun 72. maddesi grevi yasaklamıştır: “Grev ve lokavt yasaktır.” 127. ve 130. maddeler arasında ise, greve katılanlara ve greve önayak olanlara verilecek cezalar belirtilmektedir. Sendika hakkı konusunda ise 36 İş Kanunu’nda bir hükme yer verilmemiştir. Buna rağmen bu dönemde işçi örgütlenmesinin önüne fiili yasaklamalarla geçmeye çalışan CHP Hükümeti, sendika yasağını ise 1938 Cemiyetler Kanunu ile yasalaştıracaktı.
Genç Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki ilişkilerin 1936’da yumuşaması üzerine hükümet, ABD’den çalışma uzmanları talep etmiş, bunun üzerine Türkiye’ye gelen Amerikalı uzmanlar grubu, burada bir rapor hazırlayarak hükümete sunmuştur. Bu raporda yer alan önerilerden birkaçı “işçilerin örgütlenmesine ve dolayısıyla sınıf mücadelesine engel olunması” ve “grev ve sendikalaşma hakkının verilmemesi”dir. Emperyalizmin tartışmasız 1 numarası haline gelmek üzere olan ABD tarafından gönderilen uzmanların bu önerileri, hâlihazırdaki Türk Hükümeti’nin programı ile de uyuşmaktaydı ve sonuçta 1936 İş Kanunu’nun çizgisinde de etkili olmuştu. Kemalist tek parti döneminin, CHP’nin ve bir bütün olarak da Türkiye Cumhuriyeti’nin yörüngesi de böylece netleşmiş ve su yüzüne çıkmış oluyordu.
Bu kanunla ilgili söyleyebileceğimiz bir husus da şudur ki 1907 Tatil-i Eşgal Kanunu üzerinde yürütülen “grev yasaklanmıştır / izin verilmiştir” tartışması da sona ermiştir. 36 İş Kanunu oldukça açık bir şekilde grevi yasaklamıştır.
C) 1938 Cemiyetler Kanunu
36 İş Kanunu’nun yasal açıdan açık bıraktığı ve var olan hukuki boşluğun Hükümet tarafından uygulanan fiili yasaklama ile doldurulduğu işçi örgütlenmeleri, 1938’de kabul edilen “Cemiyetler Kanunu” ile yasaklanmıştır.
Cemiyetler Kanunu’nda yer alan “sınıf esasına dayanan cemiyetlerin” kurulması yasağı, işçi sendikalarının kurulması yasaklanmıştır. Öte yandan sendikaların yanı sıra özel olarak siyasi partilerin kurulmasına ve faaliyet yürütmesine dair ilk kanunlar 61 Anayasası döneminde çıkarılmış, bu tarihe kadar siyasi partilerin kurulması ve faaliyetleri cemiyetler hakkındaki düzenlemelere tabi olmuştur. Oysa 1938 Cemiyetler Kanunu, hem siyasi amaçlı derneklerin kurulması için İçişleri Bakanlığı’na belgelerle birlikte başvurulmasını ve başvurunun üzerine Bakanlık tarafından “tescil” belgesi alınması gerektiği kuralını getirmiş, hem de sınıf esasına dayalı cemiyet (doğal olarak sınıf esasına dayalı siyasi parti de) kurmayı yasaklamıştır. Burada, söyleyebiliriz ki, 38 Cemiyetler Kanunu, işçi sendikalarının yanı sıra işçi sınıfı partilerinin de legal olarak kurulmasının önüne geçmiştir.
D) Milli Koruma Kanunu (Ocak 1940) ve Örfi İdare Kanunu (Mayıs 1940)
II. Dünya Savaşı’nın ülkede etkilerini hissettirmeye başlamasıyla, örgütlenme ve mücadele hakları ile tabii ki yaşam koşulları konusunda da yeni bir evreye girildi. Prof. Dr. M. Şehmus Güzel’in kaleme aldığı şu satırlar bu dönemin koşullarını özetler niteliktedir:
“Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın sınırlarına dayanması üzerine savaşa girişecekmişcesine önlemler aldı, yasal düzenlemelere gitti ve yasaklar getirdi. Aydınlar ve işçiler üzerindeki siyasal ve polisiye baskılar artırıldı, siyasal ve sendikal örgütlenmedeki engeller çoğaltıldı. Çalışma yaşamına ilişkin yeni tüzel düzenlemelerle çalışma süreleri uzatıldı, kimi sektörlerde çalışma yükümlülüğü getirildi. Seferberlik ve askere alınmalar sonucu işlerinden olan yetişkin işçilerin bıraktığı boşluk, kadın ve çocuk işçilerle doldurulmaya çalışıldı. İşçi ve memurların, yani ücretlilerin parasal gelirleri azalır, gerçek ücretler düşerken; karaborsa, vurgunculuk ve stokçuluk sonucu fiyatların alabildiğine artması, böylece hayat pahalılığının doğmasına tanık olundu. Ve bu gelişim sonucu savaş zenginlerinin doğduğu görüldü. İşçiler çalıştı, sermaye birikti.”* [Bold vurgular bana aittir]
18 Ocak 1940 tarihli ve 3780 sayılı Milli Koruma Kanunu (MKK), çalışma saatlerinin artırılmasından iş mükellefiyetine (zorunlu çalışma), fiyatlardan ücretlere kadar pek çok konuda işçiler aleyhine hükümler getirmiştir.
9. Maddeye göre hükümet “[…] vatandaşlara tayin edilecek iş yerlerinde çalışan işçiler, teknisyenler, mühendisler, ihtisas sahipleri ve hizmetliler çalıştıkları müesseseyi veya işyerlerini, kabule şayan bir mazeret olmadıkça, terk edemezler.” demektedir. Osmanlı Padişahlarının fermanlarından öte bir örgütlenme özgürlüğü getirmeye pek de hevesli olmayan Cumhuriyet Hükümetinin, “kabule şayan bir mazeret” konusunda da Osmanlı’ya göre bir ilerleme kat edememiş olma ihtimalini göz önüne alırsak; bu mazeretin 1894’te madenin metan gazıyla dolduğunu hissedip çıkan işçilerin jandarma zoruyla tekrar madene indirilmesinde olduğu gibi “kabule şayan”lık derecesinin oldukça yüksek tutulması kuvvetle muhtemeldir.
Yine MKK ile işgünü 3 saat artırılarak 11 saate çıkarılmıştır. Bu hüküm mecliste tartışılırken, tek bir milletvekili bile işçiler lehine yorumda bulunmazken, bir milletvekilin “yalnızca 3 saat mi?” şeklinde çıkış yapması, meclisin karakterini betimlemektedir. 19. Madde ile haftada bir günlük dinlence hakkı ortadan kalkarken, savaş tehlikesi sonucu ilan edilen seferberliğin bir sonucu olarak azalan erkek işçi nüfusu yerine ucuz emek gücü olarak kadın ve çocuk işçilerinin istihdamına yönelik düzenleme yapılmıştır.
22 Mayıs 1940 tarihinde kabul edilen Örfi İdare Kanunu “düşünce, toplantı ve gösteri, örgütlenme, basın ve yayın vb. hakları” tümüyle ortadan kaldırmıştır. Kanunun düzenlediği özel yetkili “Örfi İdare Mahkemeleri”ne dayanılarak 23 Kasım 1940’ta ilan edilen ve savaşın bitmesine rağmen 23 Aralık 1947’ye kadar yürürlükten kaldırılmayan sıkıyönetim ise, söz konusu yasakların fiili uygulamasına dönüşmüştür.
E) 1946 Cemiyetler Kanunu Değişiklikleri ve 1947 Sendika Yasası
II. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan yumuşama sürecinin ilk önemli sonucu 1946 yılında Cemiyetler Kanunu’nda yapılan değişiklik oldu. 38 Cemiyetler Kanunu’nun “sınıf esasına dayanan cemiyetlerin” kurulması hakkındaki yasak hükmünün 1946 yılında kaldırılmasıyla birlikte, tek partili dönemin sona ermesinin ardından ortaya çıkan Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP)’nin çevresinde pek çok sendika ortaya çıkmıştı. Bu sendikaların İstanbul’da bulunanların çoğunluğunu kapsayan bir örgüt olan İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB)’nin kurulması da, yıllardır yasaklanan işçi örgütlenmelerinin potansiyellerini ortaya çıkarmıştır. İİSB çeşitli gazete ve dergiler aracılığıyla sosyalist basın konusunda da önemli adımlar atmıştır.
İşçi örgütlenmesinde yaşanan bu atılımı kontrolü altına almaya çalışan CHP bir yandan kendi periferisinde sendikalar kurmaya yönelirken bir yandan da grevin, greve teşebbüsün, siyasi partiler ile işbirliği yapılmasının ve sendikaların siyaset yapmasının yasaklanacağı bir “Sendika Yasası” hazırlamaya girişir.
Meclis’te “İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun” adıyla kabul edilen Sendika Kanunu (SK), yasal düzlemde ilk defa sendika kavramını kabul etmiş ve mümkün kılmıştır. 1. Madde’nin ilk fıkrası şöyle der: “Aynı iş kolunda veya bu iş kolu ile ilgili işlerde çalışanların yardımlaşmaları ve ortak menfaatlerini korumaları ve temsil etmeleri amaçlarıyla kendi aralarında kurabilecekleri dernekler işçi sendikalarıdır.”
Ancak 5. madde ile getirilen yasaklar doğrultusunda sendikalar herhangi bir siyasi faaliyette bulunamaz. Oysa aynı maddenin devamında belirtildiği üzere “Sendikalar milli teşekküllerdir. Milliyetçiliğe ve milli menfaatlere aykırı hareket edemezler.” CHP iktidarının sendikaların siyasetten ayırması, yalnızca “milliyetçilik ve milli çıkarlar” ideolojisi dışındaki siyasi görüşler için geçerlidir. Elbette ki asıl amaç, işçi sınıfının kendi öz çıkarları bağlamında örgütlenerek sermayenin çıkarlarına karşıt sonuçlar almasını engellemekti. Üstelik sendikaların uluslararası örgütlere katılmaları da aynı madde ile “Bakanlar Kurulu kararına” tabi kılınmıştır.
Madde 7 ile getirilen grev yasağına göre de “sendika yönetim kurulu üyeleriyle sendika idaresinde ödevli olanların İş Kanununa göre suç sayılan grev, lokavt fiillerine teşvikte bulunmaları veya bu fiillere teşebbüs edilmesi hallerinde bu hareketlerin istilzam ettiği ceza hükümlerine mahfuz kalmak şartıyla sendika, mahkeme kararıyla, üç aydan bir seneye kadar geçici veya devamlı olarak kapatılabilir.” Görüldüğü gibi, grev hakkının kullanılması devamlı olarak kapatılmaya varacak şekilde hükme bağlanmıştır. Bu şekilde de devam eden grev yasağı ve greve teşebbüs eden sendikalar hakkında kabul edilen işlevsizleştirme/kapatma hükümleri, yasada kabul edilen sendikal örgütlenmenin içini boşaltarak sınıf mücadelesinin önüne set çekmeye devam etmiştir.
Sendika yasasının görüşüldüğü süreçte CHP ve DP, sendikaların milliliği ve siyaset yasağı konusunda hemfikirlerken, Demokrat Parti “sınırlı bir grev hakkı”nı savunmaktaydı. Oysa DP iktidara geldiğinde ise taraflar yer değiştirecek, CHP grev hakkını savunmaya başlarken, DP bu hakkın karşısında konumlanacaktır. İlerleyen yıllar gösterecektir ki ne CHP’nin ne de DP’nin grevi özgür kılmak konusunda ne niyetleri, ne de çapları vardı.
Sonuç olarak işçi sınıfının payına, Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde de ezilmek, sömürülmek, engellenmek düşmüştür. Osmanlı Hanedanı, İttihat ve Terakki Cemiyeti, CHP, DP… Sıralamayı tersten yazsaydık, tarihin akışını tersine çevirmiş olur muyduk? Böylesi bir sıralamada, en azından sermayenin sözcülüğü, işçi sınıfının düşmanlığı konusunda pek de bir şey değişmemiş olacaktı.
* Türkiye’de İşçi Hareketi (Yazılar-Belgeler), s: 165, M. Şehmus Güzel, Sosyalist Yayınlar