Kriz Şimdilik Aşıldı, Daha Büyük Krizler Kapıda! – Emre Güntekin
Büyük bir kriz şimdilik atlatılmış görünüyor. Ancak bunu diş macunu tüpünün sıkılmasına benzetebiliriz. Bir kere sıktıktan sonra tüpün eski haline getirilmesi mümkün olmayacağı gibi Çin ile ABD arasındaki ilişkiler de eski istikrarını arayacaktır. Dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmesine kesin gözüyle bakılan ve buna paralel askeri ve politik hegemonyasını da genişletmeye çalışan Çin’in, ABD’nin aşınan küresel hegemonyasına meydan okumaya hazırlandığı belirginleştiği ölçüde geçmiş on yıllardaki karşılıklı ilişkiler daha kırılgan hale gelmeye başlamıştı. ABD hem kendi askeri gücünü Pasifik’e kaydırarak hem de Pasifik’teki müttefiklerini askeri olarak işbirliğine zorlayarak ve hatta NATO’yu da bu sürece dahil ederek, Çin’in küresel yükselişine kalın bir duvar çekmek istiyor. Bu sürecin bir halkası olarak görülebilecek olan Tayvan krizi bölgedeki militarizasyonun daha da artacağı ve tehlikeli karşılaşmaların daha da sıklaşacağı günlerin habercisi olacak.
Ekonomist dergisi Tayvan’ı 2021 yılında “dünyadaki en tehlikeli yer” olarak tanımlamıştı. Son yıllarda Çin, Tayvan üzerindeki hak iddialarını daha fazla dile getirmeye başladı. Xi Jinping, Ocak 2019’da Tayvan’ın bağımsızlığı meselesinin tarihin akışına aykırı olduğunu açıklamış ve barışçıl birleşme çağrısı yapmıştı. Devamında ise bu doğrultuda gerekirse zor kullanma haklarını da açık tuttuklarını belirtmişti. Jinping çağrısını Ekim 2021’de de yinelemiş ve yine aynı tarihlerde Tayvan Savunma Bakanı Çin’in 2025 yılına kadar Tayvan’ı işgal edebilecek askeri kapasiteye ulaşacağını ifade etmişti. Aradan geçen zaman diliminde Çin Tayvan Boğazı üzerinde gerçekleştirdiği askeri tatbikatlarla adayı sıkıştırmayı sürdürüyordu.
1970’li yılların başından bu yana ABD ile Çin, Tayvan üzerindeki statükoyu taraflara esneklik bırakacak şekilde çeşitli anlaşmalarla muhafaza etse de artık bu statükonun çatırdamaya başladığını yaşananlar gösteriyor. Sadece Tayvan değil, pek çok konuda sorunlar derinleşiyor. 1970’li yıllardan 2008 Krizi’ne kadar ABD ve Batılı emperyalist güçler açısından Çin, ehlileştirilerek serbest piyasaya eklemlenmek istenen bir güçtü. Bu büyük ölçüde başarıldı da. Hem bir milyarı aşkın devasa nüfusunun yarattığı pazar olanakları hem de bu nüfusun mümkün hale getirdiği ucuz işgücü kapasitesi uluslararası sermaye için Çin’i, kaybetmek için çok büyük bir ortak haline getirdi. Tayvan üzerinden gerilimler yaşansa da bu işbirliğine zarar verecek hamlelerden bugüne değin kaçınılmıştı.
Ancak kapitalist sistem 2008 Krizi’nden bu yana toparlanamıyor ve pandemi ile Rusya’nın Ukrayna işgali krizin sıçrama yapması için bir kırılma noktası oldu. Batı’da liberal burjuva demokrasilerinin bütün yaldızları dökülürken sistemin krizi radikal seçenekleri daha fazla ön plana çıkarıyor. ABD kapitalizmi Trump’ın ardından Biden ile ayarı bozulan burjuva demokrasisini rayına oturtacağını düşünüyordu; ancak Biden’ın bir buçuk yıllık performansı bu iflasın teyit edilmesinden başka bir işe yaramadı. Ne ABD ne de Avrupa ekonomik bunalımın getirisi olan semptomlara bir çözüm üretebiliyor.
ABD’de neredeyse arkasına teneke bağlanarak uğurlanan Trump’ın 2024 seçimlerinde güçlü bir aday olarak sahneye geri dönmesi kaçınılmaz görünüyor. Kasım’da yapılacak ara seçimler bunun ilk işareti olabilir. Pelosi’nin Tayvan çıkarmasının bir ucu da eriyen Demokrat Parti oylarına yaklaşan seçimler öncesi bir aşı yapma isteğine bağlanıyor. AB cephesinde de ırkçı-aşırı sağcı siyasal aktörler için güç kazanmak için en elverişli ortam mevcut. Örneğin, AB ülkeleri içerisinde Çin’le önemli ekonomik bağlara sahip olan İtalya’da yaşanan siyasi belirsizliğin içerisinde aşırı sağcı güçlerin iktidar ortağı olarak çıkması yüksek bir olasılık olarak görülüyor. 25 Eylül’de yapılacak seçimlere giderken Giorgia Meloni önderliğindeki neo-faşist İtalya’nın Kardeşleri anketlerde zirveyi zorluyor.
Kapitalizm mevcut krize çözüm üretebilmek adına emperyalist rekabeti sıcak çatışmalara dönüştürmek ve otoriterliğe kaymak dışında çok az alternatife sahip. Troçki’nin 1934’te yazdığı Savaş ve Dördüncü Enternasyonal broşüründe özetlediğine benzer şekilde dünyada uluslararası ilişkilerdeki istikrarın son kalıntılarının silinip süpürüldüğü, devletler arasındaki her çatışmanın dünyayı bıçağın en keskin tarafına dayadığı, pasifist girişimlerin beyhudeliğinin açığa çıktığı, yeni ve daha yüksek bir teknik temelinde silahlanmanın gelişmesinin ivmelendiği ve yeni emperyalist savaşların önünün açıldığı bir dönemdeyiz. Çin’in siyasi ve iktisadi yükselişi, jeopolitik hırsları emperyalist hegemonyasını sürdürmek isteyen ABD’nin çıkarlarıyla çatıştığı ölçüde yeni emperyalist savaşlar her zaman ihtimal dahilinde olacaktır.
Öte yandan bugün yaşanan gerilimi daha geniş bir tarihsel pencereden görebilmek için ABD’nin dış politikadaki önceliklerinin son on yıl içerisinde yaşadığı evrime de bakmak gerekiyor. ABD Obama döneminde başlattığı “Pivot to Asia” politikası ile askeri gücünü Ortadoğu ve Afganistan gibi bölgelerden ağırlıklı olarak Asya-Pasifik’e yönlendireceğini ilan etmişti. Yıllar içerisinde Avustralya, Japonya, Güney Kore, Hindistan, Filipinler gibi bölgesel ve Çin’le sorunlar yaşayan müttefiklerini de bu projeye çeşitli derecelerde angaje etmeyi başardı. Trump’ın içe kapanmacı eğilimleriyle birlikte bu proje buzdolabına atılsa da müttefiklerle açılan mesafeyi kapayarak Obama döneminde bırakılan yerden devam etmek Biden yönetiminin özel olarak ağırlık verdiği bir konu oldu. Bu yılın Mayıs ayında Biden’ın Uzak Asya’ya gerçekleştirdiği ziyarette hem müttefiklerle ekonomik ve ticari ilişkilere bir balans ayarı yapılmaya çalışıldı hem de Japonya, Hindistan ve Avustralya ile kurulan “Hint-Pasifik NATO’su” adı verilen QUAD (Dörtlü Savunma Diyaloğu) yeniden canlandırıldı.
Haziran ayında düzenlenen NATO Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde ise “Çin ile Rusya’nın derinleşen stratejik ortaklık ve kurallara dayalı uluslararası düzenin altını oymak için yaptıkları girişimler değerlerimize ve çıkarlarımıza aykırıdır. Çin’den yönelen tehditlere karşı daha yüksek farkındalık ve sorumlulukla birlikte çalışacağız.” ifadeleriyle Çin ilk kez doğrudan bir tehdit olarak zikrediliyordu. Bu metin, özellikle Çin’le kurduğu ilişkilerin ABD ile Çin arasında yaşanan rekabetten minimum oranda etkilenmesine özen gösteren AB ülkeleri için bir ilk sayılabilir.
ABD’nin bu cepheyi toparlama çabalarına Pasifik’te muazzam bir silahlanma atağı eşlik ediyor. Örneğin Japonya, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük silahlanma programını açıklayarak, askeri harcamalarını iki katına çıkarma kararı aldı. Yakın zamanda suikast sonucu öldürülen eski Başbakan Shinzo Abe, Japonya’nın tıpkı NATO üyesi ülkelerde olduğu gibi, önümüzdeki beş yıl içerisinde askeri harcamalarını milli gelirin % 2’si düzeyine çıkarmasının en ateşli taraftarıydı. Nitekim varisleri onun bu dileğini yerine getirmek konusunda oldukça istekli görünüyor. Japonya’ya benzer şekilde ABD’nin Güney Pasifik’teki müttefiki Avustralya’da 2022-2023 yıllarında askeri bütçesini milli gelirin % 2’sinin üzerine çıkarmayı hedefliyor.
ABD için bu projeyi gerçekleştirmede karşılaşılan en büyük problem ise Çin ile fazlasıyla etkileşim içinde olan ortakların, zamansız ve hesapsız bir çatışma iklimine girme konusundaki gönülsüzlükleridir. Pelosi’nin sonuçlarını bile bile Tayvan’ı ziyaret etme konusundaki ısrarı Batı’da eleştirilerin de muhatabı oluyor. Öyle ki Biden yönetimi de yarım ağızla da olsa ziyaretin sorumluluğunu üstünden atmaya çalıştı. Biden Pelosi’nin Tayvan’ı ziyaret edeceğini açıklamasının ardından “Ordumuz, şu an bunun iyi bir fikir olmadığını düşünüyor.” açıklamasını yapmıştı. Beyaz Saray’dan yapılan açıklamalarda da Pekin’in öfkesi yatıştırılmaya çalışıldı: ABD’nin Tayvan politikasında bir değişiklik bulunmadığı belirtilirken; Biden’ın Jinping’le yaptığı telefon görüşmesinde ziyaretin Pelosi’nin kişisel kararı olduğunu söylediği aktarıldı. Dışişleri de ziyaretin öncekilerden çok farklı olmayan sıradan bir ziyaret olduğunu ifade etti. Zira 1997 yılında dönemin Temsilciler Meclisi Başkanı Newth Gingrich de Tayvan’a ziyaret gerçekleştirmişti. Gingrich’in ziyaretine de ABD savaş gemileri eşlik etmiş, Çin ordusu gemilerin yakınına attığı birkaç füzeyle durumu geçiştirmişti.
Fakat aradan geçen 25 yılda koşullar çok değişti. Ne Çin eski Çin ne ABD aynı ABD ne de dünya aynı dünya. Tam da ABD-Çin ilişkilerinin hayli gerildiği bir dönemde Pelosi gibi ABD siyasetinin üç numarası böyle bir işe kalkışıyorsa arkasında “kişisel” niyetlerden çok saldırgan bir politik eğilimin aranacağının düşünülmesi çok doğaldır. Zira ABD siyasetinde Çin’e karşı artık daha agresif politikalar izlenmesi gerektiğini savunan güçlü bir eğilim bulunuyor. Aynı şekilde iç kamuoyunda da Çin’i bir tehdit olarak görenlerin sayısal ağırlığının artışına dair anket verileri mevcut. Dolayısıyla Pelosi’nin ziyaretinin öyle sanıldığı gibi “masumane” bir ziyaret olmadığı bariz.
Pelosi’nin ziyaretini, ABD kadar Avrupalı müttefikleri de nefeslerini tutarak izlemiş olmalı. AB ülkeleri Tayvan konusunda ABD ile paralel düşünse de öncelikleri her zaman Çin’le kapıların açık tutulması olacaktır. Çin geçtiğimiz yıl ABD’yi geçerek 709 milyar dolarlık ticaret hacmiyle AB ülkelerinin en büyük ticaret ortağı haline geldi. Daha Ukrayna krizinin yarattığı olumsuz etkileri bertaraf etmekte zorlanan AB ülkelerinin Tayvan üzerinden çıkacak bir askeri çatışmayı göğüsleyebilecek mecali kalmayabilir. Neden? “Batılı değerler” olarak zikredilen Tayvan’ın egemenlik hakları, demokrasi, özgürlükler, insan hakları vs. iyi güzel fakat ticari kanallar açık olduğu sürece. Olası bir askeri çatışma ihtimalinde devasa Çin pazarı etrafına duvar örmek, Rusya’ya uygulanan yaptırımlar gibi kolay olmayacaktır. Rusya Ukrayna’yı işgale kalkıştığında birçok uluslararası şirket, gönülsüz de olsa, Rusya’daki operasyonlarını durdurma kararı almıştı. Birçok şirket için Çin pazarını bu kadar hızlı terk etmek ve Pekin’i Moskova gibi dünyadan yalıtmak pek mümkün olmayacaktır.
Bir ikincisi, askeri bir çatışmanın Tayvan Boğazı ve Güney Çin Denizi etrafında yaratacağı tıkanma uluslararası tedarik zincirlerinin işleyişinde önemli bir rol oynayan bu güzergahı devre dışı bırakacak ve halihazırda Batı’nın cebelleştiği ekonomik problemlerin boyut atlamasına yol açacaktır. Son olarak, Tayvan gibi Avrupa’da sanayi üretimi için önem taşıyan bir çip tedarikçisinin devre dışı kalması demek otomotivden bilişime kadar pek çok kritik sektörde mevcut krizleri derinleştirecektir. Nitekim bunların farkında olan AB liderleri kriz karşısında mümkün olduğunca ya sessiz kalmayı ya da düz cümlelerle geçiştirmeyi tercih ettiler. Örneğin AB’nin en büyük ekonomisi Almanya için Çin’le yaşanacak bir gerilim oldukça pahalı bir macera olacaktır. Xi Jinping döneminde Çin’de alım gücünün artışına paralel olarak özellikle Volkswagen, Mercedes ve BMW gibi otomotiv devleri pazar paylarını artırmayı başardılar ve bugün gelirlerinin neredeyse üçte birini Çin pazarından elde ediyorlar. Elbette bu veriler üzerinden tek taraflı bir bağımlılık ilişkisi tariflemek yanlış olacaktır: Aynı şekilde otomotiv şirketleri olmak üzere pek çok Alman şirketi Çin’de önemli yatırıma sahipler ve bu şirketlerin yarattığı istihdam, taşıdıkları teknolojik birikim Çin için önem taşıyor. Geçtiğimiz ay FBI ve MI5 Çin’e yatırım yapan Batılı şirketleri teknoloji hırsızlığı konusunda uyarmış ve olası bir Tayvan işgali durumunda yıllar içerisinde yapılmış yatırımların Çin’in rehineleri haline gelebileceğini dile getirmişlerdi. Dahası AB’nin İtalya, Yunanistan ve Macaristan gibi ortakları için de Çin yatırımları ve ticari ortaklıklar ekonomiler için yaşamsal öneme sahip.
Tayvan gerilimi Pasifik coğrafyasındaki ülkelerin yönetici elitlerinde de endişe yaratıyor. ASEAN (Güneydoğu Asya Uluslar Birliği – Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya, Singapur, Brunei, Vietnam, Laos, Kamboçya, Myanmar) ülkeleri, aralarında Çin’le sorunlar yaşayan ülkeler olsa da, Çin-ABD rekabetinin askeri bir boyuta ulaşmasından duydukları rahatsızlıkları dile getirmekten kaçınmıyorlar. Bölgede istikrar sürerken kimin kimle müttefik olduğunun önemi belli ölçülerde geri plana atılabiliyor; pragramtik davranma imkanı genişliyor. Fakat Tayvan krizinde olduğu üzere işler kızıştığında yönetici sınıfların pragmatik davranabilme imkanları daralıyor ve taraflaşmalar daha keskin bir şekilde gerçekleşmek zorunda kalıyor. Bu durum en büyük ticaret ortağı Çin olan ASEAN ülkeleri için zorlu bir sınav demek. Dahası ABD’nin Pasifik’teki provokatif hamlelerinin bölgedeki militarizasyonu artırması, üstelik yanı başlarındaki Çin’in krizleri de bahane ederek askeri gücünü bölgede daha saldırgan bir şekilde kullanması gelecekte benzeri karşılaşmaların gerçekleşme ihtimalini artırıyor.
Dünyanın neresinde olursa olsun en ufak bir kıvılcımın akla hemen emperyalist savaş ihtimallerini getirdiği bir süreçteyiz. Afrika’dan Ortadoğu’ya, Doğu Avrupa’dan Pasifik’e kadar hemen her coğrafya da emperyalist gerilimleri daha da artıran sinir uçları mevcut ve sistematik krize çözüm üretemeyen emperyalist güçler buraları kaşımaktan geri durmuyorlar. Büyük emperyalist güçlerin çatışmasının ortasında bizler ne yapacağız? Elbette krizler savaşların ve devrimlerin ebesidir. Ekonomik kriz, milyarlarca insanı derin bir sefalet ve yoksulluğun içine ittiği ölçüde toplumsal patlamalar daha da yaygınlaşacaktır. Sri Lanka bunun bir örneğiydi. Onu başkaları takip edecektir. Bu koşullarda ihtiyaç, kapitalizmin çöküşünü nihayete erdirecek bir toplumsal devrimler çağının olmazsa olmazı olan uluslararası devrimci öncünün inşasıdır.