Neyi Savunuyoruz?
Neyi Savunuyoruz? – Sosyalist Emekçiler Partisi
21.yy tıpkı bir önceki yüzyıl gibi krizler, savaşlar ve devrimler yüzyılı olacaktır. Kar hırsının temel dinamik olduğu bu sistemde gündelik yaşam, çok yoğun bir sömürünün yanı sıra korkunç bir yabancılaşma, ırkçılık, etnik çatışmalar, cinsiyetçilik, baskı, şiddet, yozlaşma ile geçmektedir. Doymak bilmez bir kar iştahı ile varolan bu sistem, yol açtığı doğal tahribatla dünyamıza geri dönülmez zararlar veriyor. Açıktır ki kapitalizmin zincirlerinin kırılamaması durumunda insanlığı bekleyen son barbarlık olacaktır. Bütün bu süreçte işçi sınıfının öncülerinin devrimci Marksizm bayrağı altında toplanması tarihsel bir öneme sahiptir. Bu çerçevede kapitalist kriz koşullarında en birincil konu 19. ve 20.yy’ın deneyimleriyle billurlaşan Marksist programın ortaya konmasıdır
Kapitalizm Çürümüş Bir Düzendir
Kapitalizm üretici güçlerde büyük sıçrama yaratıp, insanın potansiyellerini açığa çıkarmış, insanlığa devasa güçlere ve olanaklara erişme imkânı sağlamıştır. Ne var ki kısa bir sürede bu devasa aygıtları insanlığın karşısına diken yine kapitalizm olmuştur. İnsanlık, milyarlarca emekçinin vahşi sömürüsüyle yaratılan dev kaynakların, bir avuç sermayedara hizmet ettiğine tanık olmuştur. Uygarlık tarihinde hiçbir zaman bu kadar az sayıda insan, bu kadar çok sayıda insanın sömürüsünden elde edilen devasa bir birikime sahip olmamıştır. Zenginle yoksul arasındaki uçurum tarih boyunca hiçbir zaman bu kadar büyük bir derinliğe ulaşmamıştır. Esas motoru kar hırsı ve rekabet olan kapitalist sistemin çarkları döndükçe emperyalist savaşlar, açlık, yoksulluk, katliam, ırkçılık, yabancılaşma, şiddet, çürüme, bencillik, çevre felaketleri ve insanlığın başına bela olan daha nice kötülük yaşamın doğal parçalarına dönüşmüştür. İnsanlık 20.yy boyunca, daha önce hiçbir zaman yaşamadığı kadar katliam yaşamıştır. Kapitalistlerin, milyonlarca insanın katledildiği Nazi ölüm kamplarını dahi yaratabilecekleri, nükleer bombaları büyük kentler üzerinde deneyebilecekleri görülmüştür.
21.yy’ın başında olduğumuz şimdilerde ise barbarlık yoğunlaşarak devam etmektedir. Kapitalist tahribat, insan varlığını ve yeryüzünü tehdit eder bir noktaya ulaşmıştır.Kapitalistlerin o çok övündükleri demokrasilerinin, en ileri örneklerinde bile orta oyunundan başka bir şey olmadığını biliyoruz. Paranın açamadığı kapı bulunmamaktadır. Kitle haberleşme aygıtlarını kapitalistler denetlemektedir, burjuva partiler dev kaynaklarıyla siyasi tekellerini oluşturmaktadır, seçim sistemleri her daim onların hizmetindedir ve asıl kararlar, asla yasama organlarında değil, kapalı kapılar ardında emperyalist-kapitalist güçler ve onların karanlık silahlı unsurlarınca alınmaktadır. Kapalı kapılar ardında çevrilen dolapların çok daha açık ve sıradan bir hal aldığı, askeri darbe ve muhtıraların havada uçuştuğu, derin devlet uygulamalarının, baskı ve işkencenin günlük meselelere dönüştüğü az gelişmiş kapitalist ülkelerde bu orta oyunu çok daha gülünç bir hal almaktadır.
Kapitalizm, sanıldığının aksine, yıkılamayacak bir sistem değildir. Kapitalist sistemdeki derin çelişkilerin yarattığı sınıf savaşımı; ekonomik krizler ve emperyalist savaşlar sürecinde radikalleştiğinde kapitalist düzeni sarsar. Kapitalizmin kendi içsel çelişkileri yıkılışının zeminini hazırlamaktadır. Ayrıca, kapitalizmin alternatifi kurulabilir. Vahşi rekabet yerine işbirliği, piyasa anarşisi yerine demokratik planlamanın hayata geçirildiği bir düzen inşa edilebilir. Bugün çokuluslu şirketlerde tepeden tırnağa en ince ayrıntısına kadar inen planlama, pekala mal ve hizmetlerin dünya ölçeğinde nasıl dağıtılacağı sorusunun da cevabını vermektedir. Toplumsal görevler herkese paylaştırılırken, toplumsal kararlar demokratik olarak alınabilir. Yani kapitalizmin alternatifi vardır; bu da sosyalizmdir. Üretim araçlarının gelişkinlik düzeyi çoktandır bunun için elverişlidir, dünyadaki mevcut üretim düzeyi, kısa bir çalışma saatiyle herkesin ihtiyaçlarının fazlasıyla karşılanabileceği düzeydedir.
Kapitalizmi Yıkmaya ve Sosyalizmi Kurmaya Yetenekli Yegâne Sınıf Proletaryadır
İlkel komünal toplumlardan beri tarih, sınıf savaşımlarının tarihidir. Toplumların sınıflara bölünmüş yapısı, çağlar boyu süregelen sınıf mücadelesine ve bu mücadelelerin sonunda ortaya çıkan ilerlemelere neden olmuştur. Sınıflar arasındaki savaşım ya savaşan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla ya da toplumun tümüyle devrimci bir şekilde dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. Böyle bir devrimci dönüşümü sağlayacak nüveler eski toplumun bağrında gelişirler. Kapitalist toplumların devrimci dönüşümünü sağlamaya yetenekli tek sınıf proletaryadır. Bugün, yalnızca işçi sınıfı, burjuvazi ile karşı karşıya duran bütün öteki sınıflar içerisinde gerçekten devrimci sınıftır.
Öteki sınıflar modern sanayi karşısında eriyip yok olmaya mahkumken proletarya varlık kaynağınından alır; onun özel ve temel ürünüdür. Yaşamını devam ettirmek için emek gücünü satmaktan başka çaresi olmayan işçi sınıfı, kendisini daha fazla sömürmek isteyen kapitalistler ile doğal bir mücadele içindedir. Sözünü ettiğimiz doğal sürtüşmeler, kapitalizmin kriz koşullarında yaşanacak büyük kavgaların bir habercisidir. Proletarya, sınıfsız toplumun yaratıcısı olma yeteneğini kapitalist üretim ilişkilerinden alır. Daha önceki sömürülen sınıflardan farklı olarak proletarya, kapitalizmi yıkmak ve yeni bir toplumu örgütlemek için gerekli olan kolektif davranma yeteneğine sahiptir.
Kapitalizmin gelişmesiyle proletarya sadece sayısal olarak artmaz, üretim süreçlerinde daha büyük yığınlar halinde yoğunlaşır. Kapitalist üretim sürecinin kendisi, iş yerlerinde büyük bir kolektivite, uyum, eşgüdüm ve disiplin gerektirir. Üretilen her meta ya da sunulan her hizmet proletaryanın ortak çalışmasının bir ürünüdür. En ufak bir hatanın kimi zaman hatalı ürün, kimi zaman iş kazası demek olduğu kapitalist üretim modeli, işçi sınıfı mücadelelerinde görülen uyum, eşgüdüm ve disiplinin temelini oluşturur. Bu bağlamda, proletarya kolektif bir sınıftır.
Kapitalist üretim sürecinde proletarya üretimin nasıl örgütlendiğini yaşayarak öğrenir; bu, ileride kurulacak olan işçi iktidarında sosyal hayatın nasıl örgütleneceği konusunda da proletaryayı doğal olarak donanımlı kılar. Proleterler, en basit işçi hakları mücadelesinde dahi birlik olmak zorunda olduklarını hissederler. Bu açıdan, “ya birlikte ve örgütlü, ya da hiçbir şey” ikilemi, proletaryayı dişini gösterebildiği her yerde örgütlenmeye iter: Sendikalar, işçi komiteleri vs. Bu yetenek, başka hiçbir toplumsal sınıfta mevcut değildir.
Proletaryanın sosyalizm mücadelesinin tarihsel öznesi olmasını sağlayan diğer bir maddi gerçeklik de kapitalist üretim modelinde işçi sınıfının sahip olduğu merkezi roldür. Tüm hayatı var eden proletaryadır. Bu özelliği ile proletarya öyle devasa güçleri harekete geçirebilir ki burjuva devlet aygıtını paramparça edip dağıtabilir. Bunu, toplumların kader anının belirlendiği, sınıfların tüm yeteneklerinin ortaya çıktığı devrimci durumlarda, proletaryanın harekete geçirebilme kapasitesine sahip olduğu devasa aygıtlarda görebiliriz. Tüm üretim, fabrikalar, işyerleri, atölyeler, bürolar, bankalar, silah fabrikaları, demiryolları, limanlar, hava alanları, haberleşme sistemleri vb. böyle dönemlerde işçi sınıfının kontrolüne girer. Öyle ki politik kitle grevleri genelleştiği ölçüde egemen sınıfları kötürüm eder, onların iktidarını fiilen sona erdirir.
Sovyetik ayaklanma ile de kapitalist rejime son darbe vurulur. Egemen sınıf gerçek düşmanını iyi tanımakta, çeşitli ideolojik araçlarla devrim ve sosyalizm iddiasını zayıflatmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda, insanlığın kapitalist çürümüşlükten kurtuluşunun tek yolunun sovyetik ayaklanma, işçi iktidarı ve sürekli devrim olduğu gerçeği karşısında egemen sınıfın “proletarya öldü” naraları savurması boşuna değildir. Oysa ki işçi sınıfı, sayıca ve nesnel güç ilişkileri bakımından zayıflamak bir yana daha da büyümüş, gelişmiş ve proletaryanın harekete geçirebileceği aygıtlar gücünü daha da artırmıştır. Sanayi işçilerinin sayısı küresel olarak artmaktadır. Özellikle Çin, Hindistan, Brezilya, Nijerya, Uzak Asya vb bölgelerde sadece geçtiğimiz yıllarda yüz milyonlarca yeni sanayi işçisi ortaya çıkmıştır. Bugün dünya nüfusunun çoğunluğunu proleterler oluşturmaktadır ve işçi sınıfı insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar büyüktür; ücretli kölelik yayılmış, genelleşmiştir ve bu süreç işlemeye devam etmektedir.
Proletaryanın yok oluşunu ispatlamak adına ileri sürülen kanıtlar, proletaryanın bileşiminde meydana gelen değişimlerden başka şey değildir. Beyaz yakalı ücretlilerin ve hizmet emekçilerinin büyük çoğunluğu proletarya ailesinin bir parçasıdır. İşçi sınıfının bileşimi kapitalizmin teknolojik zeminiyle birlikte dönüşüme uğruyor, eski endüstriler ortadan kalkarken yenileri ortaya çıkıyor. Burjuvazinin akademilerinde işçi sınıfının öldüğüne dair ortaya atılan sosyolojik “delillerin” bilimsellikten ne kadar uzak olduğu ortadadır. O halde, işçi iktidarı ve dünya devrimi, maddi zemini güçlenerek devam eden, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan milyarlarca proleterin kazanabileceği tarihsel bir iddiadır.
Proleter Devrim ve İşçi İktidarı
Proleter devrim, devrimci işçi hareketinin kendi temsilcilerinden oluşan işçi konseylerinin iktidarı sovyetik ayaklanma yoluyla ele geçirmesidir. İşçi sınıfının, kır emekçilerinin, kent yoksulları ve işsizlerin her işyerinde, her işçi mahallesinde kendi aralarından seçtikleri temsilcilerin organı olan konseylerin asıl tarihsel rolü, yeni iktidar aygıtları olmalarıdır. Konseyler, sınıf mücadelesi tarihi boyunca işçi iktidarının nüveleri olarak devrimci durumun belirli bir anında ortaya çıkmış ve farklı ülkelerde farklı dillerde isimlendirilmişlerdir: Sovyetler, konseyler, komiteler, şuralar, cuntalar… Devrim sırasında asker sovyetlerinin oluşturulması özellikle önem kazanacaktır; bu, devrimin kaderini belirleyecek çapta önemli bir olaydır ve aynı zamanda tarihsel örneklerde defalarca görüldüğü gibi gayet mümkündür.
İşçi konseyleri, tek tek işyerlerini, işkollarını ve meslek gruplarını aşarak işçi sınıfının değişik katmanları arasındaki ayrışmaları ortadan kaldırır ve işçi sınıfının devrimci birliğini ifade eder. İşçi konseyleri, kapitalizmin derin krizi karşısında işçi sınıfı mücadelesinin sınıfın birliği, eşgüdüm ve karşı hamle gibi ihtiyaçlarının karşılanmasının doğal sonucu olarak ortaya çıkar ve giderek sistemin krizi karşısında ikinci bir iktidar odağı olarak kendisini var eder. İkili iktidar, varlığını uzun süre koruyamaz. Ya işçi konseyleri burjuvaziyi devirecek ve kendi hükümetini kuracak ya da burjuvazi tarafından devrilecektir. Bu noktada işçi konseyleri içinde etkin durumda olacak olan sistemden kopamayan merkezci ve reformist solun duraklatıcı etkisine karşı Bolşevik öncünün oynayacağı devrimci rol tarihin nasıl yazılacağını belirleyecektir.
Bolşevik etkinin zayıflığı durumunda muhakkak ki merkezciler ve düzenden kopmayan diğer sol unsurlar yenilginin hazırlayıcısı olacaktır. İşçi konseylerine seçilen temsilciler, seçmenlerin çoğunluğunca ne zaman istenirse görevden alınabileceklerdir. Bürokrasinin gelişimi, kapitalizme açılan kapının aralanması anlamına gelir. Bu nedenle bürokratizme karşı mücadele işçi iktidarındaki en önemli görevlerin başında gelir. Bu konuda en büyük silah işçi demokrasisinin gelişkinliğidir. Kitlelerin temsilcilerini sürekli denetim altında tutmaları hem konseyler rejiminin demokratik karakterini ifade eder hem de mücadeleye ihanet eden unsurların tasfiye edilmesini kolaylaştırır. İşçi sınıfı kapitalist siyasi aygıtı parçaladıktan sonra proletarya diktatörlüğünü örgütlemek zorundadır. Sınıfsız, sınırsız, devletsiz bir dünya hedefine bir çırpıda varılamaz, tüm insanlık tarihini tersine çevirecek böyle bir toplumsal dönüşümün birkaç günlük bir olay olmayacağı aşikârdır. Uygarlığın kapitalist pislikten arınabilmesi için bir geçiş dönemine ihtiyaç vardır. Bu geçiş aşaması işçi iktidarı olacaktır. Kapitalist devletin yıkılan bürokrasinin yerine işçi konseylerine dayalı işçi devleti yükselecektir. Proletarya diktatörlüğü, ancak tüm ezilenlerin ve yoksulların desteğini alarak onlara öncülük eden işçi sınıfının kitlesel, doğrudan, militan mücadelesiyle; işçi sınıfının kendi eylemiyle mümkündür.
İşçi iktidarı, küçük bir azınlığın kendini kitleler yerine ikame etmesiyle kurulamaz. İşçi iktidarı ancak işçi konseyleri aracılığıyla aşağıdan yukarıya örgütlenebilir. Bunun dışındaki kestirmeci, maceracı, tepeden inmeci, gerillacı her yol kaçınılmaz olarak bir azınlık iktidarıyla, kapitalizmle, sonuçlanır. Marks’ın dediği gibi işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.
Tüm iktisadi ve toplumsal yaşamın proletaryanın elinde toplanacağı işçi iktidarı boyunca mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecek, üretim araçları bireylerin özel mülkiyeti olmaktan çıkıp toplumun tümüne ait olacaktır. Bu süreçte, eski mülk sahibi sınıfların tüm direnci kırılacak, burjuva ordu dağıtılacak, buna paralel olarak devrim, kendisini korumak için halkı silahlandıracak ve işçi milislerini örgütleyecek, tüm bankalar tek bir merkez banka halinde kamulaştırılacak ve dış ticaret tekeli oluşturulacaktır. Kapitalistlerin parlamentoları ve yargı organları dağıtılacak yerlerine demokratik konseyler ve emekçilerden oluşan jüriler getirilecektir. Burjuva devletin diğer kapitalist ülkelerle imzaladığı her türlü gizli emperyalist anlaşma iptal edilecek ve dünya kamuoyuna duyurulacaktır. Ekonomik ve sosyal hayatın kontrolü, yeni iktidarın öznesi olan işçi konseylerinin denetimine geçecektir.
Kapitalizmden komünizme geçişte baskı hala bir gerekliliktir. Ancak, bastırılacak olan artık sömürülen çoğunluk değil, sömüren azınlık olacaktır. Bir sınıfın bir başka sınıf tarafından bastırılmasına yarayan bir makine olan devlet, işçi iktidarında varlığını devam ettirecektir. Proletarya, devleti, gerek sömürücülerin direnişini ezmek gerekse köylüler, küçük burjuvazi ve yarı proleterlere önderlik etmek için kullanacaktır. Bu bir geçiş devleti olacaktır. Artık gerçek anlamda bir devlet değildir. Sömürücü azınlığın dünün ücretli köleler çoğunluğu tarafından baskı altında tutulması karşılaştırılmalı olarak son derece kolay, basit ve doğal bir görevdir. Kölelerin, serflerin, ücretli işçilerin kalkışmalarının bastırılması sırasında görülenden çok daha kansız olacaktır. Demokrasinin halkın ezici çoğunluğunu içine alacak şekilde genişlemesi, baskı için özel bir aygıta duyulan ihtiyacın ortadan kalkmasıyla uygunluk içindedir. Proletarya diktatörlüğünü tek parti diktatörlüğü, baskı ve otoriterlik ile ifade eden Stalinist karşı devrim okulunun tersine; çoğunluğun yönetimine dayanan işçi iktidarı için demokrasi olmazsa olmaz bir ilkedir. Proletarya diktatörlüğü boyunca uygulanacak işçi demokrasisi yanında en gelişkin burjuva demokrasileri dahi güdük kalacaktır. Söz konusu baskı, sadece hala karşı devrimle eski düzeni tekrardan diriltmek isteyen burjuva unsurlara yönelecektir. Sovyet sistemi aracılığıyla doğrudan demokrasi mümkün mertebede uygulanacaktır. Lenin’in dediği gibi demokrasiyi sonuna kadar geliştirmek, bu gelişmenin biçimlerini araştırmak, onları pratiğin deneyinden geçirmek toplumsal devrim savaşımının temel görevlerinin başında gelir.
İşçi devleti, doğrudan demokrasi alanını yaygınlaştıracak, güdük burjuva demokrasisini fersah fersah aşacaktır. Bu devlet bütün sosyal faaliyet alanlarını (haberleşme, sağlık, öğrenim, kültür…), o alanla ilgili yurttaşların katılımına ve denetlenmesine bırakacaktır. En yüksek mevkilerdeki memurlar da dâhil olmak üzere, bütün memurların aylıkları ortalama bir kalifiye işçinin ücreti ile sınırlanacak ve mecburi rotasyon ilkesi ile ömür boyu yönetici bir kastın oluşması engellenecektir. Yani, tüm bu işçi temsilcileri istenildiğinde geri çağrılabileceklerdir. Yurttaşların cinsiyet, din, ırk, milliyet ayrımına bakılmaksızın eşitliği, konseyler iktidarınca hemen garanti altına alınacaktır. Muhalefet örgütleri de dâhil olmak üzere çeşitli politik örgütler kurma hakkı, muhalefet basını kurma hakkı, azınlıkların kendilerini yazılı ve görsel olarak serbestçe ifade etme hakkı işçi konseyleri tarafından güvence altına alınacaktır. Yargıçlar seçilecek ve bütün davalar tam metin olarak yayınlanacaktır. Proletarya diktatörlüğü hiçbir bilimsel, edebi, kültürel ve ya sanatsal akımı baskı altına almayacağı gibi, bunlar maddi ve manevi olarak desteklenecektir. Kendini egemen sınıf olarak örgütlemiş olan işçi sınıfı, eski devlet mekanizmasıyla yönetemez. Devrim, işçi sınıfının eski devlet makinesini parçaladıktan sonra yeni oluşturacağı makine yardımıyla yönetmesini sağlamalıdır. Kazandığı iktidarı yeniden yitirmemek için işçi sınıfı, o zamana kadar kendisine karşı kullanılan eski baskı makinesini ortadan kaldırmak zorundadır.
Proletarya polis teşkilatını, düzenli orduyu kaldıracak ve yerine silahlı halkı (işçi milislerini) geçirecektir. Kolektif iktidarını korumak isteyen proletaryanın alacağı önlemler, eski unsurları bastırmakla sınırlı kalmayacaktır. Oluşturulacak ilkelerle, işçi iktidarı içinde ayrıcalıklaşma ve yeni bir yönetici sınıfın ortaya çıkışı engellenecektir. Bu ilke ve önlemlerin başında, işçi temsilcilerinin doğrudan demokrasi ile seçilmesi, seçilenlerin her an geri çağrılabilmesi ve temsilcilerin ücretlerinin ortalama işçi ücretini geçmemesi gelmektedir. İşçi iktidarında işçi sınıfının her kesimi kendi temsilcilerine sahip olacak ve ülke çapındaki temsilcilerin oluşturduğu komiteler olan sovyetler yeni devletin yönetim organları olacaktır.
İşçileri sovyetlerde temsil edecek olan temsilciler düzenli ve kısa aralıklı seçimlerle atanacak, her an geri çağrılabilecektir. İşçi iktidarı, her işçinin denetleme ve hesap sorma, mekanizmalarını kullanabileceği, bürokrasinin varlık şartlarını kurutan bir rejimdir. Diktatörlük toplumsal karşıtlıkların varlığını gerektirir. Ulaşılması istenen hedef sınıfsız bir toplum ise diktatörlük bir amaç değil, bu hedef doğrultusunda kullanılacak bir araç olacaktır. Proletarya diktatörlüğü burjuva ve sosyalist toplumlar arasında bir köprüdür. Özünde geçilicilik niteliği taşır. Temel görevi kendi yok oluşunu hazırlamaktır. Diktatörlük ve devletin yüceltilmesi Stalinizmin tahribatlarından biridir.
Sosyalist Dünya Devrimi
Kapitalizm var olduğu her yerde kendisini egemen üretim ilişkisi olarak örgütleyen bir dünya sistemidir. Kapitalizm, sosyalizm de dâhil olmak üzere farklı bir üretim ilişkisiyle bir arada uzun süre barış içinde yaşayamaz. Sonuçta ya sosyalizm sonuna kadar giderek kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderecektir ya da kapitalizm ayakta kalacak ve işçi sınıfının iktidarını ezecektir.
Bundan çıkacak sonuç, kapitalizmin alternatifi olmayı hedefleyen sosyalizmin de ancak bir dünya sistemi olabileceğidir. Proleter devrim, ulusal sınırlar içinde başlar, fakat başarısı ancak küresel düzeyde uygulamaya geçmesiyle mümkündür. Devrim, uluslararası bir karakter kazanamaz, tek bir ülkeye sıkışıp kalırsa emperyalizmin yoğun saldırılarına uzun süre dayanamayacaktır. Dünya pazarını yaratan büyük sermaye, yeryüzündeki bütün ulusları öylesine birbirine bağlamıştır ki her ulusun başına gelecekler bir diğerine bağlıdır. Herhangi bir ülkede patlak veren bir ekonomik kriz derhal diğer ülkelere sıçrayıp, küresel kapitalist sistemi pençesine alma eğilimi gösterir. Bununla paralel olarak herhangi bir ülkede gerçekleşebilecek bir devrimci durum da dalga dalga diğer ülkeleri saracaktır. Sosyalizmin tek bir ülkede nihai zafere ulaşması kuşkusuz olanaksızdır. Sosyalizm ancak dünya genelinde başarıya ulaşması halinde kalıcı bir zafer elde edebilir. Dolayısıyla herhangi bir ülkede gerçekleşen bir proleter devrim ancak bir başlangıç olabilir. Başarılı bir devrimin kaderi (dolayısıyla tüm insanlığın kaderi), devrimin diğer ülkelere sıçramasına bağlıdır.
Kapitalizmin krizleri küresel, devrimler seridir. Dünya devrimi, farklı ülkelerdeki devrimlerin birbirlerini tetikleyeceği, toplumların şiddetli bir şekilde sola kayacağı, ayaklanma ve büyük toplumsal kalkışmalarla geçen bileşik bir süreci ifade eder.
Stalinist Rusya’da bürokratik aygıtın çıkarlarını korumak adına uydurulmuş sözde teoriler olan ulusal sosyalizm, tek ülkede sosyalizm gibi formülasyonlar devrimci işçi sınıfı hareketine tarih boyunca büyük zararlar vermiş tehlikeli gericilik biçimleridir. Sosyalizmin tek ülkede kurulamayacak olması, bu formülasyonun bilim dışı olan ütopik yüzünü bizlere anlatır. İçe kapanmacı ve milliyetçi eğilimleri ile de bunlar Marksizmin temel prensipleriyle taban tabana zıt bir konumdadırlar.
Tek ülkede sosyalizm formülasyonu, uluslararası düzeyde emperyalist kapitalist sistemle uzlaşılabileceğini ifade ettiği ölçüde bunun ulusal ölçülerde de mümkün olabileceğini açımlamış olur. Sosyalizmin tek ülkede gerçekleştirilebileceğine inanıldığında, bunun yalnız iktidarın fethedilmesinden sonra değil, fakat bundan önce de gerçekleştirilebileceğine inanmak mümkün hale gelir. Bu, burjuva düzene eklemlenen sosyal vatanseverlik bataklığına dalmanın iyi bir yolu olacaktır.
Komünist Toplum
Tüm dünyada işçi iktidarları kurulup, dünya devriminin tamamlanmasıyla komünist topluma ulaşılabilecektir. Kapitalist toplumda sefil ve sahte bir demokrasi mevcutken, proletarya diktatörlüğünde sadece sömüren sınıfın baskı altına alındığı, çoğunluk için var olan, gerçek bir demokrasi görürüz. Ancak gerçekten de eksiksiz bir demokrasi yalnız komünizmle gelebilir. Ayrıca, demokrasi ne kadar eksiksiz olursa o kadar da gereksiz olur. Komünist toplum evresinde, demokrasi bir yönetim ve devlet biçimi olmaktan çoktan çıkmış, insanların davranış ve yaşayış alışkanlıklarına işlemiş, bunların içinde çoktan eriyip gitmiş olacaktır.
Kapitalizmden işçi iktidarına geçiş aşamasından sonra, ilk olarak komünist toplumun birinci evresi yaygın adıyla sosyalizm aşaması gelecektir. Bu aşamada sınıflar ortadan kalkmıştır. Meta ve para ekonomisi ortadan kalkmış olacaktır. Devletin ortadan kalkması, yani insanlığın uluslararası zaferi gerçekleşecektir. Temel ihtiyaçların bedava tatmin edilmiş olması dışında ödüllendirme, topluma sağlanan emek miktarına bağlı olarak ölçülmeye devam edecektir. Komünist aşamadaysa herkese ihtiyacına göre, herkese yeteneğine göre ilkesi uygulanır. Önemli bir nokta da kapitalizm sonrası bu toplumlarda, aşamaların birbirine dönüşümünde devrim ya da sıçramalara gerek olmayışıdır. Her şey zamanla mevcut yapıların evrimi ile gerçekleşecektir.
Komünizmin maddi temeli ekonomik güçlerin yüksek bir gelişmesidir ve böylece artık yük olmaktan çıkan üretici emek herhangi bir dürtü desteğine gereksinim duymamalıdır. Yaşam için gerekli malların dağıtımı, sürekli bolluk koşullarında eğitim, alışkanlık ve toplumdan fikirden başka hiçbir denetime ihtiyaç duymaz.
SSCB
Paris Komünü’nden sonraki ilk proletarya diktatörlüğü gelişmiş kapitalist Avrupa ülkelerinde değil Rusya’da 1917 Ekim devrimi ile kuruldu. Rusya bir köylü ülkesiydi. Ancak işçi sınıfı nicel olarak küçük de olsa büyük işyerlerinde toplanmıştı ve toplumsal üretimde küçüklüğüne oranla çok önemli bir ağırlığa sahipti. Rusya’da işçi iktidarını mümkün kılan da işçi sınıfının bu konumuydu. Ancak bir köylü denizi olan Rusya’da işçi iktidarının tek başına, uzun süre dayanamayacağı da ortadaydı. Üretici güçlerin oldukça geri olduğu Rusya’da devrimin başarısı Avrupa’daki olası işçi devrimlerinin başarısına doğrudan bağlıydı.
Beklenildiği üzere Avrupa’da bir dizi ülkede devrimci mücadele dalgası kendini gösterdi. 1918 yılında Almanya ve Macaristan’daki devrimci ayaklanmalar bir Avrupa Sovyet Cumhuriyeti’nin yakın olduğu hissinin doğmasına yol açtı. Ancak var olan ekonomik buhrana ve işçilerin mücadele isteğine karşın, bu hareketleri iktidara taşıyacak, işçi sınıfının en ileri bilinçli kesimini bünyesinde barındıran, sınıflar mücadelesinde deneyimle çelikleşmiş güçlü bir devrimci partinin olmayışı, bu devrimci kalkışmaların yenilgisine yol açtı.
Rusya’da işçi iktidarının kaderini belirleyen en önemli etmenlerden birisi de iç savaş oldu. Avrupa’daki diğer devrimlerin kaybedilmesi ile hemen hemen eş zamanlı olarak, Rusya’da karşı devrimci Beyaz Ordu işçi devletine karşı bir iç savaş başlattı. Rusya’daki Sovyet iktidarını yok etmek için emperyalist devletler Beyaz Ordu’yu desteklemekle kalmadılar, işçi devletine karşı bizzat birçok cepheden saldırıya geçtiler. Savaşın bedeli çok ağır oldu. Devrimi yapan en ileri bilinçli işçiler, sosyalizmi savunmak için Kızıl Ordu saflarında cepheye koştular; en ön saflarda ölenler de onlar oldu. Savaş, açlık ve hastalıklar nedeniyle 7 milyon insan öldü. Şehirlerde kalan işçiler de açlık nedeniyle köylere göç etmek zorunda kalmıştı. Geri kalan işçiler ve Bolşevik Parti üyeleri de ülke idaresinin sağlanması için işçi devleti memuru durumuna geldiler. Böylelikle Ekim devriminin mimarı olan Rus işçi sınıfı, atomize olarak tarih sahnesindeki belirleyici konumundan çekilmiş oluyordu.
İşçi sınıfının maddi varlığının hemen hemen sona erdiği koşullarda Bolşevik Partisi kendini işçi sınıfı yerine ikame etmek zorunda kaldı. On binlerce parti üyesi işçi devleti memuru haline geldi, bürokratlaştı. Dayandığı sınıfsal temel yok olmuş ve moralman çökmüş olan işçi devletinin bürokrasisi havada asılı kalmıştı. Bürokrasiyi seçecek, denetleyecek ve gerektiğinde görevden alabilecek işçi sınıfı iç savaş boyunca atomize olmuştu. Bu koşullar, işçi iktidarını yıkan bürokrasinin ‘ayrıcalıklı’ bağımsız bir güç olarak ortaya çıkışının maddi temellerini oluşturdu. İç savaştan sağ çıkmayı başaran işçi devletini önemli bir tehlike daha bekliyordu: şehirleri beslemek istemeyen köylüler. Yeni Ekonomik Politika (NEP) ile birlikte köylülere istedikleri tavizler verildi; özel sektörün bir serbest pazar oluşturmasına imkân sağlandı. Şehirlere gıda arzını artırmak için girişilen bu politikanın bedeli, işçi sınıfının gücünün mülk sahipleri lehine azalması ve bürokrasinin hem partide hem de işçi devletinde konumunu hızlı bir şekilde güçlendirmesi oldu.
NEP döneminde, Bolşeviklerin hükümet olmaya devam edeceğinin anlaşılması ve parti üyesi olmanın getirdiği bedellerin ki bu bedel iç savaş sürecinde en ön cephede savaşmaktı, azalmasıyla parti kariyeristlerin akınına uğradı. Bu da güçlenen bürokrasinin partide üzerinde yükselebileceği zemini sağladı.
1921 yılına ait bir veri partinin sınıfsal pozisyonundaki değişimi gözler önüne sermektedir: %8 fabrika işçisi, %56 devlet memuru, %8 parti ve sendika görevlisi, %27 ordu görevlisi. Bu süreçte sosyalist devletteki üç önemli sınıf kendisini partide üç grup olarak ifade ediyordu. Birincisi işçi sınıfını temsil eden, Troçki’nin içinde bulunduğu Sol Muhalefet; ikincisi NEP döneminde zenginleşen kulakları temsil eden, Buharin’in içinde bulunduğu sağ kanat ve sonuncusu da Stalin’in liderlik ettiği, yükselen bürokrasinin temsilcisi merkez eğilimdi. İşçi devleti dayandığı temeli, devrimci politik bir güç olarak işçi sınıfını büyük ölçüde kaybetmişti. Bu da Sol Muhalefet’in mücadeledeki kuvvetlerinin zayıf durumda olması anlamına geliyordu. Bürokrasi ise NEP ile birlikte hızlanan bir ivmeyle güçlenmişti. Öyle ki bürokrasinin mevcudu sayısal olarak devrim sürecindeki işçi sınıfı üyelerinin sayısını aşmıştı. Öte yandan sağ ve merkez eğilimlerinin politikaları sonucu uluslararası devrimler kaybedilmiş, böylelikle de işçi ihtilalinin yeni bir atılım yaparak hayatta kalmasının maddi koşulları ortadan kalkmıştı. İşçi sınıfının devrimci örgütü olan Sol Muhalefet 1927’de her şeye rağmen tüm baskıları göğüsleyerek belirleyici bir kavgaya girse de süreç içerisinde imha edilmekten kurtulamadı. 1928’de Stalin ve bürokrasi iktidarı tam olarak eline geçirdi. Bu, sınıflar mücadelesinde önemli bir kırılmayı ifade ediyordu: Üretim araçları ve toplumsal yaşam üzerindeki işçi kontrolü, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ile yasaklandı.
Yeni rejimin yasalarına göre, fabrikalarda ve iş yerlerindeki tüm kontrol fabrika müdürlerine aitti. Eski rejimi savunanlar şiddetli cezalara çarptırılacaktı. İşçi iktidarı, kendini bir sınıf olarak örgütlemeyi başaran bürokrasinin karşı devrimi sonucu tarih sahnesinden çekildi. Karşı devrimin lideri Stalin, devrimi başarıya ulaştıran bir kuşağın boğazlanması eyleminin niteliklerini şahsında birleştiren tarihsel bir kişiliktir.
Karşı devrimlerin en klasik sonuçlarından birisi olan devrim kadrolarının imhası Rusya’da da gerçekleşti. Bolşevik Partisi’nin önder kadrolarının hemen hemen tamamı Stalinist karşı devrim tarafından katledildi. Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti geleneklerinden süzülerek gelen sayıları milyonu bulacak kadar çok olan komünistler, Stalinist bürokrasi tarafından yok edilecekti. Öyle ki Stalinist bürokrasi tarafından öldürülen komünist sayısı, Hitler Mussollini ve Franco tarafından öldürülen komünistlerin sayısının toplamından daha fazladır.
Stalinizm ile Bolşevizm arasında Bolşeviklerin kanından oluşan bir kan nehri vardır. Dünya sınıf mücadelesi tarihinin çıkardığı en yetkin kuşağın Stalinist bürokrasi elinde can vermesinin etkileri hala tüm dünyada hissedilmektedir. Artık söz konusu olan kapitalizmin yeni bir versiyonuydu: bürokrasinin kendisini egemen sınıf olarak örgütlediği bir tür kapitalizm: bürokratik devlet kapitalizmi. İşçi sınıfının politik iktidarının gasp edildiği, üretim sürecindeki yönetici pozisyonuna son verilerek yeniden makinenin bir uzantısına dönüştürüldüğü bir durumda Rus işçi sınıfı, politik bir güç olarak aktif yaşamdan tamamen silinmiş, iktisadi yaşamda ise ilkel birikimin vahşi sömürüsünün kırbacı altında inlemek zorunda kalmıştır.
Böyle bir durumda işçi sınıfının kazanımlarından bahsetmek mümkün değildir. Tam tersine SSCB’de işçi sınıfı, milliyetçi Rus bürokrasisinin daha güçlü bir devlet yaratma hedefi doğrultusunda dünyanın geri kalanındaki sınıf kardeşlerinden çok daha yoğun bir sömürü ilişkisine katlanmak zorunda bırakılmıştır. Bunun için yaygın bir devlet terörü gerekmiş ve işçi sınıfı en temel haklarından mahrum bırakılarak acımazsızca sindirilmiştir. Artık bir işçi devleti olmayan SSCB, dev bir tröste dönüşerek dünyanın geri kalanıyla emperyalist kapitalist bir ilişkiye-rekabete girmiştir.
Stalinizm
Sovyetler Birliği’nde işçi iktidarını karşı devrimle boğup kendisini egemen sınıf olarak örgütleyen bürokrasi, sınıf çıkarlarının ifadesi olan bir ideoloji üretmekte gecikmedi. Çok uzun yıllar tüm dünya işçi sınıfı ve ezilenlerine Marksizm ve Leninizm olarak öğretilen Stalinizm esasında Marksizm ve Leninizm’in tahrifatından başka bir şey değildir; bu nedenle Stalinizme karşı ideolojik mücadele içinde olmak devrimci Marksistlerin en önde gelen görevlerinden birisini teşkil eder. SSCB’de karşı devrimle mutlak iktidar sahibi olan Stalinizm, karşı devrimci çizgisini eline geçirdiği 3.Enternasyonal vasıtasıyla tüm dünya komünist partilerine biz dizi suikast ve tasfiyenin ardından dayatabildi. Bundan böyle Marksizm yeni kuşaklara Stalinizm olarak öğretilecek, tüm ülkelerdeki KP’ler (komünist partiler) ise SSCB’nin dış politika araçlarına dönüşecekti. Tüm dünyada nice devrim ve ulusal kurtuluş hareketi, SSCB’nin emperyal çıkarları ve Stalinist bürokrasinin olası proleter devrimlerin sonuçlarından duyduğu korku nedeniyle ihanete uğratıldı.
Devrimci işçi sınıfının zayıflamasıyla ters orantılı biçimde giderek güçlenen bürokrasi, 1924 gibi erken bir tarihte “tek ülkede sosyalizm” teorisini ortaya atmıştır. Bu teori, dünya devrimi anlayışını ve enternasyonal geleneklerini dışlaması bakımından bürokrasinin sınıf çıkarlarını kollama gereksiniminden doğmuştur. Devrimin yayılması, Rusya’da hala varlığını sürdürme-ye çalışan işçi iktidarının yeniden hayat bulması anlamına geleceğinden bürokrasinin tasfiyesine yol açacaktı. İşte bu noktada tek ülkede sosyalizm teorisi devrimlerin yayılması amacının terk edilmesinin bir ifadesiydi. Stalinizmin tek ülkede sosyalizm anlayışına paralel gerçekleştirdiği tahrifatlardan birisi de ulusalcılık, yurtseverliktir.
Devrimci Marksist geleneklere tamamen zıt olan bu anlayış “sosyalist anavatanın çıkarları” olarak ifade edilen bürokrasinin sınıf çıkarlarının yurtseverlik safsatalarıyla süslenmesinden başka bir şey değildi. Öte yandan yurtsever safsata SSCB sınırlarını hızla aşmış, Moskova güdümündeki Stalinist partiler vasıtasıyla tüm dünyaya yayılmıştır. Enternasyonalizmin yurtseverlik lehine rafa kaldırılmasının sonuçları kendisini ulusal azınlıkların acı kaderinde gösterdi. Ulusal azınlıklar, Stalinizmin elinde SSCB ve Çin’de zulme ve tehcire, Kamboçya’da ve Yugoslavya’da ise soykırıma uğradılar. Stalinizmin iktidarda olduğu süre boyunca işçi sınıfına ve ezilenlere yönelik işlediği suçlar burjuvalar tarafından Marksizmi karalamak için yoğun bir şekilde kullanıldı, kullanılıyor. Bundan ötürüdür ki Marksizmin temiz bayrağını yükseltmek için evvela Stalinizmle hesaplaşmak zorunludur.
Proletaryanın kolektif diktatörlüğü yerine tek parti diktatörlüğü anlayışı yine Stalinizm tarafından icat edilmiştir. İşçi sınıfının tüm sosyal ve ekonomik yaşamı aşağıdan yukarıya örgütleyeceği bir konseyler rejimi yerine parti bürokrasisinin emir komuta zincirine dayalı hiyerarşisini koyan Stalinizm, otoriter ve baskıcı yapısıyla da Marksist gelenekle tam bir zıtlık içerisindedir. Stalinizm, sosyalizmi devletçilik ve ekonomide planlamaya indirgediğinden Cezayir, Suriye, Yemen, Afganistan gibi ülkelerde var olan rejimleri sosyalist olarak nitelendirebilmiştir. Bu, sosyalizmin Stalinizm tarafından nasıl tahrip edilmeye çalışıldığının en önemli kanıtlarından birisidir. Stalinizmin maddi ve manevi otoritesi olan SSCB, 1970’lerdeki dünyayı pençesine alan aşırı üretim bunalımının tesirlerini üzerinden atamayarak 1980’lerde çözülmeye yüz tuttuğunda Çin Komünist Partisi çoktan serbest piyasanın yolunu tutmuştu.
Doğu Bloğu çözüldüğünde Stalinist yüksek bürokrasinin en tepe unsurları yeni burjuva cumhuriyetlerde başkanlık koltuklarına oturdular, bir kısmı da büyük kapitalistler haline geldiler. ÇKP’nin ve Vietnam’daki Stalinistlerin tuttuğu yol da Stalinizmin esas olarak milliyetçi bir kalkınma türü olduğunu gözler önüne serdi. Stalinizm sürecinden arta kalan Küba ve Kuzey Kore bürokratlarının da er veya geç serbest piyasa kapitalizmine tam uyum sağlayacakları ortadadır.
Geleneğimiz
Mücadelemiz köklerini 150 yıllık bir mücadele deneyimine sahip olan devrimci Marksist gelenekten alır. Örgütümüz, Komünist Birlik, I.Enternasyonal, II. Enternasyonal’in devrimci olan dönemi, III. Enternasyonal’in ilk dört kongresi ve Uluslararası Sol Muhalefet ile Troçki zamanında IV.Enternasyonal’in yarattığı devrimci miras üzerinden yükselecektir. Ekim Devrimi, uygarlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük olayı ise, devrimin Stalinizmin elinde can vermesi ve tüm devrim kuşağının boğazlanması da o oranda sarsıcı oldu, öyle ki etkileri günümüz de doğrudan hissedilmektedir. Troçki ve örgütlediği “Bolşevik-Leninist Sol Muhalefet” ve IV. Enternasyonal, bu tarihsel dönemeç boyunca Rusya’da işçi iktidarını korumak için ölüm kalım savaşına girerken diğer yandan da Marksist- Leninist geleneğin öz değerlerine sahip çıkıp gelecek nesillere temiz bir bayrak devretmiştir.
Marksist Leninist düşüncenin Stalinizmin elinde baştan aşağı bütün devrimci özünden kopartılarak tahrip edilmesi karşısında Troçki, devrimci Marksist ilkesellikle özdeşleştiği büyük bir ideolojik kavga örgütlemiştir. Bunlar, Troçki’yi sahiplenmemiz için başlı başına yeterli ve çok hayati nedenlerdir. Bunların yanı sıra Troçki, tarihin kırılma anlarının devrimci sınıf hareketinin önüne koyduğu yeni sorunsallara Marksist Leninist çizginin geliştirilmesi anlamında cevaplar üretmiştir. Troçki, özellikle azgelişmiş ülke devrimcilerinin görevlerini sistematik hale getirmiş, Ekim Devrimi deneyimlerini genelleştirmiş, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongre kararlarını referans aldığı Sürekli Devrim kuramına imza atmıştır. Diyalektik ve tarihsel materyalizme çok önemli bir katkı anlamına gelen eşitsiz ve bileşik gelişim yasasını ortaya koymuş, komünist Enternasyonal’in “birleşik işçi cephesi” taktiğini geliştirerek savunmuş, faşizmi tahlil edip politik sonuçlar çıkarırken aynı zamanda 20. yüzyılın sınıf hareketinin önüne koyduğu problemlere evrensel yanıtlar geliştirmiştir. 4.Enternasyonal Programı ile tüm dünya Bolşeviklerinin görevlerini Proletaryanın Dünya Partisini inşa etmek olarak belirlemiş, yine III. Enternasyonal’den temellendirdiği Geçiş Programı perspektifini netleştirmiştir.
Bütün bu noktalar Troçki’nin Marksist- Leninist geleneğin geliştirilmesine katkısı olmuştur. Hareketimiz Troçkist’tir. Bu noktada Troçki’nin Marksizm ve Leninizm’den farklı bir gelenek yarattığı düşünülmemelidir, tam tersine nasıl 20.yy’ın başında Marksizmin cisimleşmiş hali Leninizmse, Leninist duruşun cisimleşmiş hali de Troçkizm’dir. Kendilerini Marksist Leninist olarak gösteren merkezciler Stalinizmden kopamayan orta yolculuğu simgelemektedir.
Tarih Lenin’in ölümüyle durmamış, sınıf mücadelesi büyük tarihsel dönemeçlerden geçmiş ve bu süreç boyunca Lenin’in yolu, Troçki ve yoldaşlarınca tüm dünyada ölüm kalım kavgası olarak savunulmuştur. Bütün bir tarihin ve söz konusu bütün politik yol ayrımlarının üzerinden atlanamaz, işçi sınıfının tarihsel çıkarları nerede ifadelendiriliyorsa komünistlerin adresi orası olmak zorundadır.
Türkiye’de devrimci Marksist bayrağı ilk dalgalandıranlar “cihan komünizmi yolunda işçi ve köylü şuraları hükümetini kurmak” için Anadolu’ya gelen Mustafa Suphi’ler olmuştur. Ne var ki bu bayrak çok uzun süre dalgalanma fırsatı elde edememiştir.
III. Enternasyonal’in, Stalinist bürokrasinin karşı devrimci dış politikasının bir aracı haline gelmesine paralel olarak, TKP hızla yozlaşmıştır, Mustafa Suphilerin ulusal burjuvaların elinde katledilmesi TKP’ nin Stalinizasyon sürecine savunmasız girmesi anlamına gelmiştir. Nitekim TKP Şefik Hüsnü önderliğinde Bolşevik çizgiden derhal uzaklaşarak Kemalizme yedeklenen, aşamacı, milliyetçi bir düzen partisine dönüşmüştür. Türkiye’de proletarya kavgası her ne kadar devrimci Marksist önderlikten yoksun da olsa radikal mücadele deneyimlerine sahiptir. 15-16 Haziran şanlı genel eylemi, Tariş direnişi, Yeni Çeltek işçi direnişleri, 89 Baharı, Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü gibi işçi kavgaları bir yandan mücadelemize ilham kaynağı olurken, bir yandan da Türkiye’de devrimci Marksizm’in kök salması için elverişli bir zemin bulunduğunu kanıtlamaktadır. Bu topraklarda Bolşevik bir önderlik yaratmak devrimci Marksistlerinin boynunun borcudur. Bu görev işçi sınıfının uluslararası önderliğinin yaratılması ödeviyle kopmaz şekilde bağlıdır.
Devrimci Marksist geleneğimiz işçi sınıfının uluslar arası mücadelelerinden beslenmekte, proletaryanın tüm dünyada giriştiği kavgalardan öğrenmekte ve gereken dersleri çıkarmaktadır. Ancak bu şekilde gelecek mücadeleler ile devrimci geleneğimiz buluşabilir.
Bolşevik Parti
Sınıflı toplumların hepsinde ekonomik alanda egemen olanlar fikirsel alanda da egemenliğe sahiptirler. Her çağın egemen fikirleri o çağın egemen sınıfı tarafından belirlenir. Ancak, bu egemen fikirler toplumda herkes tarafından aynı şekilde benimsenmez. Yaşam sadece bu fikirlerden ibaret değildir, yaşanan deneyimler insanları bu fikirlerle çelişkili sonuçlara götürebilir. Bu nedenle, işçi sınıfının üyeleri eşitsiz ve çelişkili bir bilince sahiptir. Eşitsizlik, işçi sınıfının üyelerinin kendilerini bir sınıf olarak kavrayıp buna uygun davranma konusunda farklılıklar göstermesiyle açıklanır. Bilincin çelişkili olması ise bir alanda burjuvazinin hegemonyasını tamamen kabul ederken diğer alanlarda bu hegemonyayı reddeden görüşlerin işçilerde bir arada bulunmasından gelir. Kısacası, işçi sınıfı içinde bilinç düzeyi homojen değildir. Bilinç anlamında eşitsizlik sadece mücadelenin durgun dönemlerini etkilemez.
Devrimci durumda sınıfın çoğunluğu ne denli hızlı bir eğitimden geçse de bazı kesimler diğerlerinden ileri bir düzeyde olacaktır. Bu nedenle, en ileri sınıf bilinçli işçileri birleştiren ve oluşturacağı yapı ile işçi sınıfının diğer üyelerini de kendi düzeyine çekmeye çalışacak bir örgüte, devrimci partiye ihtiyaç vardır. Leninist parti iki temel temaya sahiptir: işçi sınıfının çıkarlarını en önde tutan mutlak olarak bağımsız ileri işçiler örgütü olmak ve işçileri kapsayan ve onların çıkarlarını etkileyen her mücadeleye pratik liderlik sağlayarak işçi kitleleri ile mümkün olan en yakın ilişkiyi sürdürmek.
İşçi sınıfının ve son kertede tüm insanlığın kurtuluş Mücadelesinin başarısı enternasyonalizmle yoğrulmuş devrimci komünist bir siyasi yapılanmanın işçi sınıfı içinde güç kazanmasıyla mümkün olabilir. Bunun için de esas olarak Marksist bir proleter örgüt olan devrimci partinin, uzun erimli hedefleri doğrultusunda sınıf hareketi içinde yorulmak bilmez sabırlı bir çalışmayla kök salması zorunludur. Sınıf mücadelesi tarihinde çok sayıda devrimci durum bu tarz bir örgüt var olmadığı için yenilgiye uğramıştır. Sınıf hareketlerinin kendiliğinden patlamaları, proletaryanın kapitalist toplumlardaki kilit pozisyonu nedeniyle bir devrimci durum yaratıp iktidar sorununu gündeme getirebilir. Öte yandan proletaryanın devrimci Marksist öncü bir örgüte sahip olmadığı durumlarda devrimci süreç egemen sınıfların bin bir çeşit manevraları karşısında belli bir aşamadan sonra gerileyecektir.
Devrimlerin başarısı birbirleriyle iç içe geçmiş olan onlarca siyasi, ekonomik, psikolojik faktöre işçi sınıfının devrimci yanıt üretebilmesine bağlıdır. Bunun başarılması için gereken en önemli şey, devrimin sınıf mücadelesinin önüne çıkardığı sorunlara yanıtlar üretebilen, Marksist ideolojiyle donanmış, işçi sınıfı içinde kök salmış, mücadele içinde sınanmış bir Bolşevik örgütün varlığıdır. Marksistlerin görevi her türlü kısıtlı imkânlara inat, Bolşevik partinin yaratılması için mücadele etmektir. Elbette ki bu birkaç yıllık bir zaman diliminde başarılacak bir hedef değildir. Bu konuda gösterilecek sabırsızlık ve acelecilik tehlikelidir. Yapılması gereken, net bir program temelinde sabırlı ve itinalı bir çalışma içine girmek olmalıdır.
Devrimci parti ezilenlerin bütün güçlerini proletaryanın liderliği altında kapitalizme karşı ortak bir mücadele içinde bir araya getirmelidir. Tarihsel olarak ve dünya çapında bu sorun, esas olarak, proletarya ile köylülüğün ittifakını proletaryanın önderliğinde gerçekleştirme sorunudur.
Devrimci parti bir işçi sınıfı partisi olmalıdır. Parti sadece programının işçi sınıfının sosyalist isteklerini içermesi bakımından değil, toplumsal bileşimi ve günlük faaliyet alanı bakımından da proleter nitelikte olmalıdır. Partinin kapıları, kaderini proletarya ile birleştirmek uğruna kendi sınıf çıkarından vazgeçecek diğer sınıflardan samimi unsurlara açık olacaktır. Parti işçi sınıfının öncüsüdür. Ancak, öncü sınıfın dışında duran küçük bir elit değildir. Devrimci parti dışarıdan değil, içeriden önderlik eder.Devrimci parti için liderlik fabrikada, iş yerinde ve sokakta verilen günlük mücadelelerde işçi sınıfına fiilen önderlik ederek, somut eylem önerileri üretilerek kazanılır. Devrimci partinin sınırlarının dikkatle gözetilmesi, bütün üyelerin faaliyete katılması, sıkı disiplin ve özveri kültürü Bolşevik parti için olmazsa olmazdır.
Devrimci parti bir kavga örgütüdür. Parti, günlük mücadelelerin ötesinde en sert biçimdeki sınıf mücadelesi, isyanlar ve ayaklanmalara uygun bir şekilde kendini donatmalıdır. Bunun için de devrimci mücadeleyi her şeyin üstünde tutan, tarih bilincini kazanmış, sağlam kadroların yetiştirilmesini sağlayacak pratik ve teorik bir eğitim süreci hayati önemdedir. Bolşevik partinin metodu demokratik merkeziyetçiliktir. Kadrolar arasında demokrasi ve özgür tartışma olmadan partinin, işçi sınıfının ihtiyaçlarını gerçekten karşılayan ve somut duruma uyan politikaları üretmesinin yolu yoktur. Bunun için de karar anına kadar tartışma ve eleştiri özgürlüğü sağlanmalıdır. Ancak, devrimci parti bir tartışma kulübü değildir. Bir karara varmak için tartışılır ve alınan karar birleşik olarak yerine getirilir. Devrimci partide merkeziyetçilik, parti içi demokrasi kadar kritiktir. Çünkü parti yüksek düzeyde merkezileşmiş bir güce, kapitalist devlete karşı, sert bir mücadele vermek zorundadır. Bu nedenle gerekli merkezilik sağlanmadığında egemen sınıf karşısında devrimci bir alternatif oluşturmak mümkün olamayacaktır.
Parti, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının ifadesi olma Marksist ilkesini temel alır ve kendi bağımsızlığını burjuva, reformist veya merkezci herhangi bir diğer politik güce asla feda etmez. Bu tavır, diğer örgütler ile bir dizi ittifakı, uzlaşmayı, geçici anlaşmayı hiçbir şekilde dışlamaz; ancak özgür eleştiri, ayrı politik çizgi ve ayrı örgüt hakkından vazgeçmeyi dışlar.
Sovyetik Ayaklanma
Devrim sadece egemen sınıf zenginliğini ve iktidarını zor altında kalmadıkça vermeyeceği için değil, işçi sınıfının sınıflı toplumların yüzyıllardır biriktirdiği pislikten arınması için de gereklidir.İşçi devrimleri, işçi kitlelerinin baskının, sömürünün edilgen nesneleri ve kurbanları olmaktan çıkıp kendi kaderlerinin belirlendiği tarih sahnesine sıçrayarak, yazgısına yön vermeye ve özgürlüğünü kazanmaya çalışmasıdır.
Devrimin gerçekleşebilmesi için dört ön koşul gereklidir: toplumda genel ve derin bir krizin varlığı; işçi sınıfının her şeyin eskisi gibi devam etmesine artık katlanamayacağını açıkça ortaya koyması; egemen sınıfın her şeyi eskisi gibi sürdürebileceğine dair olan güvenini kaybetmesi ve kendi içinde kavga ve bölünmeler yaşaması; devrimci bir partinin varlığı. Devrimin başarıya ulaşması için bu dört koşulun bir arada olması gerekir.
Devrim bir gecelik bir mesele değildir, grevler ve gösterilerden oluşan ve işçilerin gücü fiili olarak ele geçirmeleri ile noktalanan bir süreçtir. Bu süreçte devrimin gerçekleşebilmesi için gerekli olan önemli bir unsur da düzenin silahlı kuvvetlerinin parçalanmasıdır. Bundan önceki işçi devrimleri deneyimlerinde olduğu gibi devrim sırasında toplumların sınıflı yapısını yansıtan hiyerarşik yapıdaki kolluk kuvvetleri parçalanacak ve büyük çoğunluğu yoksul halktan oluşan rütbesiz askerler devrim saflarına geçeceklerdir. Ne var ki, düzenin kolluk kuvvetlerinin parçalanması kolay bir şey değildir.
Proletaryanın ortaya koyduğu devrimci kararlılığın ve gücün, bir devrimin yolda olduğunu askerlere göstermesi gerekir. Hem işçilerin el koyduğu silah fabrikaları hem de işçi sınıfının saflarına katılan silahlı kuvvetlerin elindeki devasa güçlerle iktidar kolaylıkla proletaryanın eline geçecektir.
Tarih göstermiştir ki hiçbir egemen sınıf sonuna kadar savaşmadan iktidarından vazgeçmeyecektir. Bu yüzdendir ki işçi sınıfı kapitalistlerin iktidarını ancak şiddet araçlarıyla devirebilir. Kapitalist devlet devralınıp sosyalizmi getirmek üzere kullanılamaz, devrim sürecinde parçalanması gerekir. Buna giden yolda genel grev, ayaklanma yolunu hazırlamalıdır.
Tarihte kendiliğinden patlak veren kitle ayaklanmaları daha yaygın olarak gerçekleşmiştir. Devrimciler, bu tür durumlarda ayaklanmaya tamamen katılarak ona bilinçli önderlik kazandırmaya çalışırlar. Ayaklanmanın diğer biçimi ise işçi sınıfının devrimci öncüsünün bilinçli tasarlanmış hareketi çerçevesinde iktidarın zora dayalı olarak ele geçirilmesidir. Bunun ölümcül bir hata anlamına gelecek şekilde bir maceraya dönüşmemesi için genel işçi kitlesinin ayaklanma fikrine kazanılmış olması gerekir. Kilit noktaların ele geçirilmesi, yeni rejimin savunmasının örgütlenmesi, silahların dağıtılması ve ayaklanmacıların görev dağılımı kendiliğindenciliğe terk edilemez.
Sovyetik ayaklanma, güçler dengesinin son durumu, zamanlama ve ayaklanmanın teknik ayrıntıları da dâhil olmak üzere birbirleriyle bağlantılı karmaşık denklemleri kapsadığı ölçüde ancak sınıfın Marksist öncüsünün rehberliğinde başarıya ulaştırılabilir. Bu manada ayaklanmanın başarısı için Bolşevik önderlik olmazsa olmazdır. Ayaklanmanın pratikteki işlevlerini işçi milisleri ve ayaklanmaya kazanılmış askeri birimler hayata geçireceklerdir.
Emperyalizm ve Emperyalizme Karşı Mücadele
Emperyalizm, yalnızca bir politika değil, kapitalist gelişimde bir aşama, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Emperyalizm, kapitalizmin dünyada bütünsel bir sistem olarak egemenliği kurduğu, yani gerçek manada bir dünya sistemine dönüştüğü evresidir. 20. yüzyılın başlangıcı, genel olarak sermaye egemenliğine dayanan eski kapitalizmin yerini mali sermaye egemenliğine dayalı yeni bir kapitalizme bıraktığı bir dönüm noktasıdır. Mali sermaye, üretimin yoğunlaşması ve bunun sonucunda da banka sermayesiyle sanayi sermayesinin tekelleşmesi ve iç içe geçmesi, kaynaşması yoluyla oluşmuştur.
Emperyalizm, kapitalizmin gelişme sürecinde sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının özel tekelci sermaye ile devletin entegrasyonuna yol açtığı ve üretici güçlerin uluslararasılaşmasının, sermayelerin yatırım, hammadde temini ve yeni pazarlar için dünya çapında bir rekabete neden olduğu bir aşamadır. Bu iki eğilimden şu sonuçlar çıkarılabilmektedir. Sermayeler arasındaki rekabet ulus-devletlerin askeri güçlerinin çatışmaları şeklini almaktadır. Ulusal devletler arasındaki ilişki eşitsizdir. Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişmesi, birkaç gelişmiş kapitalist devletin üretici kaynaklarının ve askeri alandaki güçlerinin sayesinde dünyanın geri kalanına hükmetmelerine izin vermiştir.
Emperyalizm dönemindeki eşitsiz ve bileşik gelişme silahlanmayı daha da yoğunlaştırmış ve hem emperyalistlerin kendi aralarındaki savaşlara hem de emperyalist boyunduruk altındaki ülkelerin kurtuluş savaşlarına yol açmıştır. Emperyalizm çağının somut gerçeklikleri; bütün ülkelerin ekonomilerini birbirlerine bağlanması ve böylece bir dünya ekonomisinin yaratılması, küçük üreticilerin mülksüzleştirilerek proleter saflara yuvarlanması, proleterlerin daha büyük fabrikalarda daha yoğun biçimlerde toplanması ve en önemlisi sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi yoluyla üretimin toplumsallaşmasıdır.
Emperyalizm, tekelci mali sermayenin egemenliği olsa da sadece ve saf biçimde tekellerden oluşmaz; tekellerin yanında rekabet, piyasa anarşisi ve bunalımlar da daha üst bir düzeye taşınmış şekilde devam etmektedir. Kapitalizmin bir dünya sistemine dönüşümünü işaretleyen emperyalizm, koşulların kapitalizmden sosyalizme geçiş için olgun hale geldiği aşamadır; emperyalizmle devrimler çağı açılmıştır.
Emperyalizm bugüne kadarki gelişiminde üç dönemden geçmiştir. Klasik emperyalizm dönemi olarak nitelendirebileceğimiz ilk dönem, serbest rekabet kapitalizmin sonlandığı 1873 krizinden sonra başlayan geçiş süreci ile ortaya çıkıp İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda dünyanın iki küresel blok arasında bölüneceği döneme kadar uzanmaktadır. Bu dönemin temel özellikleri sömürgeci yayılmacılık ile ekonomik ve politik olarak çok kutuplu bir dünyanın varlığı olmuştur.
Emperyalizmin ikinci dönemi Soğuk Savaş sürecini (1945-90) kapsamaktadır. Bu dönemde dünya temel olarak iki küresel askeri süper güç tarafından hegemonya bölgelerine bölünmüştür ve politik olarak iki kutupluluk vardır. Bu dönem, klasik sömürgeciliğin iktisadi verimliliğinin azalması ve ulusal hareketlerin mücadelelerinin neticesi olarak dekolonizasyona, yani sömürgelerin özgürlüklerine kavuşmasına tanıklık etmiştir. Bu süreç sonrasında 3. Dünya olarak tariflenen bölgelerde ülkelerin aldığı korumacı önlemler ve ağır sanayi oluşturulması için yerli sermayeye verilen desteklerle kısmi sanayileşme yaşanmıştır.
Emperyalizmin halen içinde bulunduğumuz 3. dönemi ise Soğuk Savaş sonrası dönem olarak nitelendirilebilir. Her ne kadar SSCB’nin yıkılmasından sonra uzunca bir süre ABD merkezli tek kutuplu dünya tezleri büyük oranda kabul görse de günümüzde oldukça netleşmiştir ki hem politik hem de ekonomik olarak çok kutuplu bir dünya içinde yaşamaktayız. Çok kutupluluğun gelişimi yönündeki gelişme krizlere daha yatkın bir dünya düzeninin oluşmasını beraberinde getirmiştir. Alt-emperyalizm olgusunun altında 3. dünyanın kısmi sanayileşmesi ve sonuç olarak da emperyalist merkezlerin dışında yeni sermaye birikim merkezlerinin çıkışı bulunmaktadır.
Altemperyalist güçlerin ortaya çıkışında dekolonizasyon süreci önemli bir rol oynamış; bu ülkelerdeki iktidarlar kitlelerin yaşam standardını düşürerek, korumacı önlemler alıp sanayileşmeyi gerçekleştirmişlerdir. 3. Dünyada bu güçlerin gelişimi süper güçlere rağmen değil bu güçlerin bazı orta güçteki devletlere (tabii ki kendi çıkarlarının bölgede gözetleyicisi olması karşılığında) bölgesel egemen bir güç olması konusunda izin vermesi sayesinde de olmuştur. Alt-emperyalist güçler, süper güçlerin basit kuklaları değillerdir ancak sahip oldukları otonominin de sınırları vardır.
Alt-emperyalizm, süper güçlerin dünya çapında olan politik ve askeri hâkimiyetlerinden esinlenen daha zayıf ülkelerin aynı şeyi bölgesel düzeyde yapmak istemelerinden doğmaktadır. Alt-emperyalistlere Türkiye, İsrail, Iran, Hindistan, Güney Kore, Brezilya ve Arjantin örnek verilebilir. Alt-emperyalizm tanımının altında gelişmemiş ülkelerin kısmi sanayileşmesi ve dolayısıyla emperyalist merkezlerin dışında yeni sermaye birikim merkezlerinin oluşumu yatar.
Dünya sanayi üretiminin ve askeri gücünün ezici büyüklükte bir kısmı Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Japonya ve Rusya’da bulunmaktadır. Gelişmemiş ülkelerde yerel güçlerin ortaya çıkışı ekonomik gücün eşitsiz dağılımından dolayı dünya devletlerin içinde var olduğu politik-askeri hiyerarşiyi yok etmemiş, yalnızca değiştirmiştir.
Emperyalist ilişkiler şekillenmesinde ülkeler arasında eşitsizlik temelinde bir karşılıklı bağımlılık vardır. Kapitalist dünya sistemi, bütün kapitalist ülkeleri içinde barındıran bir piramidi andırır. Ülkeler arasındaki ekonomik güçteki eşitsizlikler politik-askeri hiyerarşideki konumlanışta (tepedeki çok gelişmiş kapitalist devletlerden en altta az gelişmiş kapitalist devletlere doğru) kendini göstermektedir.
Emperyalizm; kapitalizmin bir dünya sistemine dönüştüğü ve bir dünya ekonomisi yarattığı aşama olduğuna göre bugün emperyalist sistemin işleyişini ekonomik bağımlılıktan yola çıkarak sömürgecilik tezleri ile açıklamanın geçerliliği yoktur. Emperyalizm çağında devletler arasındaki ekonomik ilişkileri belirleyen eşitsizlik temelinde karşılıklı bağımlılıktır; hiçbir devlet ekonomik ilişkiler açısından diğerlerinden bağımsız ve izole olamaz. Bu bağlamda sömürgecilik tezleri gelişmemiş ülkelerin bağımsızlığının propagandasını yaparken hem emperyalist sistemin vardığı noktada gerçekleşmesi imkânsız bir çağrıyı yükseltmekte hem de toplumsal muhalefetin taleplerini kapitalist sistemden topyekûn kurtuluşa değil ulusal bağımsızlığa yönlendirerek gerici bir pozisyon oynamaktadır.
Bağımsızlıkçı söylemler diğer yandan da milliyetçi burjuva unsurların anti-emperyalizm kisvesi altına gizlenerek işçi sınıfını arkasına yedeklemesinin ideolojik payandası olmaktadır. Bağımsızlıkçı tezlerin bir versiyonu olan Üçüncü Dünyacılık, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki uzlaşmaz sınıf karşıtlığını reddederek yani bu ülkelerdeki işçiler ve ezilenlerle kapitalistleri son kertede ortak çıkarlara sahip olduğunu iddia ederek bir çeşit medeniyetler çatışması vaaz eden tehlikeli bir gericilik türüdür.
Çünkü bir yandan işçi sınıfının uluslararası birliğini hatta enternasyonal sınıf dayanışmasını reddeder, böylelikle diğer yandan sosyalist dünya devrimini ve sonuçta kapitalist emperyalist sistemin yeryüzünden silinmesini yadsımış olur. Özünde ulusal gururu yabancı kapitalistler tarafından aşağılanmış küçük burjuvanın ruh halini yansıtan üçüncü dünyacılık, sonuçta az gelişmiş ülkelerdeki milliyetçi despot burjuvalara yedeklenme sonucunu doğuracaktır. Emperyalizme dolayısıyla kapitalist sisteme gerçek darbe şu ya da bu emperyalist gücü diğerine karşı dolaylı ya da dolaysız şekilde savunarak vurulamaz. İşçi sınıfı hareketi ve devrimci güçlerin politik bağımsızlığını herhangi bir burjuva gücün duruşu lehine terk edilmesi yalnızca sınıf mücadelesini zayıflatmaya ve onu çeşitli milliyetçi burjuva güçlerin hizmetine sokmaya hizmet eder. Kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizme karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz. Dolayısıyla antikapitalist olunmadan anti-emperyalist olmak mümkün değildir.
ABD dış politikası ile dönemsel çıkarları ters düşen milliyetçi burjuvaları ya da değişik küçük burjuva radikallerini antiemperyalist ve buradan yola çıkarak ilerici bir müttefik olarak ilan etme hastalığı esas olarak Stalinizmden miras kalmıştır. Hizbullah, Chavez, Iran, Sudan gibi örnekler anti-emperyalist güçler olmadıkları gibi esasında alternatif emperyalist projeler peşindedirler. Anti-emperyalizm, bir emperyalist gücün dış politikaları ile çelişmekten öte kapitalist sistemi topyekun karşıya almayı ve ona karşı mücadeleyi gerektirir. Bu anlamıyla gerçek anti-emperyalist güç sadece devrimci işçi sınıfı hareketi ve onun yolunda mücadele veren devrimci Marksist güçlerdir.
Sürekli Devrim
Kapitalizm kendisini dünya çapında egemen üretim biçimi olarak örgütlemiştir. Bu bağlamda, sosyalist devrim için olgunlaşmış ya da olgunlaşmamış ülkeler ayrımı geçerli olamaz. Burjuva unsurların hiçbirinden demokratik devrim beklenemeyeceği gibi burjuvazinin hiçbir fraksiyonu ilerici bir rol oynayamaz. Çünkü sahneye geç çıkmış bir burjuvazi iki yüzyıl önceki burjuva sınıflarından köklü bir şekilde farklıdır.
Feodalizmin ve emperyalist zulmün ortaya koyduğu soruna karşı tutarlı, demokratik, devrimci bir çözüm getirmekten acizdir. Burjuvazi ne ileri ülkelerde ne de geri kalmış ülkelerde artık devrimci bir unsurdur; aksine gerici bir güç olmuştur. Çok genç ve sayıca az bile olsa gerçek devrimci rol proletaryaya düşer. Bağımsız hareket etme yeteneğinde olmayan köylüler şehirlerin peşinden gidecektir. Köylülerin önder olarak kabulleneceği sınıf proletaryadır ve bu bağlamda yoksul köylülük devrimde proletaryanın müttefiki olacaktır.
Proletaryanın ekonomik olarak ileri bir ülkeden önce geri kalmış bir ülkede iktidara gelmesi mümkündür. 1871’de proletarya Paris’in sosyal idaresini bilinçli bir şekilde -iki ay için bile olsa- ele almıştır. 1917’de proletarya ekonomik olarak geri kalmış bir ülke olan Rusya’da iktidarı ele geçirmiştir. Ekim Devrimi’nin kendisi aşamacılığın ve ekonomik determinizmin çürütülüşünü gerçekleştirmiş, sayıca azınlıkta olan proletarya tüm ulusun başına geçerek demokratik görevleri işçi iktidarı altında sosyalist önlemlerle beraber gerçekleştirmiştir. Yine Ekim Devrimi tecrübesi meselenin ulusal düzeyde ortaya konabileceğini ama ancak uluslararası arenada çözüme kavuşabileceğini göstermiştir.
Geri kalmış bir ülkede iktidarı almış olan proletarya için, toprak sorununun ve ulusal sorunun tutarlı bir çözümü ve süratli ekonomik kalkınmaya mani olan sosyal ve emperyalist engellerin parçalanması burjuva özel mülkiyet sınırlarının ötesine ilerlemeyi zorunlu kılacaktır. Devrim burjuva demokratik görevleri yerine getirmekle kalmayacak, derhal proleter sosyalist tedbirleri almak üzere devam edecektir. İktidarı ele geçiren proletarya kendisini demokratik görevlerle sınırlandıramaz, demokratik görevlerin yerine getirilmesi için dahi burjuvazinin beli kırılmak zorundadır.
Toprak sorunu gibi demokratik görevler işçi iktidarı altında sosyalist tedbirlerle yan yana hayata geçirilir. Sosyalist devrimin tamamlanması ulusal sınırlar çerçevesinde düşünülemez. Tek ülkede sosyalizm kurmaya çalışmak gerici bir hayaldir. Geri kalmış ülkelerde olacak devrim gelişmiş ülkelerde sarsıntılara yol açacaktır. Ulusal çapta başlayan bir devrim ancak daha ileri ülkelerdeki zaferle tamamlanabilir.
Aşamalar teorisi, 20.yy boyunca dünyanın büyük kısmında işçi sınıfının Stalinizm tarafından “demokratik” kapitalizm aşamasının ötesine geçmesinin engellenmesinde ve buna paralel olarak işçi sınıfı örgütlerinin silahsızlandırılıp dağıtılmasında ve iktidarın emperyalizmin yerli işbirlikçilerine bırakılmasında kullanıldı. Ülkeleri ekonomik gelişmişlik kıstaslarına göre farklı ekonomik kompartımanlara ayırarak dünyanın geri kalan kısmındaki işçilere “demokratik” kapitalizmi önermek 2.Enternasyonal’de ifade bulan Menşevik bir sapmaydı. Ekim Devrimi ile uygulamasını bulan sürekli devrim, bu sapmayı mezara gönderse de onu mezarından hortlatarak iktidarı gasp eden bürokrasisinin milliyetçi çıkarları doğrultusunda uygulamaya sokan Stalinizm oldu.
Aşamalar teorisi tarihte defalarca görüldüğü üzere – sonuncusu Nepal’de yaşandı- devrimlerin yenilgiye uğratılmasında teorik kılıf işlevi gördü. Bu teorinin pratikteki anlamı, emperyalizmle işbirliği ve kapitalist sistemin devamından yana taraf olmaktır. Sosyalist devrim sürecinin enternasyonalist niteliği özümsenip buna uygun bir mücadele uluslararası düzeyde yaratılamazsa ulusal çerçevede sıkışıp kalan devrimci çabalar boşa gidecektir. Bu bağlamda, dünya devrimi ancak işçi sınıfının uluslar arası önderliği olan Enternasyonal’in varlığı temelinde bir gerçekliğe dönüşebilir.
Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri
Marksistler her durumda ezilenlerin yanındadır. Başka ulusları ezen bir ulusun asla özgür olamayacağını emekçi kitlelere anlatmak Marksistlerin birincil görevidir. Buna paralel olarak devrimci Marksistler bir ulusun başka uluslar tarafından ezilmesine karşı çıkan enternasyonalist eğilimin işçi sınıfı içerisine güçlenmesi için mücadele eder. Ezilen ulusların kurtuluş mücadelelerinin haklılığı ve meşruluğunu vurgularlar ve ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunurlar. Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ulusal sorunla ilgili konularda ezilen ulusun taleplerine koşulsuz olarak destek vermektir.
Kendi kaderini tayin hakkı, salt kendi devletini kurma noktasına veya salt demokratik haklar çerçevesine indirgenemez. Bu, tamamen ezilen ulusun alacağı bir karardır. Ezilen ulusların ulusal taleplerine verilen destek koşulsuz olduğu kadar eleştireldir. Ulusal hareketin hatalı yaklaşımlarının eleştirilmesi ve doğruların gösterilmesi, burjuva devlet karşısında ulusal taleplere verilecek koşulsuz desteği dışlamaz.
Marksistler ulusal harekete yönelik burjuva devlet baskısının, şovenist kışkırtma ve saldırılar ile inkar ve imha politikalarının karşısındadırlar ve ulusal hareketle bu konuda dayanışma içerisindedirler. Diğer taraftan Marksistler, ulusal hareketle ulusal sorun dışındaki konularda ilkesellik zemininin dışına çıkan anlaşmalar aramazlar. Bu gibi durumlarda ulusal hareketle yolların farklılaşması doğaldır. Marksistler, kendi bağımsız sınıf duruşlarını bir kenara bırakarak ulusal hareketlerle kuyrukçuluğa dayanan oportünist bir ilişki biçimi içerisinde olmazlar.
Burjuva düzenin ulusal sorunda halkların birbirlerini kırması ve etnik gırtlaklaşma dışında vaat edebileceği bir şey yoktur. Kapitalist düzen ulusal sorunda bu anlamıyla çözümsüzdür. Daha uzun süre kanamaya devam edeceği ortada olan Kürt sorununda etnik çatışmaları ve potansiyel bir iç savaşı durdurabilecek tek şey devrimci sınıf hareketinin gelişimi ve buna paralel olarak enternasyonalist komünist geleneğin bu topraklarda somut ve etkili bir güç haline gelmesidir.
Ya sürekli devrim ya sürekli katliam genel ilkeselliği ulusal sorun için de geçerlidir. Marksistler, Kürt sorununda ulusların kendi kaderini tayin hakkı çizgisiyle çelişmeksizin birleşik bir Ortadoğu sosyalist cumhuriyetler birliğinde sosyalist Kürdistan cumhuriyetinden yanadır. Bu anlamda bu tarihsel hedef için farklı bir ülkenin ayrı örgütü olarak kardeş bir Marksist Kürt örgütünün gelişimine yardımcı olmanın tarihsel bir ödev olduğu unutulmamalıdır.
Büyük burjuvazinin, ezilen ulusların mücadelelerine yönelik baskıyı meşrulaştıran propagandaları, ezen ulusun işçi sınıfının sınıf bilincine varması önünde büyük engeller yaratır. Bu engellere, önyargılara karşı kararlı ve sistemli bir savaşıma girişilmedikçe, proletarya kendi amaçlarına erişemez, özgürlük yolunu açamaz. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesi son kertede egemen ulusun ayrıcalıklarının desteklenmesi anlamına gelir.
İşçi sınıfının ve onun kapitalizme karşı savaşımının çıkarları, bütün ulusların işçilerinin tam dayanışmasını ve en sıkı birliğini gerektirmektedir; bu çıkarlar, her ulusal-topluluktan burjuvazinin milliyetçi siyasetine karşı şiddetle karşı koymayı emreder. Onun için devrimci Marksistler, eğer ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddederlerse proletaryanın devrimci siyasal çizgisinin dışına çıkmış olurlar, bunun anlamı da burjuvazinin işçiler üzerindeki hegemonyasını güçlendirmektir.
Ulusal kurtuluş mücadelelerine komünist nitelikler atfedilmemelidir. Her ulusal hareket, ulusal birliği tesis etmek isteğindedir. Bu da aynı ulusun farklı sınıflarını ortak çıkarlar bağlamında birleştiren bir politik hattı zorunlu kılacaktır. Dolayısıyla ulusal programla proleter program arasında büyük farklılıklar bulunur. Ulusal hareketlerin tarihsel eğilimi kendi modern burjuva devletlerinin kuruluşuna doğrudur. Bu hareketleri kızıla boyamak ulusal sorun konusunda yanlış perspektiflerin benimsenmesine yol açacağı gibi sosyalist devrim mücadelesinin içinin boşaltılması anlamına da gelir.
Komünistlerin ezilen ulusların mücadelesine verdiği destek, hareketin ideolojik çizgisiyle anlaşmasından kaynaklanmaz. Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı ulusal hareketin şu ya bu emperyalist güçle ilişkisi gerekçe gösterilerek reddedilemez. Böyle bir reddediş ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin tümden reddedilmesine varır, zira ulusal hareketler Marksist sınıf hareketleri değillerdir ve bu ilkeler temelinde hareket etmezler. Kendilerini güçlendirecek şu ya bu burjuva güçle ittifaka girmekten asla çekinmeyeceklerdir. Ulusal sorunda Marksist tutum ezen ulus proletaryasının enternasyonalist bir eğitimden geçmesi için ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunmaktan geçer. Bu anlamıyla örneğin Çeçen halkı üzerindeki baskılara karşı koymayan ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmayan Rus işçi sınıfı Rus burjuvazisinin güdümünden kurutulamayacaktır.
Emperyalist Savaş
Emperyalist bir savaş tehlikesi, savaşın başlamasından yıllar önce ufukta belirir. I-İşçi sınıfı kendi ve diğer ülkelerdeki sınıf kardeşleri için hemen harekete geçmelidir. Ne var ki, bunun otomatikman gerçekleşmesini bekleyemeyiz. Emperyalist savaş önlenemezse, işçi sınıfının komünist öncüsünün görevi savaşta kendi kapitalistlerinin yenilgisini istemektir. Aksi takdirde, işçi sınıfını ulusal burjuvazisinin boyunduruğu altına girerek, öteki ulusların ezilmesi ve büyük devletlerin ayrıcalıklarının korunmasına sessiz kalır ve bütün ülkelerde devrimci proletarya parçalanır. Emperyalist savaşlar farklı ülkelerin işçilerini birbirine kırdırtır, onları böler, ulusal safsatalarla onları uyuşturur, kazanımlarının işçilerin elinden alınması, toplumun terörize ve militarize edilmesi için kapitalistlere büyük fırsatlar verir.
Savaştan zaferle çıkmış bir burjuvazi kendi işçi sınıfına karşı öncesine göre kat kat daha güçlü olacaktır. Böyle bir durumda, işçi sınıfı egemen sınıfın şoven ve milliyetçi fikirlerinin etkisine girecek, savunmasız bir konuma düşecektir. Karşı tarafın işçi sınıfı da aynı şekilde kendi hükümetinin yenilgisini istemelidir. Ancak kendi burjuvazisinin zayıflığı, işçi sınıfını devrime yaklaştırabilir. İşçi sınıfı gerçekten kurtuluşunu istiyorsa, önce kendi kapitalistlerini alaşağı etmelidir. Bunun için emperyalist savaşın yarattığı tahribattan faydalanmayı bilmelidir, çünkü emperyalist savaş kapitalist sınıfı ve onun burjuva devlet aygıtını zayıflatır. İşte, o zaman yapılması gereken emperyalist savaşı iç savaşa çevirmektir. Çünkü emperyalist savaş kapitalist toplumun topyekûn bir bunalımıdır ve iktidarı e
le almak için daha uygun bir zaman olamaz. Lenin’in ifadesi ile “savaş burjuvazinin devrime en güzel armağanıdır”.
Devrimci işçi sınıfı, çeşitli ulusların burjuvazileri arasında üstünlük uğruna sürmekte olan savaşımda kendi burjuvazisinin mağlubiyetinin devrimci olanakları güçlendireceği gerçeğinden hareketle devrimci yenilgici bir pozisyon almalı ve emperyalist savaşı devrimci iç savaşa çevirmenin yollarını aramalıdır. Bu anlamıyla barış çağrıları etrafında yürütülen pasifist propagandayla devrimcilerin bir işi olamaz. Böyle bir durumda “asıl düşman içeride çağrısı” etrafında yürütülecek devrimci propaganda sınıfın öncüsünün omuzlaması gereken tarihsel bir sorumluluktur.
Büyük bir emperyalist gücün zayıf ulusal devletlere karşı girişeceği işgal ve saldırılarda tüm dünya proletaryası emperyalist saldırganın yenilgisi için mücadele etmelidir. Bu, kesinlikle, saldırıya maruz kalan ülkenin milliyetçi burjuvazisine ilerici anlamlar bahşetmek şeklinde olmamalı, bilakis o ülkedeki devrimci sınıf hareketinin güçlenmesine ve muhtemel iktidar değişikliklerinde belirleyici bir rol oynamasına elden geldiğince yardımcı olunmalıdır. Bu anlamda dünyanın geri kalanından farklı olarak işgal ve saldırıya maruz kalan ülkenin devrimcileri kendilerini milliyetçi duruşlardan arındırarak çalışmalarını muhtemel rejim değişikliği durumunda iktidarın proletaryanın eline geçmesi hedefine odaklamalıdır.
Sendikalar
Sendikalar, kapitalistlerin işçi sınıfına karşı yürüttüğü azgın neoliberal saldırı dalgası boyunca özel olarak hedef alındı. Sendikaların başına çöreklenmiş bulunan sendikal bürokrasinin az olsun benim olsun tavrıyla bu yeni dönemi kabullenmesi sendikaların geri çekilişini hızlandırdı. Bunun neticesinde sendikalar büyük üye ve prestij kaybına uğrayarak geniş işçi yığınlarının uzağına düştüler, bunun neticesinde uluslar arası işçi sınıfı içerisinde geniş örgütsüz işçi yığınları oluştu. Bunun doğal sonucu olarak da Türkiye ve dünyanın hemen her yerinde en düşük ücretlerle ve en düşük iş güvencesiyle işçi çalıştırılan ucuz emek cennetleri ortaya çıktı. Diğer taraftan sendikalar gittikçe daha çok bürokratik bir kabuğa benzeseler de hala birçok işçinin kavgaya ilk atıldıkları mücadele okulları durumunda. Bu nedenle Marksistler sendikaları sendika bürokratlarına ve her türden çıkarcı şarlatana terk etmeyerek mücadeleci bir taban inisiyatifinin güç kazanması için mücadele ederler. Sendikal bürokrasiye karşı verilen mücadelede taban inisiyatifinin gelişimi, sınıf kavgasının seyri açısından çok önemli bir yerde durmaktadır.
Sendikal bürokrasi, üyeler tarafından denetlenecek yerde onlar yönetim aygıtı aracılığıyla üyeleri denetim altında tutarlar. İşçilerin sabrının taşacağı aşamada sendika yöneticileri tabanlarını kaybetmemek için istemeye istemeye daha aktif mücadele biçimlerine razı olur. Ama her durumda esas niyetleri, eylemcilerin enerjisini tüketip şevklerini kırarak işçi taleplerinin çok gerisinde kalan bir çözüm yolunu hazırlamaktır. Sendikalarda sağcı bürokratların yerine solcu bürokratların getirilmesi kesinlikle yeterli değildir, unutulmamalıdır ki mücadelemiz sendikalarda bürokrasinin kökünün kazınması için olmalıdır.
Sendikaların işçi mücadelesinin araçları olarak yeniden ele geçirilmesi, örgütsüz yığınların militan bir sınıf mücadelesi politikasıyla sendikalarda örgütlenmesi, çürümüş sendikal ağaların saf dışı bırakılması ve bürokratların ulusalcı zırvalarının yerine sendikal örgütlenmelerin uluslararası bir karakter kazanması için sendikalar içerisinde tabandaki işçilere dayalı muhalefet hareketleri oluşturulmalıdır. Bu muhalefetin temel programı, bütün sendika görevlilerinin seçimle işbaşına gelmesi ve geri çağrılabilmesi, sendika görevlilerinin maaşlarının işçilerin ortalama maaşları düzeyinde olması, bütün grevlerin yönlendirilmesinin tabandaki işçilere dayalı eylem komitelerinin denetiminde olması ve militan sınıf mücadelesinde ısrar üzerine inşa edilmelidir.
Sendikaların siyasi tarafsızlık söylemi işçileri aldatmanın bir diğer yoludur. Sınıf mücadelesi, adı üzerinde, söz konusu olduğu sürece herhangi bir tarafsızlıktan söz edilemez. Tarafsızlık sloganın ifadelendirilmesi, zaten siyasi tekel durumundaki kapitalistlere hizmet etmek anlamına gelir. Marksistler, sendikaların devrimci işçilerin siyasetini desteklemesi ve ücretli kölelik düzeniyle savaşmaya yardımcı olması için mücadele eder.
Kadın Sorunu
Kadının ezilmesi, tarihin belli bir anında, toplumların sınıflara bölünmesiyle ortaya çıkmıştır ve ancak sınıflı toplumların ortadan kalkmasıyla yok olacaktır. Kadının ezilmesinin nedenini erkekler olarak gösteren feminizmin aksine, Marksizm ezilmenin kaynağını sınıflı toplum düzeninde arar. Kapitalizmde kadının ezilmesi, ailenin, işgücünün yeniden üretilmesine hizmet eden bir birim olmasından kaynaklanır. Bu nedenle, kadının ezilmişliğinin sona ermesi ancak ev işlerinin ve çocuk bakımının toplumsallaştırılmasından geçer. Kar merkezli bir sistem olan kapitalizm yeniden üretim sürecinin yükünü çekirdek ailenin omuzlarına yüklemektedir. Aile içerisinde de yükün büyük kısmı kadınların üzerindedir.
Yeniden üretim süreçlerinin toplumsallaştırılarak kadının bu yüklerden kurtulması ancak sömürü sisteminin yıkılması ile mümkün olabilir. İşçi iktidarının kurulması ile birlikte mutfak ve çocuk bakımı ile evlilik ayrılacak; aile işgücünün yeniden üretildiği toplumsal bir birim olmaktan çıkarılacaktır. Ev işleri ve çocuk bakımı kurulacak olan toplu yemekhane, çamaşırhane, kreş ve çocuk yuvaları ile toplumsallaşacaktır. Bugün aile içinde büyük oranda kadının sırtına binen hizmetler iyi bir donanım ve işçi demokrasisi yönetimi ile çok daha iyi bir şekilde yerine getirilebilir. Böylelikle emekçi kadınların bugün yaşamlarının bir parçası durumunda olan yoksulluk, yalıtılma ve ezilmenin yerini yüksek bir yaşam standardı, gerçek seçme özgürlüğü ve cinsiyet eşitliği alabilir.İşçi iktidarı altında her alanda gerçek bir kadın erkek eşitliği sağlanacak, ücretler eşitlenecektir. Kadını ezen her türlü uygulamaya son verilecektir.
İsteyenler için kürtaj ücretsiz hale getirilecek, boşanma kolaylaştırılacak, zina ve eşcinsellik suç olmaktan çıkarılacak, istenildiği kadar ücretli doğum izni sağlanacak ve meşru-gayri meşru çocuk arasındaki ayrım kaldırılacaktır. Elbette, devrimle birlikte cinsiyetçilik dâhil olmak üzere kapitalizmin ideolojik mirası hemen yok olmayacaktır.Ancak, maddi temelleri ortadan kaldırıldığından bu mirası yok etmek çok kolay olacaktır.
Komünist toplum ise özel mülkiyeti kaldıracağından ve çocukları toplumsal olarak eğitecek olduğundan, cinsler arasındaki ilişkilere toplumun karışmaya hakkı olmadığı bir özellik kazanacaktır. Dolayısıyla evliliklerde şimdiye kadar var olan, kadının kocasına, çocuğu ebeveynlerine mülkiyet ilişkileriyle bağlayan ikili temeli yok edilecektir. Kapitalizmde, aile sadece yeniden üretim ve tüketim birimi değil, sistem için ideolojik bir silahtır da. İşçi sınıfının yarıya yakınını kadınların oluşturduğu göz önüne alındığında kadının ikincil toplumsal pozisyonunun ideolojik ifadesi olan cinsiyetçilik, sistemin işçi sınıfını bölmek ve kolektif mücadelesini engellemekte kullandığı en önemli egemen fikirlerinden biridir. Bu nedenle, kadın sorunu, devrimci Marksistler açısından ikincil bir sorun değil, ulusal sorun, emperyalist savaşlar, iktidar sorunu kadar merkezi bir sorundur.
Devrimci Marksistler, kadının nihai kurtuluşunun ancak sosyalist devrim sonrasında mümkün olabileceğini bilseler de kapitalizmin sınırları içinde de cinsiyetçiliğe, kadını ezen uygulamalara karşı mücadele ederler. Devrimci Marksistler aynı zamanda, bütün kadınların çıkarları ortakmış gibi gösterip işçi kadınların öfkesini işçi erkeklere yönlendirerek hedef saptıran feminizme karşı ideolojik mücadele verirler. Marksistler cinsel yönelimin ve her türlü gönüllü cinsel etkinliğin özel bir sorun olduğunu ve kişisel seçime bağlı bulunduğunu savunur. Buna paralel olarak insanların istedikleri cinsiyeti seçmeye ve genel olarak özel yaşamlarını diledikleri gibi yaşamaya hakları vardır. Bu anlamda Marksistler her türlü cinsel ayrımcılığa karşı mücadele verirler. 20. yüzyılın başı gibi bir tarihte Bolşevikler eşcinselliği serbest bırakarak yeryüzünde bunu yapan ilk yönetim olmuşlardır.
Faşizm ve Faşizme Karşı Mücadele
Faşizm, kitle tabanını küçük burjuvazide bulan, burjuva devletin kolluk güçlerinden ayrı olarak örgütlenmiş aşırı sağcı, radikal bir akımdır. Doğal tabanını küçük burjuvazinin oluşturduğu faşist hareketler esas olarak tekelci kapitalistlerin maşasıdır. Faşizm, proletaryanın sınıf mücadelesinin yeniden canlanışının önüne geçmek için programını, işçi örgütlerinin yıkılması, sosyal reformların yok edilmesi ve demokratik hakların tümden imhası üzerine kurmaktadır. Kapitalist sistemin krizden uzak, toplumsal muhalefetin zayıf olduğu dönemlerde faşist hareketler olası acil görevler için kenarda bekletilir, devrimci muhalefetin tekrardan canlandığı dönemlerde faşist hareket devreye sokulur.
Faşizmin başlıca işlevi, işçi sınıfının bütün özerk örgütlerini, buna en reformist ve en sınıf işbirlikçisi de dâhil tümüyle ezmek, işçi sınıfını birbirinden kopuk parçalara bölmek, dağıtmak ve yıldırmaktır. İşçi hareketinin kalıntılarını, ülkenin ekonomik, toplumsal yaşamını etkilemeyen küçük yasa dışı grupçuklar durumuna düşürmektir. ‘Faşizm küçük burjuvaziyi finans kapitalin çıkarları için seferber etmenin yoludur.’ Faşizm iktidara, işçi sınıfına ve demokratik kurumlara karşı kullandığı küçük burjuvazinin sırtından gelir. Ama iktidardaki faşizm hiç de küçük burjuvazinin iktidarı değildir. Tam tersine tekelci sermayenin acımasız diktatörlüğüdür. Faşist diktatörlük sayesinde kapitalistler bir devrim tehlikesini atlatmanın yanında içine düştükleri ekonomik krizden de çıkma fırsatı yakalarlar.
Faşist diktatörlükler bunu, yoğun bir emek disiplini ve sömürüsü ile sağlarlar. Faşist hareketlerin bir diğer özelliği de yaygın bir tedhiş ve şiddet hareketleriyle farklı olanı sindirerek, emir komuta zincirini geliştirerek gelişmesidir. Faşist hareket, kolektiviteden uzak ve örgütsüz küçük burjuva kitleleri örgütleyebilmek için bir sokak hareketine; mahalleleri, okulları vb. kontrol eden bir sokak gücüne ve paramiliter unsurlara ihtiyaç duyar. Faşizme karşı mücadelede doğru yöntemlerle hareket etmek gerekmektedir. Stalinist halk cephesi taktiği, burjuvazinin bir kısmını ilerici ilan ederek faşizme karşı ılımlı burjuva unsurlarla işbirliğini salık vermektedir. Bir tarafta en şovenist tekeller, diğer tarafta daha ‘ılımlılar’. Temelde sınıf işbirliği olan bu taktik, gerçeğin tamamen ters yüz edilmesidir. İşçi hareketi karşısında duydukları korku ve düşmanlık konusunda birbirleriyle kenetlenmiş durumda olan kapitalistler faşist hareket sayesinde yükselen devrimci dalgayı durdurmak isterler. Yine faşist diktatörlük dönemlerinde kapitalistler iş disiplinini ve emek sömürüsünü artırmış, ücretleri kısmış ve krizden de çıkıp aşırı karlar elde etmişlerdir.
Dimitrov’un ortaya attığı ılımlı kapitalistlerle kurulacak halk cephesi taktiği, en temel Marksist önermeleri bulandırmış ve resmi komünist partiler aracılığıyla tüm dünyada işçi sınıfına ihanet anlamı taşıyan politikaların uygulanmasına yol açmıştır. Resmi komünist partiler, müttefikleri burjuva partiler korkmasın diye işçilerin militan mücadelelerini engellemiştir. Böylece faşizmi durdurmanın tek yolu olan işçi sınıfının radikal sınıf mücadelesi Stalinist ‘komünist’ partiler tarafından engellenmiştir. Dimitrov’un tezinin amacı somut durumun nesnel analiziyle işçi sınıfına yol göstermek değil, Britanya ve ABD emperyalizmi ile kol kola giren Stalinist Rusya’nın dış politikasına teorik malzeme hazırlamaktır.
Faşist güçleri dağıtmanın yolu örgütlü işçi sınıfını devreye sokmaktan geçer. Bu anlamda Marksistler “faşizme karşı sınıf savaşı” sloganını şiar edinmişlerdir. İşçi sınıfının kolektif gücü faşist çeteleri un ufak edeceği gibi onların arkalarındaki güç olan kapitalistlere de gereken cevabı verecektir. Halk cephesinin pasifizmi ve sınıf işbirlikçiliği ne kadar hatalı ise faşizme karşı küçük burjuva maceracılığı ve bireysel terör yöntemleri de o kadar hatalıdır. Misillemelere dayanan küçük burjuva maceracılığı temelde küçük gruplara dayanır ve sonuçta işçi sınıfı merkezli kitlesel mücadeleyi geri plana iter. Bu yöntemler çoğu durumda bulanık suda balık avlamayı seven faşist hareketlerin ekmeğine yağ sürer, mücadeleyi onların güçlü olduğu alana taşır ve misillemeler kitlelerde yorulma yaratır. Bu nedenlerle Marksistler faşizme karşı mücadelede pasifizme karşı sınıf savaşını; bireysel terör yerine kitlesel terörü savunurlar.Eğer işçi kitlelerini sadece kendi bayrağımız altında toplayabilseydik ve eğer sosyal demokrat partileri, sendikaları ve bütün reformist unsurları hemen aşabilseydik, tabii ki en güzeli bu olurdu. Ancak, sınıfın politik bilinci metodik ve düzenli bir biçimde olgunlaşmaz; bütün süreçlerin sıçramalarla geliştiği devrimci dönemde bile derin iç bölünmeler mevcut durumdadır. Aynı zamanda da partilerin üstünde yer alan ve sınıfın bütününü kapsayan bir örgütün gerekliliği son derece acilleşir.
Birleşik cephe komünist ve sosyal demokrat işçi kitlelerinin birliğini sağlamak için kurulur. Reformist fikirleri sahip işçileri bu fikirlerden kurtarmak, liderlerinin ihanetlerini gözler önüne
sermek ve mücadele içindeki kitlelerle kaynaşarak onlar üzerindeki devrimci etkiyi artırmak için birleşik cephe politikası olmazsa olmazdır. Oluşturulan blok sadece pratik kitle eylemleri için yaratılır. Yapılacak propaganda açık seçik ilkeler ve kesin bir programa dayandırılmalıdır. Komünistler örgütsel bağımsızlıklarından, serbest propaganda haklarından taviz vermeyip, yani ayrı yürüyüp birlikte vurmalıdırlar. Birleşik cephe politikasının rolü, mücadele etmek isteyenleri istemeyenlerden ayırmaktır; bocalayanları ileri itmektir; tavizci yöneticilerin itibarını işçilerin gözünde düşürmek ve böylece sınıfın mücadele gücünü arttırmaktır. Birleşik cephe, sadece faşizmin yenilgisini müjdelemez, aynı zamanda sosyal devrimin kapılarını aralar.
Faşizme karşı mücadele, faşist güçlerin burjuvazi isterse iktidarı alacak kadar güçlendiği zaman değil, bugünden başlamalıdır. Krizin ve sınıf mücadelesinin derinleştiği anlarda burjuvaziye faşist güçleri tercih edebilme şansı bırakmamak için bugünden faşistleri bulundukları her alandan temizlemek gerekir. Ezilenleri günah keçisi ilan ederek toplumsal önyargıları kullanıp büyüme şansı elde eden faşist hareketin örgütlenme girişimlerine bile izin verilmemelidir. Unutulmamalıdır ki karşımızda fikirler üzerinden gelişen bir hareket bulunmamaktadır. Faşist hareket kendisini sınıf hareketine, devrimcilere, azınlıklara ve toplumsal farklılıkların her türüne karşı kullandığı doğrudan şiddet üzerinden geliştirir. Bu nedenle faşizme karşı salt fikirsel mücadeleyi salık veren pasifizmin kitleler içerisindeki etkisi kırılmalıdır. Bu çerçevede faşistlere karşı kitleleri harekete geçirebilecek yöntemlere ağırlık vermek belirleyici olacaktır.
Proletarya Enternasyonalizmi ve Ulusalcılıkla Mücadele
Dünya ulus devletlere ve ulusal kimliklere bölünmüş olmasaydı, enternasyonalizm diye bir sorunumuz olmayacaktı. Kapitalizm serpilip gelişebilmek için, gümrüklerle korunan ve böylelikle onu başka kapitalistlerin yıkıcı rekabetinden koruyan sınırlara ihtiyaç duyar. Bu sınırların içinde kalan bölgede, bu sınırların içindeki kapitalistler ayrıcalıklıdır. Çok uluslu şirketlerin de çok sıkı bir şekilde bağlı bulunduğu bir ulus devlet vardır. Örneğin, bu ulus-devlet, General Motors için ABD, BP için Ingiltere, Volkswagen için Almanya, Toyota için Japonya’dır. Bu şirketler, bu ulus devletlerde başka ulus devletlerde olduğundan defalarca kat daha etkilidirler. Yine bu ulus devletler, özünde bu şirketlerin çıkarlarını korumak için vardırlar.
18.yy’ın sonu ve 19.yy’ın büyük bir bölümü boyunca ticaret ve yeni üretim teknikleriyle yükselen burjuvazi, her yeniliğin önündeki en büyük engel haline gelen feodal imparatorlukları parçaladı ve bunların yerine ulus devlet denen, ulusal pazarları geçirdi. Bu süreçten önce, vatanseverlik diye bir kavram yoktu, insanlar kendilerini ulusal kimlikleriyle değil, dini kimlikleriyle ifade ediyorlardı. Kısacası, yurtseverlik-vatanseverlik gibi kavramlar burjuva ulus devletler icat edilirken ortaya atılmış ve burjuvazinin feodalizm karşısındaki zaferiyle yerleşmiştir.
Tarihin sınıf savaşımlarının tarihidir ve kapitalizmde de bu savaş işçi sınıfı ile burjuvazi arasında devam etmektedir. Sınıf savaşımının tarafları olan bu iki sınıfın arasında uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları vardır. Birbiriyle zıt çıkarlara sahip sınıflardan oluşan kapitalist sistemde bu sınıfların çıkarları hiçbir şekilde ulus, devlet, millet gibi kavramlarla ortaklaştırılamaz. Dolayısıyla yurtseverlik, ulusalcılık, bağımsızlıkçılık ve vatanseverlik gibi ideolojik iddialar uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin üzerini örtüp işçi sınıfı mücadelesini o ya da bu şekilde burjuvazinin yedeğine sokar.
Kapitalizm bir dünya sistemidir. İşçi sınıfının eylemlerinin sonuçları evrenseldir, çünkü kapitalist ülkeler birbirlerinden yalıtık değildirler. Herhangi bir ülkedeki sınıf hareketi tüm ülkelerin kapitalistleri tarafından tehdit olarak görülmektedir. Bu yüzden o ülkenin işçileri, diğer ülkelerin işçilerinin aktif desteğine muhtaçtır. Bu destek, bir ülkenin işçileri kendi kapitalistlerini devirerek, kendi iktidarlarını kurduktan sonra da devam etmek zorundadır. Çünkü kapitalistler sosyalizmi yaşatmamaya kararlıdır. İşçi iktidarı, sürekli bir kapitalist tehdit altında komünizme ilerleyemez, bunun iktisadi olarak mümkün olmaması bir yana, kapitalist tehdit altında devlet sönümlenemez, tersine güçlenir.
Enternasyonalist tutum, Türkiye’de kendisini en acil olarak, on binlerce insanın canına mal olmuş Kürt sorununda ifade etmektedir. Türkiye proletaryası, kendi sınıf çıkarlarına sadık kalacaksa, Türkiye burjuvazisinin ulusal sorunda izleyeceği şovenist, inkarcı, saldırgan politikaları desteklememelidir. Eğer, ezen ulus işçi sınıfı ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanımıyorsa, kendi patronlarının hegemonyasında daha uzun bir süre kalacak demektir. Ulusal sorun konusunda enternasyonalist tavır, Türkiye’de politik radikalizmin ifadesi olma açısından önemli bir ölçü görevi görmektedir. Devrimci Marksistler, daima bu konuda en sağlam duruşu göstermelidirler. Enternasyonalist tavrın Türkiye’de yeni bir işçi gençlik kuşağı içerisinde güçlenebilmesinin önündeki en büyük engellerin başında Kemalizmin yaygın etkisi gelmektedir.
Kemalizm, Türkiye’nin tarihsel gelişiminin özgünlüğünde burjuva ulus devleti inşa etme ve buna paralel biçimde yerli bir sermaye sınıfı geliştirme projesinin adı olmuştur. Özü itibariyle milliyetçi olan Kemalist düşünce biçimi, Türkiye sol hareketi üzerinde bir hayli etkili olmuştur. Bu nedenlerle yurtsever ulusalcılığa karşı verilen devrimci enternasyonalist mücadele çerçevesinde Kemalizmin etkisinin kırılması büyük önem arz etmektedir.