Kürt Sorununda “Çözüm” Arayışlarının Geçmişi – Emre Güntekin
Tarih elbette tekerrürden ibaret değildir; ancak geçmişte yaşanan travmalar geleceğe de aktarılır. Örneğin, 12 Eylül Darbesi’nin üzerinden kırk yıldan fazla zaman geçmesine rağmen o dönemi yaşamış kuşakların çocuklarını özellikle üniversiteye yollarken halen “aman olaylara karışma” diye tembihlemesi böyle bir travmanın sonucudur. Kürt sorunu gibi çok boyutlu bir meselede de benzeri bir durumu yaşıyoruz. Kürt sorununda gelişmelerin hızlı aktığı bir dönemden geçiliyor. İktidar adeta damdan düşercesine kamuoyunun önüne yeni bir çözüm süreci getiriverdi. Bahçeli’nin Öcalan çıkışının hemen bir gün sonrasında TUSAŞ saldırısı yaşandı. Türkiye yakın geçmişte Kürt sorununda hem bir yalancı bahar hem de sert bir kış yaşadı. 2009-2015 yılları arasına yayılan çözüm süreci ve 7 Haziran 2015 sonrasında başlayan çatışmalı dönemin hafızası halen çok taze.
Peki geçmişte burjuva düzenin bu sorunun çözümünde başarısız olmasının sebepleri nelerdi? Bu soruya verilecek yanıt, günümüzde atılan adımların ne derece çözüme hizmet ettiğini anlayabilmek açısından önemlidir.
12 Eylül Darbesi sonrasında PKK’nin ortaya çıkışıyla birlikte Kürt sorunu devlet açısından öncelikle bir asayiş sorunu ele alındı. Hemen her türlü demokratik talep “bölücülük” suçlamasıyla ezildi ve Kürt halkı ciddi baskılarla yüz yüze kaldı. Bu baskılar Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerden 90’lı yıllardaki kirli savaşa kadar atılan adımlar Kürt ulusal hareketinin güçlenmesinin temel nedeni oldu.
Ancak Türkiye burjuvazisi içerisinde Kürt sorununun ajandadan bir şekilde düşürülmesini isteyen, bunun özellikle TSK’ya siyasete müdahale alanı açmasından rahatsız olan ve bu nedenle Kürt sorununu bir ulusal sorun olarak ele almayı öneren adımlar da dönem dönem gündeme geldi. Bunun ilk örneği elbette Turgut Özal’dı. Katı bir muhafazakar-milliyetçi gelenekten gelmesine rağmen Özal, darbe dönemindeki güvenlikçi ve sorunu yok sayan askeri politikalar karşısında Kürt sorununun basitçe bir güvenlik meselesi olmadığını görmüş ve devlet ile Öcalan arasında temas kurulmasının önünü açmıştı. Bu bir tercih miydi, zorunluluk muydu tartışılır. Ancak egemen sınıfların özellikle liberal katmanlarını harekete geçmeye iten durumlar söz konusuydu: Öncelikle İran-Irak Savaşı sırasında Saddam rejiminin Halepçe Katliamı sonrasında Türkiye’ye yaşanan yoğun Kürt göçü ve Irak Kürtlerinin liderleri Barzani ve Talabani’nin Türkiye’yle yakın ilişkiler geliştirmeye başlaması hem bir zorunluluğu hem de bölgesel bir güç olarak Ortadoğu’da bir koyup üç alma hesapları yapan Özal için fırsat kapısının açılmasını ifade ediyordu. Öte yandan ülke içerisinde de yoğun askeri operasyonlara ve baskılara rağmen PKK geriletilmek bir yana güç kazanmayı başarmıştı. 90’lı yılların başında ilk olarak SHP bünyesinde 7 Kürt milletvekili meclise girmeyi başarmıştı ve Kürt sorununun basit bir asayiş meselesi olmadığı görülmüştü. Bu süreç bilindiği üzere 13 Ekim 1993’te Özal’ın ani ve şaibeli ölümü ile yarıda kalmış; Türkiye’de katliamlarla, faili meçhullerle örülü bir kirli savaş sürecinin önü açılmıştı. Bu dönemde TOBB’un desteğiyle Doğu Ergil’in ve Sakıp Sabancı’nın hazırlattığı raporlar ise Türkiye burjuvazisinin cılız sesi olmaktan öteye gitmedi. Türkeş’in Sakıp Sabancı’nın raporuna çizmeyi aşma Sakıp ağa diyerek verdiği tepki akıllardadır. 1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte devlet Kürt sorununun fiilen bitirildiği kanısındaydı.
“Muhafazakar demokrat” tanımıyla iktidara gelen AKP ve Erdoğan’ın Kürt sorununu ilk dile getirdiği dönem 2005 yılıdır. Erdoğan bir Diyarbakır ziyaretinde ilk kez Kürt sorunu kavramını kullandı. Erdoğan’ın Kürt sorununu hatırlaması da tesadüfe bağlanamaz: 2003 Irak işgaliyle birlikte Irak’ın kuzeyinde ABD’nin desteğiyle Iran Kürdistan Bölgesel Yönetimi kurulmuştu. Erdoğan ve AKP, ABD için Irak’ta önemli bir partner haline gelen Barzani yönetimi ile yakın siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirdi. Öte yandan 2005 Kasım’ında açık bir derin devlet provokasyonu olarak gerçekleştirilen ve halk tarafından failleri suç üstü yakalanan Şemdinli Saldırısı, Kürt sorununun egemen sınıflar için nasıl bir çatışma sahasına dönüştüğünü tekrar göstermişti. TSK’nın siyasal alandaki hegemonyasını, Türkiye büyük sermayesinin ve uluslararası ortaklarının desteğiyle bitirmek isteyen iktidar için Kürt sorununda yumuşama bir zorunluluk haline gelmişti. Nitekim, Kürt sorununda adımların atılması ancak Ergenekon ve Balyoz gibi siyasi operasyonlar aracılığıyla devlet içerisindeki ulusalcı sivil-askeri kanadın tasfiyesi sonrasında gerçekleşti.
Bu dönem aynı zamanda Arap Baharı ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında otoriter rejimlere karşı halk isyanlarının gelişimine denk düşer. AKP ise bu dönemde Davutoğlu’nun “stratejik derinliği” ile yeni-Osmanlıcı projeye giriştiği bir dönemdir. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 9 Mayıs 2009’da “Türkiye’de güzel şeyler olacak” diyerek Kürt sorununda yeni gelişmelerin olacağının haberini vermişti. Nitekim 9 Ekim 2009’da Öcalan’ın avukatları aracılığıyla yaptığı çağrı üzerine Kandil ve Mahmur Kamplarından 34 PKK’li Habur Sınır Kapısından giriş yaptı. PKK’liler Silopi’de 50.000 kişinin katıldığı kitlesel bir mitingle karşılandılar. Bu süreç elbette önceki yıllarda, daha sonra kamuoyuna da sızdırılacak olan, Oslo Görüşmeleri ile olgunlaştırılmıştı ve devlet içerisinde güç biriktiren Erdoğan yönetimi PKK’yi ve Abdullah Öcalan’ı muhattap olarak görmüştü.
Ancak 2009-2015 yılları arasında iniş ve çıkışlarla gerçekleşen süreç iktidar açısından Kürt sorununu kalıcı olarak çözerek, bu topraklarda halkların barış içerisinde bir arada yaşamasına yol açacak bir demokratikleşme hedefini hiçbir zaman içermedi. Aksine amaç kısmi adımlar karşılığında PKK’nin silah bırakmasını sağlamak ve Suriye’de PYD öncülüğünde özerk bir yapının ortaya çıkışının önünü kesmekti. Kürt halkına bir yandan havuç uzatılırken, diğer taraftan Suriye’de IŞİD ve diğer cihatçı gruplar iktidar tarafından Rojava’ya karşı açıkça desteklendi. KCK operasyonlarıyla Kürt siyasetçiler tutuklanmaya devam etti. Netice de tek adam rejiminin inşası için Kürt desteğini arkasına almak isteyen Erdoğan “çözüm süreci” içerisinde somut bir adım atmadı, süreç Kürt ulusal hareketini bir oyalama aracına dönüştü. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin parti olarak seçimlere girerek baraja aşması, AKP’nin ilk kez tek başına iktidarı yitirmesi ve Kürt ulusal hareketinin Erdoğan’ın başkanlık hayallerine taş koyması sonrasında apar topar bitirildi ve yeni bir çatışma süreci başladı.
Bugün yine başa dönüyoruz. Erdoğan ve Bahçeli ikilisi yeni bir “çözüm” süreci başlattı ve sonunun nereye bağlanacağını göreceğiz. Ancak tarih bu devasa sorunu çözme iradesi ve yeteneğinin egemen sınıflar da bulunmadığını birçok örnekle gösterdi. Kürt halkı için kalıcı bir barışın ancak sosyalist bir ortadoğu penceresinde mümkün olacağını vurgulayarak noktalayalım.