Marks Haklı mıydı? – Emre Güntekin

Marksizm bitti… Marksizm, dünyanın temelli olarak değiştiğini görmeyerek yanılan ya da görmekten korkan, her iki anlamda da, son derece inatçı kişilerin inancıdır…

Marksizm teoride iyi olabilir. Ama ne zaman uygulamaya konmuşsa sonucu akla hayale sığmaz ölçüde terör, zorbalık ve kitle katliamı olmuştur. …Milyonlarca sıradan erkek ve kadın için onun anlamı açlık, eziyet, işkence, zorunlu çalışma, kötü bir ekonomi ve canavarca baskıcı bir devlettir.

Marksizm bir tür determinizmdir. Marks tarihin, hiçbir insan eyleminin karşı koyamayacağı ve acımasız bir güçle kendi kendine çalışan bazı demir yasaları olduğuna inanıyordu. Marksist devletler gibi bu, insan özgürlüğüne ve haysiyetine bir saldırıdır.

Marksizm rüyada görülen bir ütopyadır. Zorlukların, acının, şiddetin ya da çatışmaların olmadığı mükemmel bir toplumun mümkün olacağına inanıyor.

Marksizm her şeyi ekonomiye indirger. Bir tür iktisadi determinizmdir… Düşünceleri, değişik tarihsel deneyimlerin tek bir katı çerçeveye sıkıştırılmayacağının farkında olan modern toplumların çoğulcu bakış açısına aykırıdır.

Marks materyalistti… Dine karşı acımasızca dışlayıcıydı ve ahlakı basitçe sonuca varmak meselesi olarak görüyordu, sonuç araçları haklı gösterirdi… İnsanlığa çizilen bu kasvetli ve ruhsuz rotanın çıkacağı yol açıktır ki Stalin’in ve Marks’ın diğer izleyicilerinin kıyımlarıdır.

Marksizm’le ilgili hiçbir şey, sınıf konusu kadar bıktırıcı saplantıdan daha çağdışı değildir… Artık sınıfın giderek daha az umursandığı, sosyal akışkanlığın giderek arttığı sosyal bir dünyada yaşıyoruz; sınıf mücadelesiyle ilgili laflar, kâfirlerin kazıklara bağlanıp yakılması kadar arkaiktir. Şeytani, silindir şapkalı kapitalist gibi devrimci işçi de Marksist hayalciliğin bir uydurmasıdır.

Marksistler siyasette şiddeti savunurlar. Makul, ılımlı, kademeli reform yolunu reddederek yerine kanlı bir devrim kaosunu koyarlar. Küçük bir isyancı grup, ayaklanarak hükümeti devirecek ve isteklerini çoğunluğa dayatacaktır. Marksizm ile demokrasinin kanlı bıçaklı olmasının bir nedeni de budur.

Marksizm, çok güçlü bir devlete inanır. Sosyalist devrimciler özel mülkiyeti kaldırdıktan sonra despotik iktidarları aracılığıyla ülkeyi yönetirler ve bu iktidar bireysel özgürlüğün sonu olur. Liberal demokrasi eksiksiz olmayabilir ama vahşice otoriter bir iktidarı eleştirmeye kalkıştı diye insanların akıl hastanesine kapatılmalarına göre daha fazla tercih edilir.

Son kırk yılda en ilgi çekici hareketler Marksizm’in dışından çıktı. Feminizm, çevrecilik, eşcinsel ve etnik siyaset, hayvan hakları, antiglobalizm, barış hareketi; bunlar şimdi sınıf mücadelesine demode bağlılığın yerini aldı… Gerçekten hala bir siyasi sol vardır ama bu post sınıf, post-sanayi dünyasına uygundur.

Şimdi gözlerinizi kapayın ve bu okuduklarınızı bir kez gözden geçirin. Hayatında Marks’ın ne için mücadele ettiğini duymamış kişiler için günümüzde yaşanan ne kadar musibet, kötülük, canilik, vahşet varsa, sanki bunların Marks tarafından dizayn edildiğini ve bizlerin de Marks tarafından yazılmış bu trajedinin birer oyuncuları olduğumuzu düşünecektir.

Öte yandan burada okuduğumuz itirazlar da bir bakımdan Marks’ın ve onun devamcılarının büyük bir şanssızlığıdır. Çünkü tarihte hiçbir düşünür belki de Marks kadar böylesine bayağı saldırıların hedef tahtası olmamıştır. Özellikle Stalinizm’in Ekim Devrimi üzerinde yarattığı tahribat ve sosyalist mücadele üzerinde yürüttüğü baskı birçoklarının gözünde sistemin, sınıflı toplumların tarihin değişmez bir kuralı olduğuna dair inanca ilk kapıyı aralamıştı. Bu yolda ilk girişimlerin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yılgınlık ortamında çıkmış olması tesadüf değildir. Yine 68 hareketi sol hareket ve düşüncel dünyasına Marksizm dışında çözüm alternatiflerinin mümkün olduğuna dair “yeni toplumsal hareketler” furyasını taşıdı.  Ancak Marksizm’in dışına doğru savruluş en güçlü momentini SSCB’nin çöküşüyle birlikte yaşadı. SSCB ile sosyalizmin yıkıldığına, sınıf mücadelesinin sona erdiğine, daha da önemlisi Marksizm’in miadının dolduğuna dair ölüm fetvası büyük bir coşkuyla kendisine önemli bir destek kazanmayı başardı. Marksistler hala bu saldırıları ideolojik olarak göğüslemek için çarpışmak zorundadırlar.

Terry Eagleton ve Marksizm’in Haklılığı Üzerine

Günümüzün önemli Marksist düşünürlerinden ve edebiyat kuramcılarından birisi olan Terry Eagleton 2011 yılında çıkan “Marks Neden Haklıydı?” eseriyle Marksizm’e yönelik genel olarak sol düşünce dünyası içerisinden gelen ve düzenin dogmaları aracılığıyla yaydığı eleştiri ve saldırılara karşı önemli bir savunu yaratmaktadır. Postmodernizm’i bir başka eserinde “…kaynağı ne olursa olsun (bu kaynak “sanayi sonrası” toplum, modernliğin en sonunda güvenilirliğini yitirmesi, kültürün metalaşması, canlı yeni politik güçlerin ortaya çıkması, toplum ve özne konusundaki belli klasik ideolojilerin çökmesi vb. olabilir), aynı zamanda ve esasen ya unutulmaya terk ettiği ya da gölgesiyle kapışmaya asla son vermediği bir politik fiyaskonun ürünü” (1) olarak niteleyen Eagleton’un eseri Marksizm’e karşı getirilen eleştirilere gündelik ve yerinde bir karşı koyuşun öznesi olarak Marksizm’in haklılığına yönelik tartışmada önemli bir katkı sunmaktadır.

Öncelikle şunu es geçmemek gerekiyor: Kriz içinde debelenen kapitalist toplum kendi çıkışını sağlayabilecek alternatiflerden oldukça uzakta ve düzen içi bütün zihinsel süreçler böyle bir çıkışın yolunu aramaya devam etmektedir. Son dönemde gerek siyasetçiler, gerek ekonomistler, gerekse de ruhani liderler arasında bu çıkışın yolu sıklıkla Marks’ta kesişiyor. Dalai Lama “tek doğru ve etik ekonomi sisteminin Marksizm”(2) olduğunu söylemesi ve ruhen bir Marksist olduğunu iddia etmesi; 2008 ekonomik batışının kâhini Nouriel Roubini’nin “Marks haklıydı. Kapitalizm, bir noktada kendi kendini imha edebilir. Çünkü çalışan kesimden elde edilen gelirin, artı değer olmadan ve toplam talepteki eksiklik nedeniyle sermayeye dönüştürülme süreci devam edemiyor. Piyasaların işlediğini düşündük. Onlar da işlemiyor. Bu da bireysel olarak rasyonel olanın kendi kendini imha süreci olduğunu gösteriyor.” (3) sözleriyle yaptığı Marks övgüsü, İshak Alaton’un vakt-i zamanında General Electric CEO’su Jack Walsh’a sorduğu “Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx’ ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor?” (4)  sorusu sıkışan düzenin çıkış yolu olarak Marksizm’e de göz kırptığını gösteriyor. Ancak onların Marksizm’i dişleri sökülmüş, uysal bir aslan olarak hafızalara hapsetmek istediğini unutayalım ve tarihsel gerçekliği ekleyelim.Böylesine şirin açıklamalara karşın kapitalizm hala Jack Walsh’un belleğine sahip ve Marksizm konusunda “Sanırım salonda bulunanlar sorunun içeriğine değil de akıllıca ve komik olmasına alkış tuttular. Kapitalizm birtakım eksikliklerine rağmen iyi bir sistem. Marx’ı mevcut sorunlara bir çözüm yolu olarak görmenin saçma olduğunu düşünüyorum.” (4) sözlerine paralel düşünüyor.

Bu tarz Marks güzellemeleri geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de de Genco Erkal ve Dostlar Tiyatrosu tarafından sergilenen “Marx’ın Dönüşü” oyununu hatırlatıyor. Marks ölümünün ilan edilmesiyle birlikte Tanrı’dan 1 saatliğine bir dünya yolculuğu vizesi koparır. Ancak yanlışlık onu 19. Yüzyılda ömrünün büyük çoğunluğunu yaşadığı Londra Soho yerine, bugünün emperyalist kapitalizminin simge kenti New York Soho’ya getirir. Marks aynı zamanda 2008 krizinin de göbeğinde yer alan New York Soho’da kendi düşüncelerine ispatlama savaşına girişir ve yaşamını anlatır. Oyunla ilgili buraya kadar her şey istediğimiz gibi görünmektedir. Ancak Zinn oyunun önsözünde de kastettiği gibi SSCB’deki çelişkilerin de farkında ve anarşizmden etkilenmiş bir kişi olarak proletarya diktatörlüğü kavramının sorgulanması gerektiğini düşünür. Bugün gelinen nokta Zinn’in bıraktığı yerden çok daha uzaklarda. Marksizm’in “proletarya diktatörlüğü” gibi çok temel bir taşı kapitalistlerin sırtında taşınması güç bir ağırlık olarak onları terletiyor ve bunu bir şekilde budamak zorundalar. Neyse ki post-Marksist yaklaşımlar Marks’ta devrim ve iktidar problematiğini bir kenara bıraktı da, Marksizm konusunda daha rahat atar tutar hale gelebildiler.

Eagleton eserinde genel çerçeveyi sıkça dile getirilen sınıflı toplumların değişmezliğine dair var olan neoliberal dönemin klişesine oturtuyor. İçinde yaşadığımız enformasyon ve kuralsız piyasalar çağının ölümlü yanıyla tanışmak birçokları için büyük can sıkıntısı. Eagleton’a göre büyük yenilgiler yaşamış kuşaklar, bu yenilgilerin günahını onları sürükleyen “büyük anlatılar”a yüklemişlerdir. “Eğer sistem değiştirilemiyorsa demek ki değiştirilmesi de gerekmiyormuş.” (5) kaçamaklığı bu kuşağın belirgin özelliğini ortaya koyuyor. Büyük ihtişamının arkasına sakladığı yıkıntıyla kapitalizm, kendisine yıkmaya gerek olmadığını kendisini sahiplenmeye koşullanmış böylesi bir kitleyi zaten rahatlıkla zapt etmeye hazır bulunuyor.

Eşitsizlik ve Sömürü Marks’ı Doğrulamaya Devam Ediyor

Ancak günümüz dünyasında bu dayatmayı sorgusuz sualsiz kabul edecek birçok canlı örnek bulunuyor. Bunlardan en basitiyle başlamak gerekirse, Marks modern kapitalist toplumun en basit hücrelerinde bile eşitsizliğin, iki karşıt sınıf arasında bölünmüşlüğün izlerinin yakalanabileceğini düşünüyordu. Marks sınıflı toplumları incelerken Artı değer Teorileri’nde “insan türünün kapasitelerinin gelişmesinin maliyetini, insanların çoğu ve hatta sınıflar ödemektedir.” sözleriyle toplumsal eşitsizliğin acımasız yüzüne işaret etmişti. Bu ilk noktada Marks’ın düşüncesinin tarihin aşındırıcı etkisine maruz kaldığını düşünmek büyük bir saçmalık olacaktır.

Marks kapitalizmde sermaye ve emek gücünün birbirine zıt gelişim eğrilerini şöyle ifade ediyordu: “Nispeten sermaye, işçinin durumu, ödemesi yüksek ya da düşük olsun, kötüleşmeli… Birikimin enerjisi ve kapsamıyla denk olarak ilgili artık nüfusu her zaman bağlayan yasa, işçiyi sermayeye, Hephaestus’un Prometheus’u taşa bağlamasından daha kesin olarak perçinler. Bu, servet birikimiyle uyumlu olarak, sefalet birikimini, gerekli bir durum haline getirir. Bu nedenle, bir kutuptaki birikim, aynı zamanda karşı kutuptaki sefalet, işçilik, kölelik, cehalet, vahşet ve ahlaki yozlaşmanın birikimidir, yani, sermaye olarak kendi ürününü üreten sınıfın tarafında.” (6)

Şimdi ise günümüzün bir fotoğrafını aktaralım: Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun her yıl yayınladığı Küresel İstihdam Raporu 2012 yılı içerisinde dünya üzerinde 200 milyon işsizisin varlığını ortaya koymaktadır. Yani 200 milyon insan daha en başından karnını doyurabileceği, ailesini geçindirebileceği bir işin uzağında kalmakta; neyse ki çalışan sınıflara layık görülen sömürüden payını alamamaktadır. Ayrıca istatistikler işgücü verileri içerisinde yer alan her üç kişiden birinin işsiz veya açlık sınırının altında yaşadığını ortaya koyuyor. 3.3 milyar kişilik küresel emek ordusundan 900 milyon kişi günlük 2 $’ın altında yaşantısını sürdürmeye devam ediyor. Ayrıca 400 milyon kişi gelecek on yıl içerisinde bu işgücü ordusunun içerisine katılmayı bekliyor, bu devasa kitle için asıl şanssızlıksa kapitalizmin onları bu çapta bir iş imkânı yaratamayacak olması. 2011 yılında yaşları 15-24 arasında değişen 74,8 milyon gençte yedek iş gücü ordusunun bir parçasını oluşturuyor. (7) Kapitalizmin işsizliği eritebileceği tek bir alan söz konusu, o da Terry Eagleton’un çarpıcı bir şekilde dile getirdiği gibi ABD’de bugün eğer 1 milyon kişi hapiste yatmak zorunda kalmasaydı, iş arıyor olacaktı.

Yine güncel bir örnekle bu konuyu açacak olursak geçtiğimiz günlerde Güney Afrika’da 34 madencinin greve çıkmaları nedeniyle polis tarafından katledilmesi neresinden bakılırsa bakılsın kapitalizmin giderek artan eşitsizliğe ve sömürüye kurşundan başka verebilecek yanıtı olmadığını ortaya koyuyor. Elbette kapitalizm ulusal ölçekte her ülkenin farklılıklarını göz ardı etmiyor: Güney Afrikalının kaderine metal kurşunlar saplanırken, İspanya’da greve giden emekçilere plastik kurşunlarla yanıt veriliyor. Elbette Güney Afrika’daki mücadele İspanya’ya göre daha güneyde ve ekvatora daha yakın olmasından kaynaklanmıyor. Mesele elbette Marks’ın ve takipçilerinin de sıklıkla ortaya koyduğu gibi üretici güçlerin gelişim aşamalarındaki eşitsizliğin ve bunun egemen sınıflar üzerinde farklı şiddette yarattığı politik basıncın ve tahtın sağlamlığına duyulan güvensizlikte yatıyor.

Elbette gündelik yaşamın dehlizlerine inildiğinde sistemden kaynaklanan sorunlar nedeniyle emekçilerin yaşadığı milyonlarca Kemalettin Tuğcu hikâyesine rastlayabiliriz. Kemalettin Tuğcu’nun eserlerindeki herhangi bir dış gücün ezdiği bir bireyin ruh halini anımsayacak olursak bir teslimiyet ve trajediye hapsolma durumu söz konusudur. Sınıf da aynı şekilde kendi içerisinde atomize oldukça mücadele ruhu daha da körelmektedir. ODTÜ Siyaset Bilimi’nde Öğretim Üyesi olan Necmi Erdoğan’ın her biri kendi içerisinde bir Kemalettin Tuğcu hikâyesine konu olabilecek, güvencesiz çalışmaya ve muazzam bir sömürüye maruz kalan emekçilerin hikâyelerinden bir örnek vermek yerinde olacaktır. 43 yaşındaki Kemal Usanmaz iki yıllık motor bölümünden mezun, kalifiye denilebilecek bir işçidir ve krizle beraber işsiz kalmıştır. İşsizlikten kurtuluşun yolu onu tüketim toplumunun şatoları olan büyük alışveriş merkezlerinden birisinde çalışmaya doğru sürükler. Alışveriş merkezi önemli bir simgedir; çünkü kitaptan sinemaya, sudan, kıyafete aklınıza gelebilecek her türlü insan ihtiyacının nasıl birer metaya dönüştüğünü görebilirsiniz. Aynı zamanda kapitalizmin kaçınılmaz ürünü olan denetim toplumu güvenlik kameraları ve özel güvenlikleriyle her an tepenizdedir. Orada kapitalizmin çelişkilerini gizlemek için burjuva ideologlara, gazetelere, televizyonlara, pembe dizilere, futbol maçlarına ihtiyaç yoktur; çünkü ışıltılı güzellikler insanlara kenar mahallelerin çamurlu yollarını anında unutturabilir. Bütün bu süreçlerin yapı taşı ise dizginsiz bir emek sömürüsüdür. Bu ışıltılı dünyayı yaratanlardan birisi olan temizlik işçisi Kemal Usanmaz “Sen temizlikçisin kardeşim; 600-700 lira maaşla çalışan, gecekonduda oturan, eli ayağı pis, çamur içerisinde bi adamsın. Mikrop taşıyosun. O ise parfümünü sıkmış, cicili bicili giyinmiş, yüksek topluklu takunyasını ayağına takmış, gözlüğünü tepesine takmış, AVM’ ye gelmiş.”(8) Röportajın tamamı okunduğunda esasında Marks’ın günümüze layık gördüğü pek çok gelişme kendini hissettiriyor: Esnek ve güvencesiz çalışma, orta sınıfların ve yaldızlı mesleklerin proleterleşmesi, artı değerin eşitsiz paylaşımı ve sınıf ayrımlarının insani yönler üzerinde yarattığı bireyci, bencil çözülme…

Kapitalizm, o eski kapitalizm değil demek Marks’ı öldürür mü?

Yukarıdaki noktadan hareketle bir başka tartışma konusuna geçilebilir: Post-sanayi toplumu olarak nitelenen ve sosyal akışkanlığın tavan yaptığı, sınıfların varlığının ortadan kalktığı, şeytani kapitalistin de tıpkı devrimci işçi modeli gibi tarihe karıştığı bir süreç olarak göklere çıkarılan günümüz kapitalizmi gerçekten işçiyi tarihi değiştirebilecek bir unsur olmaktan çıkardı mı?

Eagleton bu yargıyı daha hiçbir tartışmaya girme gereği duymadan reddediyor:“Şimdilerde yönetim kurulu başkanlarının her zaman spor ayakkabıyla dolaştığı, Makineye Karşı Öfke (Rage Against the Machine) müzik grubunu dinledikleri, çalışanlarına ne olur bana “Tonton Abimiz” deyin isteği nedeniyle, sosyal bir sınıfın yeryüzünden silindiği yanılgısını reddeder.”(9) Geçmişte Yeşilçam Sineması’yla büyüyenler, Hulusi Kentmen’in babacan kapitalist tarzı nedeniyle sonuçta kapitalistlerinde birer insani yan taşıdıklarını düşünebilirler.

Ancak Marksizm için önemli olan bireyin kendisinden de öte maddi dünyada tuttuğu saf, zenginliğin paylaşımında aldığı devasal pay ve bunu artırma uğruna takındığı saf iktisadi tutumdur. Bir kapitalistin en insani yanı birikim uğruna birikim için kendisinde eksiksiz bir koşul olarak var olması gereken doyumsuz zenginlik ve sömürü hırsıdır. Kapitalistleri Perry Anderson’un verdiği tanımda olduğu gibi “Genel anlamda, Baudelaire ya da Marx’ın, Ibsen ya da Rimbaud’nun, Groz ya da Brecht’in –hatta Sartre ve O’Hara’nın bile- bildiği burjuvazi artık geçmişe ait bir şey. O eski sağlam amfitiyatronun yerine bir akvaryumun içinde yüzen, gözden çabuk kaybolan görünüşler geçmiştir –ışıldaklar ve işletmeciler, denetçiler ve hademeler, yöneticiler ve çağdaş kapitalizmin vurguncuları: Hiçbir sağlam ya da değişmez kimliği tanımayan parasal evrenin faaliyetleri.” (10) olarak tanımak daha doğru durmaktadır.

Bu evrene paralel olarak gelişen işçi sınıfının hallerine değinmiştik. Birey olarak bir kişinin hikâyesinden yola çıkarak oluşturulacak bir anlatı şüpheyle karşılanabilecektir. Ancak en başta da delirttiğimiz gibi bu dünya nüfusunun yarısından fazlasını, 3,3 milyarlık bir nüfusu temsil etmektedir. Bu 3,3 milyar kişi ve bunların yanında ailelerin sisteme karşı eşit olmasa bile bir öfke birikimi demektir. Şunu bir sav olarak kabul edebiliriz: Sistemden bugün en ufak hoşnutsuzluğu bulunmayan birini bulmak mümkün değildir. Diyalektik bir süreç olarak bu öfke birikiminin sonsuza kadar lineer bir şekilde ilerleyeceğini düşünmekte saçma durmaktadır. Sıçramalar, ilerlemeler ve geri düşüşler tarihin zorunlu olarak gireceği duraklardır.

Terry Eagleton Marks’tan hareketle tarihte her sınıfsal çarpışmanın bir ilerlemeyle sonuçlanmayabileceğini açıklayarak, Marks’a yönelik determinizm suçlamasına bir karşı cephe açmaktadır: “Kapitalizm, yıkımın eşiğinde sendeliyor olabilir, ama onun yerine geçecek sosyalizm olmayabilir. Faşizm ya da barbarlık olabilir. Belki de sistemin parçalanmasıyla birlikte, işçi sınıfı, yapıcı biçimde hareket edemeyecek kadar zayıf düşecek ve morali bozulacaktır. Tipik olmayan kasvetli bir anında Marx, sınıf mücadelesinin, çarpışan sınıfların ‘ortak yıkımıyla’ sonuçlanabileceğini söylemiştir.”(11)

Bu nokta zaten doğruluğundan biraz ödün verseydi şu an belki çok farklı bir dünyada yaşıyor olabilecektik. Aslında burada yanardağ çarpıcı bir örnek teşkil edebilir. Yanardağ patladığında çevresinde canlı cansız ne varsa yok etme potansiyeline sahiptir. Binlerce yıl uykuya dalabilirken, arada ufak tefek hırıltılar çıkarabilir ve günü gelince büyük bir gürültüyle patlayabilir. Sınıf mücadelesi de buna benzer bir hikâyedir aslında. Tarihte pek çok kez Eagleton’un da belirttiği gibi büyük uygarlıklar, kendi önlerine koydukları engelleri aşamamışlar ve dizginsiz bir kaosun içerisinde yitip gitmişlerdir. Tarih pek çok kez başa sarmak zorunda kalmıştır. Bu durum Marks’ın da eleştirisini verdiği Aydınlanmacılığın ilerlemeci yaklaşımının ne denli geçersiz bir yönelim olduğunun göstergesidir. Yanardağ örneğine geri dönecek olursak kapitalizm de yeni bir Pompei trajedisine maruz kalabilir. İtalyanların diline “İbret Dağı” olarak geçen Vezüv Yanardağı Roma’nın en ihtişamlı, zengin ve asil Romalıların ünlü genelevlerinde cirit attığı zevk şehirleri olan Pompei ve Herculaneum kentlerini MS 79’da ortada tek bir çakıl taşı bırakmayacak derecede büyük bir yıkıma uğratır. Bugün bile hala dönemin görkemli yaşantısına ait resimler ve kalıntılar toprak altından çıkarılmaya devam etmektedir. Sınıflı toplumlarda böylesi bir geçmişe sahiptir. Kimsenin sosyal bir alternatif üretemediği mücadeleler tarihin büyük çoğunluğunu karanlığa gömerken, sınıflı toplumlar şu ya da bu şekilde gün ışığına çıkmaya devam etmiştir. Kalıcı bir alternatif örgütlenemediği durumlarda Marks’ın da çoğu kez üzerinde durduğu gibi insanın bastırılmasının ve sömürülmesinin değişik biçimleri birbirini takip edecektir.

Köklü bir devrim ihtiyacı Marks’ın suçu sayılabilir mi?

Değişim kökünden olmalıdır. Bu ise tarihsel bir kırılmayı ön koşul olarak gerektirmektedir. Örneğin Ekim Devrimi deneyimi bunun bir örneğini oluşturur. Ancak geriye doğru bakıldığında aynı Ekim Devrimi, geri bir iktisadi yapıya sahip Rusya’da sosyalizm yolunda attığı adımlarda yaşadığı başarısızlık nedeniyle Marksizm’in ölüm ilanına malzeme yapılmak isteniyor. Lenin ve Bolşevizm kaçınılmaz bir şekilde Stalin’i ve onun günahlarını yarattı! Temel önerme bu.

Peki, ama bunda Marks’ın eleştirilebileceği nokta neresi? Tarihte hangi sınıf, hangi egemenler sürüsü tahtını güle oynaya terk etmiştir de Marks bunu gözden kaçırmıştır. Marks’ın devrim fikrinden politik şiddetin gerekliliğini kaldırdığınız anda elinizde kalacak yegâne şey reformist-evrimcilik olacaktır.

Eagleton’a göre ise Tarih kırılmalı ve yeniden yapılmalıdır; nedeni, kulaklarını ılımlı olunmasını isteyen seslere tıkayan kana susamış canavarlar olarak sosyalistlerin keyfi biçimde devrimi, reforma tercih etmeleri değil, hastalığın kökünün iyileştirilmesi gerektiğine inanmalarıdır.” (12) Bunun arkasında onun gibi şu soruyu sormak meseleyi aslında burada çözmektedir: “Devrimin kendisine değil, sosyalist devrimin kendisine karşı çıkıldığının itiraf edilmesi, daha dürüst olmaz mı?” (13)

Reformistler ve uzlaşmacılar devrimi bu yönü nedeniyle reddederken, Marksizm onların karşısında tartışma dahi götürmeyen tutarlılığıyla reformların ve demokratik değişimlerinde destekçisidir aynı zamanda. Bu nedenle Eagleton’un üslubuyla özetleyecek olursak reformist veya devrimci olmak Fenerbahçe veya Galatasaray’dan birisini tutmak gibi bir şey değildir. Ama der Eagleton “Marksistlerin parlamenter demokrasiye ilişkin bazı çekinceleri vardır; demokratik olduğu için değil yeterince demokratik olmadığı için.” (14) Dolayısıyla tarih devrimcilere devrimden başka çıkar yol bırakmamaktadır.

Sonuç Olarak

Lenin’in de bahsettiği gibi “Marksizm her şeye kadirdir, çünkü hakikattir.”. Marks hiçbir zaman oturduğu yerden gelecek adına hayaller ve tahminler yürüten biri olmadı, aksine devrimci yaşamını kapitalist toplumun çelişkilerini çözümlemeye adadı. Marks her şeyden öte toplumun zenginliğinin eşitlik temelinde paylaşıldığı bir toplumdan yanaydı ve aslında kendi kurduğu düşünsel sistemin de temellerinin ortadan kalkmasını istiyordu. Yani bütün idealleri kimsenin Marksist olmak zorunda kalmayacağı bir dünya özleminde kesişiyordu. Aynı zamanda iddia edilenin aksine gelecek toplum insanlığın kendi tarihsel zenginliğine ve yaratıcı becerilerine yabancılaştığı bir evren değil, aksine bütün zihinsel ve fiziksel zincirlerin kırıldığı, özgürlüklerin önündeki her engelin alaşağı edildiği bir toplum olacaktı. Eagleton’un deyimiyle geleceğin insanı “Çarşamba günü saat beşte ne yapacaklarını söyleyebilmesinin daha zor”  olacağı bir düzenin özneleri olacaktı. Onun öngördüğü komünist toplumda tıpkı kapitalist devlet gibi, işçi devleti de tıpkı “çıkrık ve bronz balta” gibi uygarlığın gelişiminde önemli dönemeçlerde yer alan aletler birlikte tarihin antikacı müzesine kaldırılacaktı. Marks kadının tarihsel yenilgisine, çevrenin ve doğanın dizginsiz talanına, ezilen halkların feryadına her zaman toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının yaratacağı alternatiflerin kesin ilaç olabileceğini sıklıkla yineledi.

Belki de en önemlisi o kendisinden önceki bütün filozofların yarattığı metafizik dünyayı terk ederek, gerçek hayatın karanlık sokaklarına indi ve kendisi de bu hayatın sıkıntılarının birer ortağı oldu.

Tüm niyetini karlı olduğu sürece insanlığın yok edilmesine adamış bir sistem karşısında, Marks’ın yarattığı düşünceye saldırmak sosyalizm ya da barbarlık ikileminde kaçınılmaz bir şekilde barbarlığın bir savunusuna düşmek olacaktır. Marks’ın haklılığı ancak bu niyetle tartışma konusu yapılabilir.

KAYNAKÇA

1.      Terry Eagleton, Postmodernizmin YanılsamalarıÇev.: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., İstanbul 1999, s.35

2.      Marksizm’e Dalai Lama’dan Övgü, Sabah, 22 Mayıs, 2010

3.      Marx was right; capitalism can destroy itself: Roubini, Financial Post, 12 Ağustos 2011

4.      Marks Yeniden Keşfedilmeli mi? gercekgundem.com, 21 Nisan 2008

5.      Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı? Çev: Oya Köymen, Yordam Yay., Mayıs 2011, s.20

6.      Marks, Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları, s. 799

7.      Global Employment Trends,  ILO, 2012

8.      Necmi Erdoğan, Avm İşçisi Kemal Usanmaz: Müşterinin Gözünde Orda Yokuz Zaten, Birgün, 5 Ağustos 2012

9.      Eagleton, a.g.y. 181

10.   Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, İletişim yayınevi, 2002

11.   Eagleton, a.g.y. 64

12.   Eagleton, a.g.y. 90

13.   Eagleton, a.g.y. 205

14.   Eagleton, a.g.y.  214

KATEGORİLER
ETİKETLER

Yorumlar

(0)