Mikrofon Emekçilerde 27: Özel Üniversite Emekçileri Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi (VÜDAM)’nde Buluşuyor!

Mikrofon Emekçilerde 27: Özel Üniversite Emekçileri Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi (VÜDAM)’nde Buluşuyor!

Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi yola çıktı. Çıkış bildirinizde amaçlarınızla birlikte somut taleplerinizi de ifade ettiniz. Genelde toplumda akademisyenlerin ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu düşünülür. Hangi sorunlar sizi bir araya getirdi?

Öğrenci iken bizlere de hep bu şekilde anlatılırdı, belki toplumda bu şekilde bir düşünce olması üniversitelerde tepeden inme düşünce silsilesinin nasıl etkili olduğunun bir göstergesidir. Ancak akademide bizzat bulunan herkes, serbest piyasa mantığının hayatın her alanını ele geçirdiği günümüzde üniversitelerin de bundan azade olmadığını biliyor. Aslında yıllardır biriken bir sürecin sonucudur bu buluşma: eşit işe eşit haklar talebinin bastırılması; liyakatsizliğin alabildiğine artması; akademik ünvanlar vasıtasıyla oluşturulan hiyerarşik gücün üniversitenin tüm bileşenlerini kontrol eder hale gelmesi; akademik emeğin gittikçe piyasalaştırılması ve güvencesizleştirilmesi. Bu sorunlar ve pandemi süreci ile emekçilere verilen gerçek değerin iyice anlaşılması her alanda işçileri bir araya gelmenin yollarını aratmaya itiyor. Bizler de bu arayışlar sonucunda bir araya gelen eğitim emekçileriyiz.

Özellikle İstanbul’da yoğunlaşan vakıf üniversiteleri; akademisyeninden idari çalışanına, temizlik ve güvenlik görevlisi gibi taşeron çalışan personeline kadar önemli ölçüde bir sömürü havuzu yaratmış oldu. Türkiye’deki tüm üniversitelerin üçte biri vakıf üniversitesi. Buradaki gerilimi yaratan şey ise kar odaklı olan bu özel girişimlerin üniversite niteliğinden dolayı kamu yararı gözetmesi gerektiği çelişkisi. Geçtiğimiz yıla kadar vakıf üniversitesi akademisyenleri, unvanına bağlı olarak asgari ücret veya asgari ücretin biraz üzerinde alıyorlardı. Bu şartlarda vakıf üniversiteleri akademisyenleri için bırakın bilimsel çalışmalar yapmayı, büyük şehirlerde geçinmek bile oldukça zordu; özellikle de bir yandan eğitimlerine devam eden araştırma görevlileri için. Geçtiğimiz sene YÖK’ün yaptığı düzenleme ile ücretlerin devlet üniversitelerinden düşük olamayacağı belirlendi. Fakat burada da gördük ki çoğu üniversite bu düzenlemeyi oldukça geç uyguladı, çeşitli “hesaplamalarla” maaşların önemli bölümünden kesinti yaptı. Bizi bir araya getiren noktalardan biri bu kesintilerin tespiti ve üniversitelere göre karşılaştırılması idi.

Bir diğer nokta ise pandemi ile derinleşen eşitsizliklerin kaçınılmaz olarak üniversiteye de sirayeti idi. Uzaktan eğitim, maliyetleri mekân ve zaman açısından düşürdü. Daha az personelle daha fazla öğrencinin idare edilebileceği keşfedildi. Ücretsiz izin, çalışanın herhangi bir konuda sesini çıkarmaması için kullanılan bir sopa haline geldi. Özellikle Nişantaşı Üniversitesi gibi belli yerlerde maaşlardan büyük kesintiler yapıldı ve arkadaşlarımız faturalarını, kiralarını ödeyemez duruma geldi. Son olarak, rekabete ve performansa dayalı günümüz akademik modelinin kaçınılmaz sonucu olarak ticarethane mantığı ile yönetilen vakıf üniversitelerindeki yoğun mobbing, görev alanı dışında çalıştırma, mesainin genişletilmesi gibi sorunlar, idari ve akademik personel olarak hepimizin ortak dertleri.

Pandemi döneminde patronların pek çok yeni fırsatçı uygulaması ortaya çıktı. Üniversite patronları da benzer uygulamaya imza attı. VÜDAM olarak Kod-29 ile işten atılan ve ücretsiz izin dayatması ile karşı karşıya kalan asistanların sesini yükselttiniz. Pandemide üniversite emekçileri hangi sorunlarla karşı karşıya kaldı?

Pandemi başlangıcında “tazminatlı işten atma yasağı” gelene kadar bir kısmı basına da yansıyan işten çıkarmalar yaşandı. Mesela ben Arel Üniversitesinde çalışan bir eğitim emekçisiyim. Sayısını bilmemekle birlikte bu ilk süreçte bizde de işten çıkarılanlar olduğunu biliyorum. Uzaktan çalışma sistemini adeta fırsata çeviren üniversite patronu, atılan bir maili referans göstererek yıllık izinlerimizi toplu olarak kullandırdı. Bize izin yazdıkları sırada biz uzaktan çalışıyorduk, yıllık izinlerimizin kullandırıldığını okula gidince öğrendik. Sözde işten çıkarma yasakları ile birlikte büyük bir ücretsiz izin furyası başladı. Son olarak da Temmuz ayından itibaren kısa çalışma uygulaması üniversite genelinde başlatıldı ve hala sürüyor. Bizler kiramızı ödeyebiliyor muyuz, evimizi geçindirebiliyor muyuz, aç mıyız, tok muyuz bakmayan üniversite patronları haklarımız üzerinde keyfi kısıtlamalara gitmeye devam ediyorlar. Yapılan tüm bu haksızlıkları pandemiyi, bütçe durumunu bahane ederek anlatmaya çalışan; emekçilere üç kuruşu çok gören üniversite patronları öte yandan milyar dolarlık laboratuvarlar yaptılar, yeni bölümler açmanın planlarına giriştiler. Bu açıkça sermayenin ikiyüzlülüğünü göstermektedir.

Bu tür önemli sorunların yanında, dışarıdan çok görülmeyen fakat herkes için yakıcı sorunlar da baş gösterdi. Mesai saatini olabildiğince genişletmeye meyilli üniversite patronları, pandemiyi fırsat bilip mesai kavramını yok etmeye niyetlendiler. İtiraz etmediğiniz sürece gece, gündüz, hafta sonu fark etmeyecek şekilde çalışabilirsiniz. Özellikle, artık neredeyse sadece idari iş yaptırılan araştırma görevlileri bu durumdan etkilendiler.

Geçmişte, Asistan Dayanışması adında ciddi bir mücadele deneyimi yaşanmıştı. 50/d maddesine, asistan kıyımına, güvencesiz çalışmaya karşı YÖK’ün kapılarına dayanan bir mücadele verilmişti. Özel üniversitelerde sendikalaşma mücadelesinin örnekleri yaşandı. Şimdi VÜDAM bir ses daha yükseltiyor. Üniversitenin örgütlenmesi neden önemli?

Eğitim emekçilerinin geleceksizleştirilmesi, yalnızlaştırılması ve şartlara itaat eden pasif bireyler haline gelmesi sürecinin sadece vakıf üniversitelerinde yaşanan bir sorun olmadığının örneğidir 50/d. Ancak gerek asistan dayanışmaları, gerekse vakıf üniversitelerinde yürütülen mücadeleler orta yerde örgütlü bir güç olduğunda patronların nasıl korktuklarını, nasıl geri adımlar attıklarını göstermektedir. Bizler bugün tek başımıza dile getiremediğimiz taleplerimizi örgütlü olursak korkusuzca dile getirebiliriz. Bizden çalınan haklarımızı örgütlü olursak geri alabiliriz. Son süreç bizlere bir kez daha göstermiştir ki yasal sınırlamalar olmasına karşın patronlar fiili olarak kendi bildiklerini uygulamaktadırlar. Bizler hem yasal bir hak olan sendikalaşma hakkına sahip çıkmalı hem de fiili olarak örgütlenerek bu hakka erişebilme gücümüzü artırmalıyız. Çalışma arkadaşlarımızla konuştuğumuzda, istisnasız herkesin eğer çalışmazlarsa tüm sistemin tıkanacağından emin olduğunu görüyoruz. Bu iki şeyi gösteriyor: Üniversite yönetimleri, idari personel sayısından kısmak için idari işleri araştırma görevlilerine yaptırıyor. İşler bu sayede yürüyor. Fakat öbür yandan bu yapı içinde ne kadar kritik bir konumda olduğumuzu da anlıyoruz. Bilmeliyiz ki üniversiteleri yürüten bizim örgütlü gücümüzdür, onları değiştirecek olan da yine örgütlü bir güçtür.

Boğaziçi Üniversitesi’nde devam eden mücadele gündemi vesilesiyle üniversite özerkliği, demokratik üniversite, liyakat, üniversitenin bilimsel niteliği gibi konular ülke gündemine geldi. Özel üniversitelerin durumunu ve konumunu bu açılardan nasıl ele alabiliriz? AKP’li yıllardaki dönüşüm nasıl bir özel üniversite profili yarattı?

Aslında yukarıda özetlediğimiz gerçekler Türkiye genelinde akademik alanın nasıl geriletildiğini açıkça göstermektedir. Hükümetin neoliberal politikalarının ve muhalif olanı değiştirme stratejisinin bu gerilemede çok büyük payı vardır elbette. Bu durumda liyakatli kadrolar içeren özerk bir yapının varlığının mevcut iktidar için ne kadar korkutucu olduğu açıktır. Boğaziçi bu özerkliği kısmi olarak koruduğu için bugün bu saldırılara maruz kalmaktadır. Cumhurbaşkanının rektör atamada tek yetkili haline gelmesi, yönetimlerdeki asıl gücün eğitimle ilişkisi tartışmalı “rektörlerin” ya da “mütevelli heyetlerin”in kontrolünde olması ve akademik hiyerarşinin varlığı gibi sebeplerden hem devlet üniversiteleri hem de özel üniversiteler gerçek anlamda “üniversite” niteliğini gittikçe yitirmektedir.

Tabii burada biz üniversite deyince piyasa kuralları doğrultusunda değil, kamu yararı doğrultusunda araştırmalar gerçekleştiren bir kurumu kastediyoruz. Fakat ülkenin özellikle son 40 yılına baktığımızda oluşturulan eğitim sistemi birkaç günde makale bitirmekle övünen akademisyenler, niteliğine bakılmaksızın ücreti mukabilinde kitap-makale basan yayınevleri, “network”ler aracılığı ile oluşturulup sayfalarca süren CV’ler yarattı. Tabii ki yalnızca özel üniversitelere özgü bir şey değil bu. Daha yavaş bir biçimde de olsa devlet üniversitelerinde de akademisyenlerin birbirleriyle yarıştırıldığı, bilimsel bilgi üretiminin performans sistemine bağlandığı bir dönüşümden bahsediyoruz. Ancak ne olursa olsun bu enkazı kaldıracak olan yine biz üniversite bileşenleriyiz. Bu niyetle tüm üniversite bileşenlerini mücadeleyi büyütmeye, üniversitelerimizi “bilim yuvası” yapmadaki çabalara ortak olmaya çağırıyoruz.

VÜDAM’a ve tüm üniversite emekçilerine başarılar dileriz.

Çok teşekkür ederiz. Dayanışmanız ve desteğinizle emekçilerin mücadelesi daha da büyüyecektir.