Leninist Parti ve Önderlik – Güneş Gümüş
1917’de orada olmasaydım, Petersburg’da, Ekim Devrimi – Lenin’in varlığı ve idaresiyle yönlendirilmiş olarak – gerçekleşirdi. Eğer ne Lenin ne de ben Petersburg’da olmasaydık, Ekim Devrimi olmazdı: Bolşevik Parti yönetimi devrimin gerçekleşmesini engellemiş olurdu (Bundan, endi adıma, en küçük bir kuşkum yok). Eğer Lenin Petersburg’da olmasaydı, yüksek Bolşevik çevredeki direnişin üstünden gelme şansım hiç olmazdı… Ama tekrar ediyorum, Lenin’in orada olmasıyla, Ekim Devrimi her şartta zafere ulaşırdı (Troçki, 1997: 62).
Ekim Devrimi’nin başarısı açısından Lenin’in vazgeçilmezliğini anlattığı Troçki’nin bu sözleri Isaac Deutcher’in odağında – mealen – şu soru olan bir polemiğine konu olmuştu: “Bir devrimin kaderini kişilere bağlamak ne kadar doğrudur?”
Marks ve Engels, tarihin, büyük adamlar/krallar/padişahlar üzerinden anlatılmasına karşı çıkarak tarihin dönüştürücü aktörlerinin kolektif özneler olan sınıflar olduğunu savunur. Ama bu, tarihte kişilerin özel tarihsel anlarda özel roller üstlenemeyecekleri anlamına mı gelir? Pek de öyle değil. Sınıf mücadelesinin dinamikleri elverdiği ölçüde kişilerin tarihte belirleyici etkiler yapmasına Marksizmde de yer vardır. Kimi zaman bu unsurların oynadıkları özel tarihsel rol kendi kişisel üstünlüklerinden beslenir: “Fransız Devriminin… kahramanları olan Danton, Robespierre, Saint-Just ve Napoleon” (Marx, 2009: 16) gibi. Kimi zaman da bu kişilerin tarih sahnesinin belirleyici aktörü olması kişisel vasıflarına ya da vasıfsızlıklarına bağlı değildir[1]: “Fransa’daki sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum” (Marx, 2009: 12). Egemen sınıfların ihtiyaç duyduğunda hem Robespierreleri hem Louis Bonaparteları bulup çıkarması hiç de zor değildir. Bir kere egemen sınıfın elinde bu kişilere cazip gelecek birçok imkan vardır. Diğer yandan da egemen sınıfın harekete geçirebildiği muazzam güçler (büyük ordular, güçlü bir bürokratik aygıt, büyük parasal kaynaklar) o an öne çıkmış kişileri muazzam bir dönüştürücü kapasiteyle donatır. Bu koşullar altında egemen sınıflar açısından A kişisi ya da B kişisi vazgeçilmez olmayabilir; her zaman o rolü – tam hakkını vererek ya da yarım yamalak – oynayacak bir C kişisi bulunur. Mesela Rusya’da bürokrasi Stalin olmasa kendine uygun başka bir ismi de pekala bulabilirdi. Yani egemen sınıflar cephesinde kişiler çok da belirleyici değildir.
Peki aynı durum sömürülenler ve ezilenler (bütünüyle alt sınıflar) için de geçerli midir? Mesela Marks olmasa da devrimin başka bir teorisyeni çıkmayacak mıydı? Elbette çıkardı, çıktı da ama aynı bütünlükle, egemen sınıfların bile gözardı edemediği bir parlaklıkla alt sınıfların -izmini geliştirebilir miydi? Ya da ne zaman geliştirirdi? 50-100 sonra böyle bir teorinin geliştirilmesi bile büyük fark yaratırdı sosyalist hareketin tarihsel etkisi ve başarıları açısından. Peki ya zamanlamanın çok daha büyük anlamlar taşıdığı güncel devrimci siyaset sözkonusu olduğunda? Mesela Lenin olmasa? Burada Lenin’i teorik kavrayışı güçlü, güncel siyasete doğru müdahalelerde bulunan kendinden menkul bir entelektüel olarak değil; yarattığı devrimci parti modeliyle işçi sınıfının kolektif bir aktör haline gelmesini sağlayan bir önder olarak ele aldığımızı belirtelim. Bu nitelikleri taşıyan başka Leninler çıkmadığı için Almanya’da, Çin’de, İspanya’da, Yunanistan’da ve daha birçok örnekte devrimler başarısızlıkla sonuçlandı. Elbette ki Leninler, devrimci faaliyeti örgütleyebileceği koşulların varlığında anlam ve önlem kazanır.
Troçki, Lenin’in Nisan 1917’de Rusya’ya gelişinin önemi bağlamında tarihin dönüm noktalarında bireyle yapı arasındaki etkileşimi şu şekilde tartışır:
…partinin o olmadan da yolunu bulabileceğini güvenle söyleyebilir miyiz?.. Burada belirleyici etmen zamandır ve iş işten geçtikten sonra tarihin saatine bakmak güçtür… Oportünist önderliğin kaçınılmaz olarak yol açacağı kriz, Lenin olmasaydı, çok daha keskin ve uzun olabilirdi. Oysa savaş ve devrim gibi koşullar partiye misyonunu yerine getirmesi için uzun bir süre tanımazlar. Bu nedenle, yönsüz ve bölünmüş bir partinin devrimci durumu uzun yıllar boyunca bir daha geri gelmemek üzere elinden kaçıracağını düşünmek hiç de zor değil. Burada bireyin rolü orantı olarak son derece büyük görünüyor. Ama bu rolü doğru kavramak için bireyi tarih zincirinin bir halkası olarak görmek gerekir… Lenin tarihi gelişmenin rastgele bir unsuru değil, tüm Rus tarihindeki geçmişin bir ürünüydü. En derin kökleriyle ona bağlıydı. Geçen bir çeyrek yüzyıl boyunca ileri işçilerle birlikte onların tüm mücadelelerine katılmıştı… Lenin’in gelişinin kazandığı istisnai önemden sadece şu sonuç çıkar: liderler şansa ortaya çıkmaz, seçilmeleri ve yetişmeleri onlarca yıl alır, keyfi olarak başa getirilmezler, mekanik olarak mücadeleden dışlanmaları partiyi ağır yaralar ve kimi durumlarda daha da uzun bir süre için felçleştirir (Troçki, 1998: 330-331).
Engels, tarihte ele aldığımız zaman aralığı daraldıkça özel bireyleri etkili kılan rastlantısala daha çok alan açıldığını; aksine daha geniş zaman dilimlerine baktıkça ekonomik yapının belirleyiciliğinin kendisini daha net gösterdiğini anlatır:
İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama henüz, genel bir plana göre, ve hatta belirli, örgütlü, verili bir toplum çerçevesi içinde, bir kollektif istence uyarak değil. İnsanların beklentileri birbiriyle çatışır ve işte tam da bu nedenle bütün bu toplumlar, tümleyeni ve açığa vuranı raslantı olan zorunluluk tarafından yönetilir. Burada kendini raslantı aracılığıyla ortaya koyan zorunluluk, gene sonal olarak ekonomik zorunluluktur. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken, büyük adamlar denen sorundur. Şöyle şöyle bir adamın ve tam da ol adamın, belli bir zamanda, belli bir ülkede ortaya çıkışı, kuşkusuz yalnızca bir şanstır. Ama o eğer ortadan kaldırılırsa, ikame edilmesi gereği ortaya çıkar ve bu ikame, iyi ya da kötü, ama uzun zamanda bulunur. Napoléon’u, işte tam da o Korsikalıyı, bizzat kendi savaşlarıyla tükenen Fransa Cumhuriyetinin askeri diktatör olarak gereksinmesi raslantıydı; ama ortada bir Napoléon olmasaydı, onun yerini birinin dolduracak olduğunu, gerek duyulduğu zaman birinin mutlaka bulunduğu olgusu kanıtlamaktadır: Sezar, Augustus, Cromwell, vb.. Marks, materyalist tarih anlayışını keşfettiyse de, Thierry, Mignet, Guizot ve 1850’ye kadarki tüm İngiliz tarihçiler, bu yolda çaba gösterildiğinin kanıtıdırlar; aynı kavramın Morgan tarafından da keşfedilmiş olması, zamanın bu keşif için olgunlaşmış olduğunu ve bu kavramın keşfedilmesinin artık gerekli hale geldiğini kanıtlar. Tarihteki bütün diğer olumsallıklar [raslantılar] ve görünürdeki olumsallıklar [raslantılar] için böyledir. İrdelediğimiz alan ekonomiden ne denli uzaklaşır ve salt soyut ideolojininkine ne denli yaklaşırsa, gelişmesinin o denli raslantı gösterdiğini ve eğrisinin o denli zikzak çizdiğini görürüz. Ama eğrinin ortalama eksenini işaretlerseniz, dikkate alınan dönem ne denli uzun ve ilgilenilen alan ne denli geniş olursa, bu eksenin, ekonomik gelişme eksenine o denli yaklaştığını ve o denli koşut olma eğilimi gösterdiğini görürsünüz (Engels, 1996: 298-299).
Sömürülenler ve ezilenlerin mücadelesinde zamanlama çok defa kritik anlamlar kazanır. Toplumsal mücadeleler zirve noktasına ulaştığında ilerletilmezse geriler, sonra da kolaylıkla yenilgiye uğratılır. Devrimci müdahale işte böyle anlarda belirleyici nitelik kazanır; sürece uygun politik müdahaleyi yapabilecek ve aslen de o müdahaleyi yapma gücüne sahip bir örgütü inşa edecek bir devrimci önderliğin varlığı ya da yokluğu emekçi sınıfların zaferinden mi yenilgisinden mi bahsedeceğimizi belirler. Bu çerçevede alt sınıflar cephesinde özel tarihsel kişilikler çok daha büyük anlam ve önem kazanır. Bir kere alt sınıfların özel tarihsel roller oynayabilecek kişilikleri kendi etki alanına çekme kapasitesi çoğunlukla zayıftır. Evet toplumsal mücadelelerin zirve yaptığı koşullarda nice parlak birey devrimci safları doldurur ama sınıf mücadelesinin seyrinde bu anlar ne yazık ki sınırlıdır. Devrim cephesinin genel seyri büyük özveri ve bedellerin ancak küçük kazanımlarla sonuçlandığı uzun yıllarla doludur. Bu nedenle sömürülenler safında özel roller oynayabilecek kapasitedeki kişiliklere akın akın rastlanmaz. Egemen sınıf cephesinin başına geçen vasat kişilere bile muazzam güç sağlayan aygıtlarının, imkanlarının aksine sömürülen sınıfların harekete geçirebileceği güçler, hayatın normal akışı devrimci bir atılımla sarsılmadığı koşullarda neredeyse yok gibidir. Ezilen ve sömürülenler cephesinin muazzam potansiyellerini harekete geçirecek devrimci partiyi yaratmak ve işçi sınıfını partinin önderliğine kazanmak[2] görevi sırtlanılmayı bekler. Bu görevi hakkıyla sırtlamak da işçi sınıfı mücadelesinin kaderini belirleyecek özel unsurları gerektirir. İşte bu nedenle ezilenler-sömürülenler cephesinde önderlerin rolü çok daha belirleyicidir. Alt sınıflar safındaki özel kişilikleri özel yapanın işçi sınıfına önderlik edebilecek kapasitede kolektif bir özne – devrimci parti – yaratma kapasiteleri olduğunu tekrar vurgulayalım. Troçki de Lenin olmasa Ekim Devrimi olmazdı derken, Lenin olmasa Bolşevik Parti ve bu partiyi gerekli taktik dönüşleri yapmaya ikna edecek bir önder olmazdı; onun için de devrim başarıya ulaşamazdı demek istemektedir.
Gramsci de işçi sınıfının öncüsü olan devrimci parti içinde önderliğin partinin varlığı açısından ne kadar vazgeçilmez olduğunu tartışır. Gramsci’ye göre bir parti üç unsurdan meydana gelir; önderlik, üyeler ve önderlikle üyeler arasındaki bağlantıları kuran kadrolar. Bütün öğelerin varlığında bir parti gerçek anlamda bir parti hüviyeti kazansa da diğer unsurları ve partiyi var eden parti önderliğinden başkası değildir. Bir partinin kapasitesi önderliğinin kapasitesine doğrudan bağlıdır. Gramsci’nin deyişiyle komutansız “ordu mahvolmuştur; ama… komutanlar grubu, yoktan bir ordu yaratmakta gecikmez”:
“Bir partinin varolması için üç temel öğenin (yani üç grup içindeki öğelerin) birleşmesi zorunludur: 1) Sıradan ve ortalama kişilerin meydana getirdiği yaygın öğe bu kişilerin katılmaları yüksek düzeyde örgütçülük ve yaratıcılık değil de disiplin ve sadakat sayesinde sağlanır. Bunlarsız parti yaşamaz, bu doğrudur; ama partinin ‘yalnızca’ bunlarla varlığını sürdüremeyeceği de doğrudur… 2) Başlıca birleştirici öğe ki ulusal alanda merkezidir ve kendi başına bırakıldığında hiçbir değeri olmayacak bir güçler bütününü etkin ve erkin kılar. Bu öğe yüksek düzeyde birleştirici, merkezileştirici ve disipline sokucu güçle donanmıştır ve belki de bundan dolayı icatçıdır (‘icatçılık’ burada bazı güç çizgilerine, bazı perspektiflere ve bazı öncüllere göre, belirli bir yöne yönelmiş olarak anlaşılırsa). Yalnız bu öğenin partiyi meydana getiremeyeceği de doğrudur, bununla beraber ilk görülen öğeye göre parti meydana getirme yeteneği daha fazladır. Ordusuz komutanlardan söz edilmektedir, ama gerçekte ordu kurmak komutan yetiştirmekten daha kolaydır. Dahası var, komutanlar yiterse yaşayan ordu mahvolmuştur, ama bilgili, aralarında anlaşmış, ortak amaçları olan bir komutanlar grubu, yoktan bir ordu yaratmakta gecikmez. 3) Bir aracı öğe ki bu, ilki ikincisiyle yalnız ‘fizik’ anlamında değil, moral ve entelektüel anlamında da temasa getirir ve birleştirir…” (Gramsci, 1984: 43-44)
Merkeziyetçilik: Ama Nasıl?
Merkeziyetçilik devrimci parti açısından vazgeçilmezdir. Bir kere devrimci partinin varlık nedeni aslen olağanüstü koşullarda işçi sınıfına önderlik ederek devrimi zafere ulaştırmaktır. Varlık-yokluk problemine denk gelen bu koşullarda burjuvazinin sahip olduğu bütün araçları merkezileştirerek bir karşı savaş vereceği açıktır. Egemen sınıflar sadece devrim anında değil, kendi iktidarlarına baş tehdit gördükleri devrimcilere, işçi sınıfının örgütlü mücadelesine, hatta kriz koşullarında herhangi bir reform talebine karşı üst düzey bir merkezi davranma kapasitesine sahiptir. Ekim Devrimi’ni boğmak için birkaç yıl önce birbirinin boğazına sarılarak dünyayı topyekün savaşa sürükleyen emperyalistlerin nasıl domuz topu gibi birleştiği malum. O radikallikten eser olmayan örneklerde bile durum pek farklı değil. Yunanistan’da Syriza kesinti paketlerini referanduma götürmeyi düşündüğünde üstüne sadece Yunan egemen sınıfı değil Avrupa troykası birden çöreklenmiştir. 1981’de Mitterrand neoliberal saldırıları Fransa’da uygulamakta biraz ayak sürüdüğünde[3] karşısında yine Avrupa patronlar kulübünün egemenlerini bulmuştu. 2006’da Nepal bir devrimle sarsıldığında Uzak Asya’nın bu küçücük ülkesindeki politik gelişmelere müdahil olabilmek için eski ABD Başkanı Jim Carter piyasaya sürülmüş; Maocuları sisteme entegre etme işinde görev üstlenmişti. Chavez dönemi Venezuela’sının ABD müdahalelerini kaç kere alt etmek zorunda kaldığını yakın zamanda birlikte gördük. Bugün çok da radikal olmayan, siyaseten etkisi artan Corbyn sadece İngiliz egemen sınıflarını değil Avrupa Birliği’nin, ABD egemenlerinin de gündemindedir. Örnekler uzatılabilir. Sadece ülke çapında değil uluslararası düzeyde bile merkezi davranma kapasitesi gösteren bir aygıta karşı mücadelesinde alt sınıflar da aynı merkezi davranma yeteneğine sahip olmazsa başarı bir hayaldir. Ezilen ve sömürülenlerin merkezileşmesinin sağlayıcısı da merkeziyetçi bir yapıda inşa edilmiş devrimci partidir. Bu parti de birlikte davranma kapasitesini sekteye uğratan, bırakalım bir merkezden hareket etmeyi her unsurun bir kenarından çektiği yatay bir örgütlenme içinde olamaz. İşçi sınıfı içindeki bilinç eşitsizliği nasıl sınıf bilincine sahip unsurlardan oluşan bir devrimci partinin önderliğini gerektiriyorsa parti içinde birden sonlanmayacak bilinç eşitsizliği de partinin bir ideolojik-politik-örgütsel merkez öncülüğünde hareketini gerekli kılar. Bu noktada yapılması kritik vurgu bahsi geçen ideolojik-politik-örgütsel merkezle partinin geri kalanı arasındaki ilişkinin hiyerarşik olmadığıdır.
Devrimci parti, işçi sınıfına devrim koşullarında önderlik etme iddiasındaysa bu önderlik sadece propaganda-ajitasyonla kazanılmaz. Devrimci partinin işçi sınıfına önderliği, içerden bir liderliktir; devrim koşullarında ve özellikle de devrim sürecinde kazanılır. Gramsci, önderliğinde nasıl kazanılacağını şöyle tarifler:
Partinin işçi sınıfına önderlik etmesi ilkesi mekanik bir tarzda yorumlanmamalıdır. partinin işçi sınıfına dışarıdan bir otorite dayatarak önderlik edebileceğine inanmak şart değildir… Bize göre, sınıfa önderlik etme kapasitesi partinin kendisine kendi devrimci organını ‘ilan etmesi’ olgusuyla değil, fakat partinin işçi sınıfının bir parçası olarak ‘gerçekten de’ o sınıfın bütün kesimleriyle başarıyla irtibat kurması ve kitleler üzerinde istenilen yönde ve nesnel koşulların elverdiği ölçüde etkide bulunması olgusuyla ilintilidir. Partinin kitleler arasındaki etkinliğinin bir sonucu olarak anca kitleler onu ‘kendi’ olarak tanıyacak (çoğunluğu kazanmak) ve ancak bu koşul gerçekleştiğinde partinin işçi sınıfını arkasından sürükleyebileceği varsayılacaktır… Parti, işçi sınıfının biraraya geldiği bütün örgütlere nüfuz ederek ve bu örgütlerde ve bu örgütler aracılığıyla, sınıf mücadelesi programıyla uyum içerisinde, enerjilerin sistematik bir mobilizasyonunu ve çoğunluğu Komünist direktiflere uymalarını amaçlayan bir etkinliği gerçekleştirerek sınıfa önderlik eder (Forgacs, 2010: 194-5)
Eğer devrimci parti işçi sınıfının liderliğini onun biraraya geldiği örgütlerde yıllarca süren mücadelesiyle kazanması gerekiyorsa bürokratik bir parti yapılanmasındaki gibi emir-komuta ilişkisi içinde işleyen üye mekanizmasıyla ya da reformist partilerde olduğu gibi pasifist bir şekilde kendisinden sadece oy vermesi beklenen bir üye profiliyle bunu sağlayamaz. Devrimci parti, anın gereklerine uygun tavır geliştirebilecek yani alanında liderlik edebilecek kadrolar üzerinden yükselebilir. Devrimci parti, bir liderler örgütüdür. Devrimci parti, kendi taktiklerini, sadece vazgeçilmez ilkelerden çıkarmaz; sınıf mücadelesinin dinamiklerini göz önüne alarak mücadele hattını belirler. Sınıf mücadelesinin güncel durumunu da parti önderliğine taşıyacak olan önemli oranda işçi sınıfı içinde mücadelesini sürdüren parti kadrolarıdır. Bu temellerde devrimci parti açısından eylem anında tam bir disiplinle alınan taktik kararların hayata geçirilmesine sekte vurmayacak şekilde tartışma özgürlüğünün varlığı kritiktir. Devrimci parti modelini Marksist geleneğe kazandıran Lenin’in Bolşevik partisi de gerektiğinde kıran kıran mücadelelerin yaşandığı, Lenin’in parti kadrolarını bir taktik dönüşe ikna etmek için limitleri zorladığı ama disiplinle birlikte harekete geçebilen bir parti olmuştur.
Kaynakça
Birch, J. (2015, 19 Ağustos) “The Many Lives of François Mitterrand”, https://www.jacobinmag.com/2015/08/francois-mitterrand-socialist-party-common-program-communist-pcf-1981-elections-austerity/
Engels, F. (1996) “Engels’ten Breslau’daki W. Borgius’a”, Seçme Yazışmalar 2 (1870-1895), Ankara: Sol.
Gramsci, A. (1984) Modern Prens, Ankara: Birey ve Toplum.
Marx, K. (2009) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire, Ankara: Sol.
Troçki, L. (1997) Sürgün Günlüğü, İstanbul: Yazın.
Troçki, L. (1998) Rus Devrim Tarihi I, İstanbul: Yazın.
Forgacs, D. (2010) Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, Ankara: Dipnot.
[1] Bu ikinci türün çarpıcı bir örneği de Stalin’dir. Bolşevikler kuşağının celladı olmuş bu ismin, bu konumu elde etmesine imkan veren hemen hiçbir parlaklığı yoktur. Sovyet Yüzyılı’na karanlık bir perde çekmek, bürokrasinin bir karşı devrimle rejimin başına çöreklenmesine önderlik etmek parlaklıktan çok aygıtın gereklerine uygun hareket edebilecek vasıfta birini gerektirmektedir.
[2] Devrimci bir parti açısından işçi sınıfının önderliğini kazanmak, aslen, propagandayla değil sınıf mücadelesinin kritik anlarındaki konumlanışlarıyla olur.
[3] Reformlarına devam ederse Fransa’nın Avrupa Para Sistemi’nden kovulmasıyla karşı karşıya kalacağı belli olan Mitterrand, içine düştüğü durumu “İki tutkum – Avrupa’yı inşa etmek ve sosyal adalet – arasında bölündüm.” diyerek ifade etmiş; reformist bir liderden bekleneceği üzere tercihini Avrupa patronlar kulübünden yana kullanıp kesinti paketlerini uygulamaya başlamıştır (Birch, 2015).