Modernizm ve Aydınlanma Hedef Tahtasında – Güneş Gümüş

Modernizm ve Aydınlanma Hedef Tahtasında – Güneş Gümüş

20. yüzyıl kendisinden önceki yüzyıllardan daha fazla kan ve gözyaşıyla yoğruldu. Kapitalizm, aşamadığı çelişkilerin yeşerttiği her krizde barbarlığı imdada çağırmaktan geri durmadı. Sermayenin üzerinde şekillendiği ulus-devletler arası gerilimler iki dünya savaşının yıkımını getirdi; Alman kapitalistleri sistemi ayakta tutmak için faşizme bel bağladı, dünya gaz odalarında kitle katliamının şokunu yaşadı; ABD’nin dünyanın tepesine oturmasının yolu atom bombalarıyla döşendi…  

Bu “yeni” barbarlığın sorumlusu kimdi? Frankfurt Okulu, Aydınlanma’yı, vaat ettiklerinin aksine insanlığın yeni bir barbarlığa batışının sorumlusu ilan ediyordu. Bu ekolden postmodernizmin teorisyenlerine uzanan bir düşünce çizgisi modernleşmeyi Aydınlanma ile özdeşleştirerek bütün kötülüklerin yaratıcısı saydı. Post etiketi de zaten modernizmden bir kopuşu varsaymaktaydı. Bu düşünsel perspektif, Aydınlanma’nın özneleştirdiği kolektif failin ve onu oluşturan bireyin ölümünü ve her biri açısından içeriği değişse de yapının (ideoloji olur, tahakküm sistemleri olur, devlet olur) mutlak hakimiyetini ilan ederken derin bir karamsarlık ve sona gelinmişlik hissi pompalıyordu.

Gerçekte Aydınlanma çağı öncesinde de yaşanıyorken de dünyada barbarlık kol geziyordu. Kapitalizmin gelişmesi için elzem olan ilkel birikimi sağlamak adına 16. yüzyıldan itibaren Afrikasından Amerikasına doğa ve insan talan edilmiş; emekçi sınıflar canı çıkasıya sömürülmüştü: “17. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başı arasında 12 milyon kadar Afrikalı Atlantik’i geçti. Bunlardan yaklaşık 1,5 milyonu yolculuk sırasında hayatını kaybetti… Plantasyonlarda yetersiz beslenen, aşırı çalıştırılan ve kırbaçla disipline edilen köleler arasında ölüm oranı inanılmaz yüksekti” (Faulkner, 2014:159). Eşitlik, özgürlük, kardeşlik nidalarıyla yükselen Fransız Devrimi sürerken dünyanın başka köşelerinde sermaye, köle emeğinden ya da berbat üretim koşullarında çalışan zamanın emekçileri olan kadın ve çocukların kan ve terinden besleniyordu. Fransız Devrimi’nin vaadi eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğün gelmediğini gören emekçiler, Babeuf İsyanı’ndan itibaren defalarca ayaklandılar ve karşılığında tıpkı Afrikalı köleler gibi süngülendiler. Burjuvalar 1871’de Paris topraklarını ve kaldırımlarını katledilen 20 bin Komünarın kanıyla yıkamıştı. Kısacası kapitalizm, sınıflı toplumların barbarlığını, doğumundan bugüne en üst seviyeye ulaştırdı: “Eğer para, Augier’in dediği gibi, ‘dünyaya, bir yanağında doğuştan kan lekesiyle geliyor’sa, sermaye tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak geliyor” (Marx, 2000: 724).

Aydınlanma Meselesi

Her ne kadar postmodernistler tarafından Aydınlanma hedef tahtasına oturtulsa da Aydınlanma’nın içinde geliştiği dönemden kopuk bir düşünsel ve sosyal hareket olması mümkün değildi. Avrupa’da feodalizmden kapitalizmde geçişte üç  kritik düşünsel dönemden bahsetsek bunlar Rönesans, Reform ve Aydınlanma olacaktır. Bu düşünsel sıçramalar zamanlarında büyük devrimci roller üstlenmiştir. Büyük Fransız Devrimi bu düşünsel geleneğin en radikal zirvesini de ifade eder. Ama hemen ardından hayal kırıklığı gelecektir. 

Aydınlanma üç temel iddia üzerinde yükseliyordu. Birincisi, doğa olaylarının doğa yasalarına (toplumsal olayların da sosyal yasalara) tabi olduğu ve insanın dine ihtiyaç duymadan aklıyla bu yasaları kavrayabileceği iddiasıydı. İkincisi, her toplumun aynı ilerleme hızında olmasa da doğrusal bir yönde aynı gelişme rotasında ilerlediği fikriydi. Aydınlanma ilerlemeci bir tarihsel gelişim anlayışına sahipti. Üçüncüsü, insanın belirli bir din ya da toplumsal konuma sahip olmasına bakılmaksızın sadece insan olmasından kaynaklanan evrensel haklara sahip olduğu iddiasıydı. Bu temel varsayımlarla Aydınlanma; bilimsel yöntem, sosyal teori ve kişisel değerler alanında döneminin radikal eleştirisini yükseltti. İnsanın aklıyla kendisini mistik güçlerin/dinin dogmatizminden kurtarıp ampirik bilgi aracılığıyla dünyayı kavrayıp değiştirebileceğini, refah ve özgürlüğe ulaşabileceğini savundu. Bu düşünsel hareket Amerikan ve Fransız Devrimi’nin Robespierre, Jefferson, Paine gibi önde gelen isimlerine de ilham verecekti. 

Aydınlanma, bireyin kendi aklıyla dünyayı kavrayabileceği ve idare edebileceği fikrini savunurken laik bir dünya görüşünü öne sürüyordu. Bu perspektif, ilahi bir otoriteden aldığı güçle toplumu yöneten feodalizmin egemenlerine doğrudan bir ideolojik saldırıydı. Zaten Aydınlanma döneminin en radikal isimlerinin, kapitalizmin siyasal egemenliğinin bir devrimle yerleştiği Fransa’dan çıkması çok tesadüf değildi. Kapitalizmin gelişimi de bireyin merkeze alınmasına ihtiyaç duyuyordu. Kapitalist üretim ilişkileri, halkın “özgür” emekçiler haline gelebilmesini ve feodal yükümlülüklerden kurtulmasını gerektiriyordu. Artık toprakla alınıp satılan köylülerin değil ihtiyaç olduğunda iş verilen, olmadığında açlığa terk edilen “özgür” emekçilerin zamanıydı. Diğer yandan da feodalizmin egemenlerinin ilahi otoriteye dayanması karşısında burjuvazi, insanların kendi kendilerini yönetmeleri iddiasına dayanan “demokratik” bir devlete daha çok ihtiyaç duyuyordu. Kendinden önceki sınıflı toplumlardan farklı olarak kapitalizmin artı-değere el koyması ekonomi alanında gerçekleşiyordu. Dolayısıyla siyasal ve ekonomik otoritenin bir olmasına ihtiyacı olmadığı gibi ulus-devlet modeliyle birlikte çok detaylanmış siyasal yönetimin özelleşmesi, kapitalistlerin kendi ekonomik işlerine yoğunlaşması açısından da elverişliydi. Zaten sermayenin rekabet halinde olduğu düşünüldüğünde siyasal yönetimin ayrıksılaşması ve sermayenin genel çıkarlarının kollayıcısı olması en idealiydi. Bütün bunların yanında halkın kendi kendini yönettiği iddiası (parlamenter sistem, oy hakkı, seçimler) kapitalist düzen açısından da her zaman önemli bir meşruiyet kaynağı olmuştu. 

Ya Modernizm?

Modernizm hem taraftarı hem de karşıtı olmuş düşünürler tarafından insan toplumun gelişiminde bir evre olarak görülmüştü. Modernite; Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketlerinin yarattığı siyasal, sosyal ve düşünsel dönüşümlerin zemininde gelişmişti. Moderniteyi hangi zaman aralığında tanımlamak gerektiği konusunda tartışma olsa da moderniteyi  oluşturan bazı parametreler konusunda ortaklık oluşmuş gibidir; bilimsel keşifler, sanayileşme, nüfus değişimleri, kentleşme, ulus-devlet, kitle hareketleri, uzmanlaşma, teknoloji, ussallaşma, demokrasi, laik yaşam tarzı… 

Komünist Manifesto’nun şu ifadeleri kendinden önceki çağdan büyük bir kopuşu ifade eden büyük çalkantı ve dönüşümleriyle modernliği tarifler:

Üretimin durmaksızın altüst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı burjuva dönemini öteki bütün dönemlerden ayırt eder. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler arkaları sıra gelen eskiden beri saygıdeğer tasavvur ve görüşlerle birlikte silinip gider; yeni oluşanlar ise daha kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir. katı olan her şey buharlaşıyor; kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlanıyor (Marx ve Engels, 2014: 44). 

Modernizm, kapitalizmin küresel düzeyde hakim üretim biçimi haline gelmesiyle şekillenen bir uygarlık oldu. 1500’li yıllardan itibaren ortaya çıkan kapitalist dünya pazarının itki verdiği sosyal gelişmeler hem toplumları hem de bireylerin yaşamları, değerleri üzerinde etki yaptı. Modernizm, kapitalizmin hakim olduğu bir dünyada ortaya çıkan iktisadi, siyasi ve kültürel özelliklerin bir bileşkesidir. Dünyanın her köşesinde (ve elbette ki bu topraklarda) modernleşme kapitalist uygarlığa dahil olma, sanayi kapitalizminin gelişmesinin ekonomik, siyasal ve sosyal koşullarının yaratılması olarak kavranmıştır. Modernleşme denildiğinde akla gelen meta ekonomisinin kurulması, teknolojik ilerleme, ulus-devletleşme, yasal-laik-akılcı bir yönetim anlayışının devlete hakim olmasıdır. 

Kapitalizm, kendinden önceki üretim biçimlerinden farklı olarak küresel ölçekte hakim model haline geldiğinde dünya üzerindeki neredeyse bütün ekonomik ilişkileri kendine tabi kıldı. Dünyanın en geri köşelerinde bile meta ekonomisinin ilkeleri işler hale geldi. Bu durumun dünya çapında bireysel ve toplumsal deneyimleri homojenleştirici etkisi çok belirgindir. Sonuçta meta ekonomisi üretim faaliyetini gerçekleştirecek emekçileri işyerlerinde birleştirirken kent nüfusunu büyüttü. Üretimde karı maksimize etmek adına makineleşmek artarken emekçi sınıfların eğitim düzeyleri yükseldi; benzer içerikler taşıyan kitlesel eğitim bir dünya fenomeni oldu. Sermayenin üzerinde en güçlü şekilde serpileceği ulus-devletler kapitalizm açısından kritik rol oynadı; bu ulus-devletlerde en ideal yönetim biçimi – elbette işler egemen sınıf için iyi gittiği sürece – “demokratik” bir yönetim anlayışı oldu.

Marksizm Aydınlanma’nın Neresinde?

Marksizm, Aydınlanma geleneğinin bir parçası mıdır; onun devamcısı mıdır? Aydınlanma, 18. yüzyılı kapsayan bir düşünsel hareketti. Elbette ki insanlık tarihi boyunca her düşünsel-bilimsel gelişim kendinden önceki bilim insanlarının-teorisyenlerin-filozofların birikimlerinden beslenerek gerçekleşti. Marks da kendi öncüllerinin teorik açılımlarını kapitalizmi açıklamak ve onu alaşağı edecek yolu keşfetmek için kullandı: Adam Smith ve David Ricardo’nun emek değer teorisi, Hegel’in diyalektiği, Feuerbach’ın materyalizmi, Babeuflerin sosyalizmi… Liste uzar gider. Aydınlanma Çağı’nın doğa ve toplumun insan aklıyla kavranabileceği iddiası Marksizm tarafından paylaşıldı, evet. Ama kapitalizm, feodalizm karşısında zaferini ilan ettiği anda gericileşmeye başlamış; bilimi büyük çoğunlukla kendi sınıfsal çıkarlarının hizmetine almıştı. Marks bu gerçeği ilk ifşa eden, Aydınlanma’nın burjuvazi tarafından kaldırılan tabutuna son çiviyi çakan isimdir. Dünyayı sınıflar arasındaki savaş üzerinden kavrayan Marksizm, bilimin de sınıflar üstü olmadığını, var olan bilimsel faaliyetlerin egemen sınıfın hizmetinde olduğunu ilan ederek aklın hakimiyetinin niteliğini ortaya koymuş oldu. Tarihin bu maddeci yorumu Aydınlanma’nın aşılmasıydı. Aydınlanmanın idealizmi, tarihi aklın ve bilimin ilerlemesi olarak anlatırken Marksizm tarih sınıf savaşımlarının tarihidir diyerek bilim ve aklın hayali bağımsızlığı mitini sonlandırıyordu. 

Marksizm, bir yandan da sosyal teoriyi kapitalizmin gerçek işleyişine ve onu alt etmenin yöntemini sunan bir araca dönüştürerek kapitalistler açısından tehlike çanlarını çaldırdı. Burjuvazinin ileri bir rol oynama kapasitesinin sona ermesi açısından 1848 devrimleri bir milat oldu. 1848 devrimleri döneminde işçi sınıfıyla sokakta karşı karşıya gelen burjuvazi, kapitalizmi devrimsel atılımlarla yerleştirmenin tehlikelerini hızla keşfederek feodalizmin egemenleriyle uzlaşma ve siyasal iktidarı yavaş yavaş ele geçirme yoluna gitti. Bu tarihten itibaren şişeden çıkan cini (devrimcileşen alt sınıfları) şişeye geri sokmak için geleneğin gücüne bel bağlayanın burjuvazinin kendisi oldu: din tekrar yardıma çağırıldı, muhafazakar aile yeni bir biçimde ayakları üzerine oturtuldu. Aklın egemenliği denilen şey, akıl ve bilimin kapitalist üretimin çıkarları çerçevesinde düzenlenmesinden başkası olmadı.

Postmodernistler, idealist bir temelden düşüncenin sanki maddi yaşamdan bağımsız bir gelişimi, ilerleyişi olabilirmiş gibi akıl ve bilimi hedef tahtasına oturtmakta. Değer ve amaçları hiçe sayıp bilim ve aklı merkeze alınmasına yol açtığı için Aydınlanma’yı suçlamakta. Bugün teknolojik ilerlemenin motoru üretim araçlarının birbiriyle rekabet halindeki sermayelerin denetiminde olması ve bu alandaki özel mülkiyetin daha çok kar ve/veya doğanın daha yoğun talanı için teknolojik gelişmeleri beraberinde getirmesidir. Teknolojik gelişmelerin en yoğun olduğu sektörler üretime yönelik Ar-Ge çalışmalarıyla silah teknolojisi alanı olması tesadüf değildir. Kısacası bilim, akıl, teknoloji toplumu esir alan kendinden menkul güçler değil; aksine burjuvazinin çıkarları çerçevesinde şekillendirilen araçlardır.

Son olarak Aydınlanma geleneğinin tarihsel gelişmeyi doğrusal bir süreç olarak görmesine karşısında Marksizm tarihe diyalektik bir bakışla yaklaştığını belirtelim. Marksizm açısından tarih çelişkili bir gelişime sahiptir ve hep ileriye doğru gitmek bir yana Rosa Luksemburg’un “ya barbarlık ya sosyalizm” sözünde ifadesini bulduğu gibi çöküşlere de kapı açıktır. 

Modernizme Nasıl Bir Eleştiri

Kapitalist modernitenin başlangıcından itibaren hayat verdiği büyük dönüşümler karşısında korkuya kapılarak geçmişe romantik bir özlemin çağrısını yapan geniş bir siyasal yelpaze olmuştur. Kapitalizmin romantik eleştirisi Edmund Burke örneğindeki gibi muhafazakar bir temelden olabileceği gibi amacın doğadan kovulmasına giden aklın araçsallaşmasına karşı çıkış üzerinden Weber’deki gibi liberal bir teorisyende de yansımalarını bulabilmektedir.

Grundrisse adlı eserinde Marks, burjuva düşüncesinin modernizm ve onun antitezi romantik bakışın ötesine ilerleyememesini anlatmıştır:

Burjuva iktisatta – ve ona karşılık gelen üretim çağında-, insan içeriğinin işleyişi tümüyle bir içeriksizleşme olarak, bu evrensel nesneleştirme tümüyle bir yabancılaşma olarak ve insanın bütün sınırlı, tek yanlı hedeflerinin insanın kendi içinde hedefine bir kurban biçiminde ortadan kalkması da tümüyle dışsal bir hedef olarak görünür. Bu nedenle antikitenin çocukça dünyası bir yanda daha yüce olarak görünür… o başlangıçtaki bütünlüğe geri dönmek için duyulan özlem, tarihin bütün bir boşluğu ile duraklama noktasına geldiğine inanmak kadar gülünçtür. Burjuva bakış açısı, kendisi ile bu romantik bakış açısı arasındaki antitezin ötesine bir türlü ilerleyememiştir ve bu nedenle romantik bakış açısı bir meşru antitez olarak  ona, o mübarek sona ulaşana kadar eşlik edecektir (aktaran Callinicos, 2001: 65-66).

Marks’ın tespitlerindeki haklılığını postmodernist ekolde görmekteyiz. Postmodernizm modernite eleştirisinde felsefi romantizmin eleştirisini devralmıştır. Postmodernist teorisyenler Marksizmi modernist projenin bir parçası olarak yaftalayadursunlar Marksizm açısından modernite; kapitalizmin yarattığı iktisadi, siyasi ve kültürel özelliklerin bir bileşkesi olarak ortaya çıkan bir küresel uygarlıktır. Marksizm kapitalist moderniteyi ortadan kaldırmayı ve bunun için de gerekli nesnel koşulları açığa çıkarmayı (işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşması, kapitalizmin derin bir krize girmesinin imkanları gibi) ve aslen de bu uğurda öznel güçleri (işçi sınıfını) harekete geçirmek için mücadele etmeyi önüne koymaktadır. Marksizmin hedeflediği işçi iktidarından komünizme kadar uzanan yeni toplumlar, romantizmin en çok dert edindiği insani yabancılaşmayı da sonlandıracak tek yoldur. İnsanlık ancak emeğine yabancılaşmasının son bulmasıyla bütün toplumsal ilişkileri etkileyen insani yabancılaşmanın önüne geçebilecek. Sömürünün, artı-değerin ortadan kalktığı bir dünyada insan doğa bütünleşmesi tekrar mümkün olacaktır.

 

Kaynakça

1- Callinicos, A. (2001) Postmodernizme Hayır, Ankara: Ayraç.

2- Faulkner, N. (2014) Marksist Dünya Tarihi, İstanbul: Yordam.

3- Marx, K. ve Engels, F. (2014) Komünist Manifesto, Ankara: Sol.

4- Marx, K. (2000) Kapital – Birinci Cilt, Ankara: Sol.

 

KATEGORİLER