Kitap çevirmenliğinin kölelik hâline doğru… – Işık Ergüden (K24)
Hem kitap çok satsın hem de bütün kârı bana kalsın şeklindeki mantık, köle emeği kullanma özleminin ifadesinden başka bir şey değildir. “Çevirmene bu kadar para mı verilir” lafını rahatlıkla edebilen yayınevi patronlarının olduğu bir çağda yaşıyoruz…
Türkiye’de kitap çevirmenliğinin hiçbir sosyal hakkın olmadığı, asgari yaşam koşullarının altında süren bir uğraş olduğu daha önce defalarca vurgulanmış olmakla birlikte, herhangi bir çözüme de kavuşamamıştır. Üstelik, gelinen noktada bu sorunun iyice katmerlendiği, yayınevlerince çevirmenlere yeni kölelik koşullarının dayatılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu yazı, bu durumu vurgulamaya, görünür ve tartışılır kılmaya yöneliktir.
Kapitalizmin, tüm yerkürenin ve doğanın sömürüsünde insanı modern bir köle kılmayı hedefleyen, bu hedefe ulaşmak için de kol emeğinin yanı sıra kafa emeğini ve insan aklını sömürgeleştirmeyi amaçlayan bir sistem olduğu, günümüzde aklını bu sömürgeleştirme akınından kurtarabilmiş insanlar açısından tartışmasız bir gerçektir. Kol emeği sömürüsünde her türlü sosyal, sendikal hakkı hiçe saymayı, açlık koşullarında işçi çalıştırmayı yasallaştırma eğilimindeki kapitalizm, kafa emeği sömürüsünde de aynı yolda hızla ilerlemektedir.
Kitap çevirmenliği bu konudaki olumsuz anlamda örnek alanlardan biri. Daha önce çeşitli vesilelerle belirtildiği üzere, Türkiye’de yayıncılık sektörünün lokomotifi olan çeviri kitapları Türkçeye kazandıran çevirmenler yayın sektörünün prekaryalarıdır: Geçici süreli kitap çevirileri için sigortasız, emeklilik hayali bile olmayan, tatilsiz, hiçbir sosyal hakkın bulunmadığı çalışma ortamında harcadığı emek süresinin karşılığını -yayınevi sözleşme şartlarına uysa bile- alamayan bir kafa emekçisidir çevirmen.
Kısacası, kitap çevirmenliği gibi vasıflı bir emek gerektiren bu alan en vasıfsız emek için devletin öngördüğü insanlık dışı koşulları bile karşılayabilmekten yoksundur. Bu nedenle de yayın sektörünün temel ihtiyacı olan “profesyonel kitap çevirmeni” sayısı son derece azdır.
Bu örneği somutlamak istersek, Türkiye’de 2018 itibarıyla asgari ücret net 1603 TL’dir (bu parayla tek bir kişinin bile yaşayabilmesinin mümkün olmadığı gerçeğini bir yana koyalım şimdilik). Bir çevirmenin eline her ay net 1500 TL’nin (yani asgari ücretten de düşük bir rakamın) geçebilmesi için, Çevirmenler Birliği’nin (Çev-Bir) saptadığı asgari sözleşme koşulu olan brüt %7 üzerinden ve 2000 baskı sayısıyla (ki şu an birçok yayınevinin baskı sayısı azami 1500’dür) yapılmış bir anlaşma sonucunda, en az 120-150 sayfalık bir kitabı bir ay içinde çevirmesi, çeviri metnin tekrar okumalarını, düzeltmelerini, gerektiğinde başka kitaplarla yürütülecek araştırma ve incelemeleri de bu zaman süresi içinde yapmış olması; teslim ettiğinde yayınevinin hemen ödeme yapması (ki birçok yayınevi ödemeyi kitabın basılmasını takip eden aylara yaymaktadır); üstelik hemen ardından yeni bir çeviriyi, bir sonraki ay ve diğer aylar da yeniden başka çevirileri bulabilmesi gerekir. Böyle bir çalışma temposunda ne hafta sonu tatili, ne yıllık tatil, ne de olası sağlık koşulları dikkate alınmıştır. Kısacası bu imkânsız bir durumdur, hele ki bir aile yaşamını böyle sürdürmek hayal bile edilemez. Şunu da asla unutmamak gerekir ki, asgari ücretin altında bir aylık alabilmek için bu tempoda çalışması beklenen kişi en az iki dili gayet iyi bilip kullanabilen, dünya kültürüne vâkıf, yani Türkiye ortalamasının üstünde kalifiye bir emeğin satıcısıdır.
Kısacası, kitap çevirmenliği gibi vasıflı bir emek gerektiren bu alan, en vasıfsız emek için devletin öngördüğü insanlık dışı koşulları bile karşılayabilmekten yoksundur. Bu nedenle de yayın sektörünün temel ihtiyacı olan “profesyonel kitap çevirmeni” sayısı son derece azdır; salt çeviriyle geçinmenin imkânsızlığı karşısında ikinci iş olarak ara sıra ya da boş vakit buldukça çeviri yapanlar, öğrencilik hayatının parçası olarak bir iki kitap çevirisine girişip bir daha eline almayanlar çoğunluktadır.
Durum buyken, çevirmen bugün durumunu daha da ağırlaştıran yeni koşullarla karşı karşıyadır. Ekonomik krizin bedelini emekçi sınıflara ödetmek kapitalizmin beylik tavrıdır. Kafa emekçileri de bu durumdan paylarını düşeni her zaman alır. Basın-yayın sektörü zaten ücretler, sosyal haklar bakımından son derece kırılganken, kitap çevirmenleri örgütsüzlüğün, evde çalışmanın ve prekerliğin her türlü olumsuzluğuna maruzken, kimi yayınevlerinin dayatmaya çalıştığı yeni sözleşme koşulları çevirmeni köleleştirme yolunda atılan adımlardır.
“Çevirmene bu kadar para mı verilir” lafını rahatlıkla edebilen yayınevi patronlarının olduğu bir çağda yaşıyoruz.
Kriz bahane edilerek “yangında ilk gözden çıkarılacaklar” kategorisindeki çevirmenlerin ücretlerinin ödenmesini geciktirmek yayınevi patronlarının ilk aklına gelen önlem olabilmektedir. Özellikle çok satan kitaplar söz konusu olduğunda, sanki kitapların çok satması çevirmenin olumlu katkısının sonucu değil de suçuymuş gibi, yeni baskıların çevirmene bildirilmemesinden ödemelerin yapılmamasına ya da geciktirilmesine dek uzanan çeşitli taktikler yine bu patronların aklının ürünüdür. Biraz daha düşündüklerinde ise bu çok satan kitaplar için yeni sözleşmeler dayatmayı, kimi zaman yeni baskılardan ödeme yapmamayı sözleşme maddesi olarak benimsetmeyi ya da çevirmene verilen yüzdeyi brüt %2 gibi komik düzeylere düşürmeyi teklif edebilecek kadar akıl almaz ama kapitalist mantığa gayet uygun cin fikirlilikler akıllarına gelebilmektedir. Dayatılan bu koşullar kabul edilmediğinde ise çevirmenin emeği hiçe sayılmakta, yeni bir çevirmenle -muhtemelen bu koşulları kabul edebilecek tecrübesiz bir çevirmenle– anlaşma yoluna gitmeyi kâr mantığıyla seçen yayınevi, hem çeviri kalitesinden taviz vermeyi hem de muhtemel intihal tartışmalarına kapı açmayı kabullenmiş olmaktadır.
Hem kitap çok satsın hem de bütün kârı bana kalsın şeklindeki bu mantık, köle emeği kullanma özleminin ifadesinden başka bir şey değildir. “Çevirmene bu kadar para mı verilir” lafını rahatlıkla edebilen yayınevi patronlarının olduğu bir çağda yaşıyoruz. 12 Eylül faşist cuntası geldiğinde “Bugüne dek işçiler güldü artık gülme sırası bizde” diyen TÜSİAD Başkanı Halit Narin’in özlü sözünden farkı olmayan bu lafı edenler, hiç gocunmadan muhalif olduklarını söyleyebilen, haktan hukuktan adaletten dem vuran kitaplar yayımlamakla övünen, hatta sol, sosyalist kişi ve görüşlerin yayıncısı olan, arkalarında büyük sermayelerin, kitabevlerinin bulunduğu yayınevleridir. Hak aramaya kalkıldığında, sözleşme koşullarına uyulmasını istediğinizde, örneğin yeni baskılarda ödenecek miktarı sözleşmede belirtilen zaman ve miktarda ödemesini yayınevinden talep ettiğinizde ise bu koşulların yayınevi için geçerli olmadığını, kapitalizmin geldiği noktada karşılıklı sözleşmelerle düzenlenmiş hak ve sorumlulukların muktedirleri bağlamadığını, hak almanın değil, lütufta bulunan muktedirin sadaka düzeninde yaşadığımızı bize hatırlatma yolunu seçiyorlar, çevirmene verilen para bir hakkın, karşılıklı imzalanmış sözleşmenin gereği değil, efendilerin başının gözünün sadakası oluyor.
Çevirmen emeği kalifiye bir emektir. Bu emeğin yeniden üretimini ve çevirmenin, keza birlikte yaşadıklarının insanca koşullarda yaşamasını sağlamak, bunun gerektirdiği ücreti vermek yayınevlerinin hem sorumluluğu hem de varlık koşuludur.
Yayın sektörünün şunu iyice anlaması gerekir ki, esasen çeviri kitap basımı üzerinden yürüyen bu sektörün olmazsa olmaz bir ayağıdır profesyonel çevirmen. Çevirmen emeği kalifiye bir emektir. Bu emeğin yeniden üretimini ve çevirmenin, keza birlikte yaşadıklarının insanca koşullarda yaşamasını sağlamak, bunun gerektirdiği ücreti vermek yayınevlerinin hem sorumluluğu hem de varlık koşuludur. Dahası, hiçbir sosyal güvencesi, sağlık, emeklilik gibi hakları olmayan çevirmen açısından yeni baskı yapan kitaplar bir tür “sigorta” niteliği taşımakta, bu emeğin yeniden üretimine imkân sağlamaktadır. Bu ödemelerin yapılmaması çevirmenleri kölelik koşullarında yaşamaya mahkûm etmektir. Kalifiye, tecrübeli, profesyonel çevirmenlerle çalışmak yayınevleri açısından da yayınladıkları kitapların çeviri kalitesi açısından da önemli bir etken olup satışı doğrudan belirlemektedir. Çoksatar kitapların çevirmenlerine ödeme yapmak istememek ya da gayet düşük ödemeleri dayatmaya çalışmak, sonuçta bu tür çevirmenlerle çalışma ihtimalini de ortadan kaldıracağı için ortaya çıkacak ürünün kalitesi düşecek, diğer yandan intihal tartışmaları da canlanacaktır. Zaten yığınla kalitesiz ürünün yer aldığı bir piyasa olma yolunda hızla ilerleyen yayın sektörünün bir de böylesi bir “hamleyle” kendini göstermesi, kalitesizliği, süpermarket ve çöplük mantığını iyice pekiştirecek bir adım olur. Keza şunu da unutmamak gerekir ki, devletin her türden baskı ve sansür ortamında bu yayınevlerinin asıl destekçileri insanca koşullar sunabildikleri nitelikli çevirmenler ve nitelikli kitap okurları olacaktır. Zaten kültürsüzleştirilmiş ve lümpenleştirilmiş, kendi kabuğuna sıkışmış, dünya kültürüyle bağı olmayan, biat kültürüyle terbiye edilmiş bir toplumsal ortamda çer çöp yayıncılığıyla da aptallaştırılan yığınlardan belki bir süre daha kitap satışı yönünde destek görebilirler ama kendi varlık koşullarının kalıcılığını sağlayamazlar.
Örgütlü davranmaktan, çalışanların haklarına saygılı yayınevleri ile nitelikli kitap, nitelikli çeviri okuma hakkına sahip çıkan okurlara güvenmekten, bu türden kölelik sözleşmeleri dayatmaya kalkan yayınevlerine karşı koyup onları teşhir etmekten başka çaremiz olmadığı kanısındayım.
Yayınevleri bu türden hamlelerden vazgeçer mi, kalifiye çevirmen emeğine hak ettiği karşılığı vermekten gocunmadan bir ilişki sürdürür mü bilemiyorum; sonuçta ne türden kitap basarlarsa bassınlar kapitalist bir piyasanın kuralları içinde hareket ettiklerinden çoğunun örneğin bir inşaat sektöründen daha hakkaniyetli bir tavır geliştirebileceğini de sanmıyorum. Ne var ki, nitelikli kitap basmayı önemseyen yayınevleri ve çalışanlarıyla birlikte çevirmenlerin ve okurların yapabileceği çok şey olduğuna, nitelikli ve iyi çevrilmiş kitap okuma hakkına sahip çıkabileceklerine; çocuk işçi çalıştırmaya, taşeron işçi kullanımına, toplumsal adaletsizliklere nasıl karşı çıkılıyorsa çevirmen haklarına da saygı göstermeyi yayınevlerinden hep birlikte talep edebileceğimize inanıyorum. Örgütlü davranmaktan, çalışanların haklarına saygılı yayınevleri ile nitelikli kitap, nitelikli çeviri okuma hakkına sahip çıkan okurlara güvenmekten, bu türden kölelik sözleşmeleri dayatmaya kalkan yayınevlerine karşı koyup onları teşhir etmekten başka çaremiz olmadığı kanısındayım.