Materyalist Diyalektiğin ABC’si – Lev Troçki

Materyalist Diyalektiğin ABC’si – Lev Troçki

İngilizce’den çeviri (Aralık 1939)

Aşağıda yer alan metin, Troçki’nin Sosyalist İşçi Partisi’nde “Küçük Burjuva Muhalefet” başlıklı makalesinden alınmış bir pasajdır.

Diyalektik ne kurgu ne de mistisizmdir, fakat hayatın gündelik sorunlarıyla sınırlı olmadığı, daha karmaşık ve kapsamlı süreçleri konusunda bir kavrayışa ulaşmaya gayret ettiği ölçüde, düşünüşümüzün biçimlerinin bir bilimidir. Diyalektik ve formel mantık arasında, yüksek ve basit matematik arasındakine benzer bir ilişki vardır.

Burada sorunun özünü çok somut bir biçimde ortaya koymaya çalışacağım. Aristocu basit kıyas mantığı ‘A’ eşittir ‘A’ önermesinden hareket eder. Bu postulat, bir yığın pratik insan eylemleri ve ilksel genellemeler için bir aksiyom olarak kabul edilir. Ama gerçekte ‘A’, ‘A’ya eşit değildir. Bu iki harfi bir mercek altında incelememiz durumunda, bu kolayca kanıtlanabilir -onlar birbirinden tamamen farklıdır. Ama buna, bu harfler eşit niceliklerin, sözgelimi bir libre şekerin sembolü olduğundan, sorunun harflerin büyüklüğü veya biçimi ile ilgili olmadığı söylenerek karşı çıkılabilir. Bu itiraz yersizdir; gerçekte bir libre şeker asla bir libre şekere eşit değildir -daha hassas bir ölçüm arada her zaman bir fark olduğunu gösterir. Yine şu itiraz dile getirilebilir: bir libre şeker kendisine eşittir. Bu itiraz da doğru değildir -bütün cisimlerin boyutları, ağırlıkları, renkleri vb. kesintisiz bir biçimde değişim gösterir. Bunlar hiçbir zaman kendilerine eşit değildirler. Bir sofist, bir libre şekerin “verili herhangi bir anda” kendisine eşit olduğunu söyleyerek karşılık verecektir.

Bu “aksiyom”, son derece tartışmalı pratik değeri bir yana, teorik eleştiriye karşı da dayanıklı değildir. “An” sözcüğünü nasıl anlamamız gerekiyor? Eğer bu son derece kısa bir zaman aralığıysa, o zaman bir libre şeker bu “anın” içinde kaçınılmaz değişikliklere maruz kalır. Ya da “an” salt bir matematiksel soyutlama mıdır, yani sıfır zaman mıdır? Ancak her şey zaman içinde vardır ve varoluşun kendisi kesintisiz bir dönüşüm sürecidir; dolayısıyla zaman, varoluşun temel bir unsurudur. ‘A’ eşittir ‘A’ aksiyomu, bir şeyin değişmemesi durumunda, yani varolmaması halinde kendisine eşit olduğu anlamına gelir.

İlk bakışta bu “incelikler” faydasız olarak görülebilir. Gerçekte bunlar belirleyici öneme sahiptir. ‘A’ eşittir ‘A’ aksiyomu bir yandan bütün bilgimizin çıkış noktası olarak, diğer yandan bilgimizdeki bütün yanlışlıkların çıkış noktası olarak ortaya çıkar. ‘A’ eşittir ‘A’ aksiyomunu herhangi bir sakınca oluşturmayacak biçimde kullanmak ancak belirli sınırlar içinde mümkün olabilir. ‘A’daki niceliksel değişiklikler yapılacak iş bakımından ihmal edilebilir düzeydeyse o zaman ‘A’nın ‘A’ya eşit olduğunu farz edebiliriz. Örneğin bir alıcı ve bir satıcı bir libre şekeri kafalarında bu şekilde canlandırırlar. Güneşin sıcaklığını da bunun gibi görürüz. Yakın zamana kadar doların satın alma gücünü de aynı şekilde düşünüyorduk. Ancak niceliksel değişiklikler, belirli sınırların ötesine geçtiklerinde niteliksel değişikliklere dönüşürler. Suyun ve gaz yağının etkisine maruz kalan bir libre şeker, bir libre şeker olmaktan çıkar. Bir devlet başkanının avuçlarında bir dolar, dolar olmaktan çıkar. Niteliğin niceliğe dönüştüğü kritik noktayı doğru anda belirlemek, sosyoloji dahil bilginin bütün alanlarındaki en önemli ve zor görevlerden biridir.

Her işçi birbirine bütünüyle eşit iki nesne üretmenin olanaksız olduğunu bilir. Makineler için mil yatağı üretilirken, belirli bir sapmaya izin verilir, ne var ki bunun belirli sınırların dışına çıkmaması gerekir (buna tolerans adı verilir). Tolerans normları dikkate alınarak, konik bobinler birbirine eşit kabul edilir. (‘A’ eşittir ‘A’dır.) Tolerans eşiği aşıldığı zaman nicelik nitelik haline gelir; diğer bir deyişle mil yatakları düşük kaliteli veya bütünüyle değersiz hale gelirler.

Bizim bilimsel düşünüşümüz, teknikler dahil, genel pratiğimizin yalnızca bir parçasıdır. Aynı zamanda, kavramlar için de, ‘A’ eşittir ‘A’ aksiyomundan çıkan formel mantık tarafından değil, her şeyin her zaman değiştiği aksiyomundan çıkan diyalektik mantık tarafından saptanan “tolerans” söz konusudur. “Sağduyu”, bunun diyalektik “toleransı” sistematik bir biçimde aşması olgusu tarafından tanımlanır.

Vülger düşünce, kapitalizmin kapitalizme eşit olduğunu farz ederek ve sabit soyutlamalar olarak kapitalizm, ahlâk, özgürlük, işçi devleti vb. kavramlarla çalışır. Ahlâk eşittir ahlâka vb. Diyalektik düşünce bütün şeyleri ve fenomenleri sürekli değişimleri içinde tahlil ederken, A’nın ‘A’ olmaktan çıktığı, bir işçi devletinin işçi devleti olmaktan çıktığı kritik sınırı, bu değişimlerin maddi koşulları içinde belirler.

Vülger düşüncenin temel kusuru, kendisini sonsuz devinimden oluşan bir gerçekliğin devinimsiz görüngüleri ile yetinmek istemesi olgusunda yatmaktadır. Diyalektik düşünce kavramlara, daha yakın yakınsamalar, düzeltmeler ve somutlamalar yoluyla, içerikte bir zenginlik ve esneklik veriyor; hatta onları yaşayan fenomenlere belirli bir ölçüde yaklaştıran bir “özlülük” veriyor diyebilirim. Genel olarak kapitalizm değil, ama verili bir kapitalizm. Genel olarak bir işçi devleti değil, ama emperyalist kuşatma altındaki geri kalmış bir ülkedeki belirli bir işçi devleti vb.

Diyalektik düşüncenin vülger düşünceyle olan ilişkisi, bir sinema filminin hareketsiz fotoğrafla olan ilişkisi gibidir. Sinema filmi, hareketsiz fotoğrafı dışlamaz, onları hareketin yasalarına göre dizerek bir araya getirir. Diyalektik tasımı reddetmez, ama bize tasımları kavrayışımızı ilelebet değişen gerçekliğe daha yakınlaştıracak biçimde birleştirmeyi öğretir. Hegel, Mantık adlı eserinde, temel görevler için basit tasarımların taşıdığı önem kadar, teorik düşünce için de önemli olan bir dizi yasa saptadı: niceliğin niteliğe dönüşümü, çelişkiler yoluyla gelişme, içerik ve biçim arasındaki çelişki, sürekliliğin kesintiye uğraması, olasılığın zorunluluğa dönüşmesi vb.

Hegel, Darwin’den ve Marx’tan önce yazdı. Fransız Devrimi tarafından düşünceye verilen güçlü dürtü sayesinde, Hegel bilimin genel hareketini sezinledi. Ancak bu, bir dahi tarafından ortaya konmuş olmasına karşın, yalnızca bir sezgiydi ve Hegel’den idealist bir nitelik devraldı. Hegel, mutlak gerçeklikmiş gibi ideolojik gölgelerle çalıştı. Marx, bu ideolojik gölgelerin maddi varlıkların hareketinden başka bir şeyi yansıtmadığını ortaya koydu.

Bizler diyalektiğimizi onun kökleri ne cennette ne de “özgür irademizde” değil, nesnel gerçeklikte, doğada olduğundan, materyalist olarak adlandırıyoruz. Bilinç bilinç dışından, psikoloji fizyolojiden, organik dünya inorganik dünyadan, güneş sistemi nebuladan çıkıp gelişti. Bu gelişim merdiveninin bütün basamaklarında niceliksel değişiklikler niteliksel değişikliklere dönüştü. Diyalektik düşünce dahil, bizim düşüncemiz, değişen maddenin ifade biçimlerinden yalnızca biridir. Bu sistem içinde ne Tanrı’ya ne Şeytan’a, ne ölümsüz ruha ne de ebedi yasa ve ahlâk normlarına yer vardır. Doğanın diyalektiğinden doğmuş olan diyalektik düşünce, bu nedenle baştan sona maddeci bir karaktere sahiptir.

Türlerin evrimini niceliksel dönüşümlerin niteliksel hale geçmeleriyle açıklamış olan Darvinizm, bütün bir organik madde alanında diyalektiğin elde ettiği en büyük zafer oldu. Bir diğer büyük zafer kimyasal elementlerin atomik ağırlıklarının keşfi ve ayrıca bir elementin diğerine dönüştürülmesi oldu.

Bu dönüşümler (türler, elementler vb.) doğa bilimlerinde olduğu kadar, toplum bilimlerinde de aynı ölçüde önemli olan sınıflandırma sorunuyla yakından bağlantılıdır. Türlerin değişmezliğini kendisine başlangıç noktası olarak alan Linnaeus’un sistemi (18. yüzyıl) bitkilerin dışsal özelliklerine göre tanımlanması ve sınıflandırılmasıyla sınırlıydı. Düşünce şekillerimiz yaşayan şeyler gibi geliştiğinden, botaniğin emekleme dönemi mantığın emekleme dönemine benzer. Yalnızca sabit türler düşüncesinin kesin olarak çürütülmesi, yalnızca bitkilerin geçirdikleri evrimin tarihinin ve anatomilerinin araştırılması, gerçekten bilimsel bir sınıflandırma için gerekli olan temeli hazırladı.

Darwin’den farklı olarak, bilinçli bir diyalektikçi olan Marx, toplumun anatomisini oluşturan üretici güçlerin gelişiminde ve mülkiyet ilişkilerinin yapısında, insan toplumlarının bilimsel olarak sınıflandırılmaları için gerekli olan bir temel keşfetti. Marksizm, toplumların ve ülkelerin şimdilerde bile üniversite çevrelerinde hâlâ yeşermekte olan vülger betimsel sınıflandırılması yerine, bir materyalist diyalektik sınıflandırmayı geçirdi. Hem bir işçi devleti kavramını hem de onun çöküş anını doğru olarak belirlemek ancak Marx’ın yöntemini kullanarak mümkündür.

Gördüğümüz gibi, bütün bunlar kibirli cehaletin öne sürdüğü gibi “metafizik” ya da “skolastik” hiçbir şey içermemektedir. Diyalektik mantık çağdaş bilimsel düşüncedeki hareket yasalarını ifade eder. Materyalist diyalektiğe karşı mücadele, tam aksine, uzak bir geçmişi, küçük burjuvazinin tutuculuğunu, üniversite müdavimlerinin kendi beğenmişliğini ve.. öteki dünya için duyulan bir umut kıvılcımını ifade eder.

SSCB’nin Niteliği

Burnham yoldaş tarafından SSCB için yapılan, “ne bir işçi devleti ne de bir burjuva devleti” tanımı bütünüyle olumsuzdur, tarihsel gelişme zincirinden kopuktur, havada kalmaktadır, sosyolojinin zerresinden yoksundur ve çelişik bir tarihsel fenomen karşısında tek kelimeyle pragmatizmin teorik bir teslimiyetini temsil etmektedir.

Burnham bir diyalektik materyalist olsaydı, şu üç soruyu incelemiş olması gerekirdi: (1) SSCB’nin tarihsel kökeni nedir? (2) Varolduğu sürece bu devlet ne tür değişikliklere uğradı? (3) Bu değişiklikler niceliksel aşamadan niteliksel aşamaya geçti mi? Yani, yeni bir sömürücü sınıfın tarihsel olarak zorunlu bir egemenliğini yarattılar mı? Bu soruları yanıtlamak Burnham’ı SSCB’nin hâlâ yozlaşmış bir işçi devleti olduğuna ilişkin tek olası sonucu çıkarmaya zorlardı.

Diyalektik bütün sorulara cevap bulan sihirli bir maymuncuk değildir. Somut bilimsel tahlilin yerini almaz. Ama bu tahlili, öznelciliğin ve skolastisizmin çölünde kısır avareliklere karşı koruyarak, doğru yola yöneltir.

Bruno R., SSCB, İtalya ve Almanya, bürokrasiler tarafından yönetildiğinden; şu ya da bu ölçüde planlama ilkesini benimsediklerinden, birinde özel mülkiyet lağvedilmiş, bir diğerinde sınırlandırılmış olduğundan vb., hem Sovyet rejimini hem de faşist rejimleri “bürokratik kolektivizm” kategorisine yerleştiriyor. Buradan hareketle, farklı kökenlerin, farklı özgül ağırlıklarının ve farklı sınıfsal değerlerin dışsal özellikleri arasındaki göreli benzerlikler temelinde, birinin ya da ötekinin sınıf doğasının ne olduğuna bakmaksızın, tamamıyla, “kumanda ekonomisi”, “merkeziyetçi devlet” kategorilerini ortaya atan burjuva profesörlerin haleti ruhiyesi içinde sosyal rejimler arasında temel bir özdeşlik kurulmaktadır. Bruno R. ve takipçileri veya Burnham gibi yarı-takipçileri, sosyal sınıflandırma alanında, en iyi durumda, Hegel, Darwin ve Marx’tan önce yaşamış olduğu için bir özrü bulunan Linnacus’un düzeyinde kalıyorlar.

Belki de daha kötü ve daha tehlikeli olanlar, Sovyet devletinin sınıf karakterinin “önemli olmadığı” ve politikamızın doğrultusunun “savaşın karakteri” tarafından belirleneceği düşüncesini dile getiren eklektiklerdir. Sanki savaş bir toplumsallığın üzerinde yer alan bağımsız bir varlıkmış, sanki savaşın karakteri egemen sınıfın karakteri, yani aynı zamanda devletin karakterini belirleyen aynı toplumsal etken tarafından belirlenmiyormuş gibi. Olayların etkisi altında kimi yoldaşların Marksizmin ABC’sini bu kadar kolayca unutmaları çok şaşırtıcı!

Diyalektik düşünceyi reddeden muhalefet teorisyenlerinin, SSCB’nin çelişik doğası karşısında acınası bir teslimiyet göstermeleri şaşırtıcı değildir. Ne var ki, devrim tarafından oluşturulan toplumsal temel ile devrimin yozlaşmasından doğan kastın karakteri arasındaki çelişki yalnızca reddedilemez bir tarihsel gerçek değil, fakat aynı zamanda bir motor güçtür. Bürokrasiyi alaşağı etme mücadelemizde bu çelişkiyi kendimize temel olarak alıyoruz. Bu arada, kimi ultra-solcular, Bonapartist oligarşiyi devirebilmek için SSCB’nin sosyal yapısını kurban etmenin zorunlu olduğunu öne sürerek, zaten saçmalığın en son noktasına ulaşmış oldular! SSCB’den Ekim Devrim’i tarafından kurulmuş olan sosyal yapının çıkarılması durumda geriye faşist bir rejimin kalacağından hiç şüpheleri yok.

Evrim ve Diyalektik

Burnham yoldaş, muhtemelen, bir evrimci olarak kendisinin, toplumun ve devlet biçimlerinin gelişimi ile en az biz diyalektikçilerin ilgilendiği kadar ilgilendiği itirazında bulunacaktır. Buna bir itirazımız yok. Darwin’den bu yana her eğitimli insan kendisini bir “evrimci” olarak adlandırmıştır. Ama gerçek bir evrimci, evrim düşüncesini kendi düşünüş biçimlerine uygulamalıdır. Evrim düşüncesinin kendisinin varolmadığı bir zamanda kurulmuş olan basit mantık, evrimsel süreçlerin tahlili bakımından açıkça yetersiz kalmaktadır. Hegel’in mantığı, evrimin mantığıdır. Ancak şu unutulmamalıdır ki, “evrim” kavramının kendisi, üniversite profesörleri ve liberal yazarlar tarafından, barışçı “gelişme” anlamına gelecek şekilde bozulmuş ve hadım edilmiş durumdadır. Evrim sürecinin uzlaşmaz güçlerin mücadelesi ile ilerlediğini; değişikliklerin yavaşça birikmesinin belirli bir anda eski kabuğu patlattığını ve bir yıkıma yol açtığını kavramış olan; en nihayet evrimin genel yasalarını kendi düşüncesine uygulamayı öğrenmiş olan her kimse, vülger evrimcilerden farklı olarak bir diyalektikçidir. Bir devrimci savaşçıya, bir piyaniste parmak egzersizlerinin gerekli olduğu kadar gerekli olan zihnin diyalektik eğitimi, bütün sorunlara hareketsiz kategoriler olarak değil, süreçler olarak yaklaşmayı gerektirir. Oysaki, kendilerini, genellikle evrimi sadece belirli alanlarda tanımakla sınırlandıran vülger evrimciler, diğer bütün sorunlarda “sağ duyunun” banallikleriyle yetinirler.

ETİKETLER